Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Kasım '10

 
Kategori
Kent Yaşamı
 

Antalya... Gelişmek Adına Elbirliği İle Batırılmış Bir Kent

Antalya... Gelişmek Adına Elbirliği İle Batırılmış Bir Kent
 

Antalya Falezlerinden bir görüntü...


Antalya… “Saklı cennetin nadide köşesi” diyebileceğim bir kentti… İlk kez Antalya ile tanışmam sonrasında zihnimde yer edinen yegâne düşüncenin bu olduğunu söyleyebilirim. 1988 yılının bir Nisan sabahı Antalya’ya ilk kez ayak basmıştım ve o eski otogar alanına otobüs girdiğinde, uzun yolculuğun sabahında çok da fazla bir şeylerin farkında değildim. O eski otogardan bindiğimiz bir taksi ile Doğu Garajı istikametine yol almıştık. Ve Doğu Garajından, on günlük konaklamamızı yapacağımız Örnekköy denen bir yerlere gidecektik. Doğu Garajından, Örnekköy’e giden bir minibüse bindik ve sazlıkların arasından, denize nazır bir halde, o eski Lara yolundan Örnekköy’e doğru ilerlemeye başladık. İnsanın içini ısıtan bir hava vardı. Masmavi bir deniz, tiril tiril bir güneş ve henüz el değmemiş, bozulmamış bir doğa ile başbaşaydık. Yer yer seralar önümüze çıkıyor ve seraların içerisinde kızarmış domateslerin o canlı görüntüsü insanın iştahını açıyordu. Ve bir süre sonra o çağdaş ve modern tarzda yapılanmış olan şirin tatil beldesine gelmiştik. İki katlı konutlardan oluşan ve plaja sıfır noktasına kurulmuş olan Örnekköy’deki kalacağımız konutun önüne geldik. Her yan yemyeşil, tertemizdi. Modern tarzda dizayn edilmiş bahçe peyzajı daha ilk andan itibaren dikkat çekiciydi. Sabahın henüz daha o ilk saatlerinde denizden gelen yosun kokusu ile, portakal çiçeklerinden gelen kokunun, hanımeli kokusu ile birleşmesi sonrasında, büyüleyici bir atmosfer oluşuyordu. Güzel ve tertemiz bir koy, düzenli bir plaj, plajda sabah güneşine yüzünü çevirmiş olan tatilciler… İnsanlar güzelliğin tadını çıkarıyordu. İşte o sabahın daha ilk saatlerinde dikkatimi begonviller çekmişti. Her yerde, her yanda alabildiğine begonvil ağaçları vardı. Hemen her evin balkonundan sarkmış olan, eflatun, mor, pembe, beyaz, kırmızı, turuncu begonviller daha ilk andan itibaren insanın dikkatini çekiyordu. Begonviller müthiş bir canlılık yaratıyor, bütün bir çevrenin rengârenk bir görüntüye kavuşmasına neden oluyordu. Gün içerisinde çevreyi dolaşmaya çıkmıştım. Bir süre sonra kendimi Antalya’nın merkezinde buldum. Doğu Garajından başlayarak, Antalya’nın muhtelif yerlerinde ağır aksak dolaşıyordum. Yalnız başıma. Kent merkezinde dikkatimi çeken çok fazla bir şey yoktu. Diğer Anadolu kentlerinden pek de farklı olmayan, yaşlı, çarpık-çurpuk bir yapılaşmanın hakim olduğu, dar sokakların, düzensiz yolların daha ilk andan itibaren dikkat çekmesi, Antalya ile ilgili olan hayallerimi bir an için yıkmıştı. Bir süre sonra oturduğum bir kahvehanede çevremi incelemeye başladım. Öyle aman aman bir hareketliliğin olmadığı bir kentti. Yavaş, sakin ve daha dingin bir hava vardı çevrede. Birkaç bardak çayın ardından Yat Limanı çevresine doğru yürümeye başladım. Yat Limanı… O bildik eski Yunan kent mimarilerinin bir örneğiydi. Akdeniz kıyı bandındaki küçük liman kasabaları aynen birbirinin kopyası gibi gelir bana. Kent meydanından Liman’a inen bir dik yokuş vardır ve her yan cumbalı, şirin konutlarda oluşmuştur. Kaş ve Kalkan kasabalarıda, aynen Antalya Yat Limanı’nın genel görüntüsüne yakın bir duruma sahip. Bodrum ve Marmaris’te de böyle bir özellik mevcut. Ha kez Ölüdeniz için de aynı şeyi söylemek mümkün. Dağın yamacından inen bir yol ve bu yolun, kasabayı teğet geçen hali ve o geçiş esnasında kasabaya giriş yapılan bir kontrolsüz kavşak, kasaba merkezine ve limana, dikine inen bir yokuş…

Yat Limanı’na tepeden bir bakış atmıştım o gün. Ve bir süre sonra o yokuştan aşağıya yavaş yavaş inmeye başladım. Dar sokaklar, cumbalı evler ve her yanda dükkânlar… Hediyelikçi dükkânlar yoğunluktaydı. Halı mağazaları, butikler yine en fazla dikkatimi çeken dükkânlar olmuştu. Yar yar tezgâh açmış olan gençler vardı kaldırım kenarlarında. Bileklikler, yüzükler, incikler-boncuklar satıyorlardı. O dar sokakların kimi noktalarında gökyüzünü bile görmek hemen hemen imkânsızdı. Yapılar eskiydi. Ne varki her yan daha bir temiz görünüyordu gözüme. İstanbul’dan gelmiş olmamın doğal bir sonucu muydu bu algı, tam olarak bilemiyorum ama her yanın daha bir temiz olduğu gerçekti. Yat Limanında bir süre gezindikten sonra, o limanın doğu ucundan Karaalioğlu parkına çıkmıştım. Karaalioğlu parkı çok hoşuma gitmişti. Oldukça büyük ve temiz bir parktı. Parkın içerisinde birbirinden heybetli ağaçlar ihtişamlı bir şekilde Akdeniz’e nazır, sessiz, sakin bir şekilde duruyorlardı. Ve bir süre o yarım ay halinde olan seyirlik noktadan Akdeniz’i seyretmeye bıraktım kendimi. Bütün bir Akdeniz sanki ayaklarımın altındaydı. Hemen kafamı aşağıya sarkıttığımda, falez diplerine çöreklenmiş olan kayalıklar dikkatimi çekiyordu. Her biri birer küçük adacık gibiydi. Üzerlerinde insanlar oltalarını denize bırakmışlar, balık tutmaya çalışıyordu. Tam karşımda Bey Dağları… Bey Dağları bana ne kadar heybetli ve ihtişamlı gelmişti o zaman. Deniz hemen dibindeydi dağların ve denizle, dağ o mesafeden birbirinin parçası gibi görünüyordu. O eski Anadolu kentlerini andıran hali ile Antalya’nın sonraki yerleşim bölgelerinin Türk usulü yapıldığı belliydi. Plansızlık diz boyu idi. Ama Kale içinde daha bir derli toplu olma hali vardı. Sokaklar dar olsada dönemine göre ortaya çıkan yapılaşmada, son derece modern bir görünüme sahipti Kaleiçi. Ama dediğim gibi, yeni yerleşim bölgelerinin durumu tam anlamı ile iç karartıcıydı. Anadolu’nun diğer kentlerinden farkı olmayan bir yapılaşma vardı Antalya’nın yeni yerleşim bölgelerinde. Ve anladımki biz Türkler, kent mimarisi hususunda hayli yeteneksiz bir milletiz. Estetik yoksunu bir halimiz var.

O gün akşama doğru tekrar Örnekköy’e dönmüştüm. Örnekköy ferah bir ortamın sembolü gibiydi. Daha bir estetik yapılaşması vardı Örnekköy ve civarının. İnsanın gözünü tırmalamayan, daha bir modern tarzda bir yapılaşmaydı bu…

Henüz o yıllarda, yani 1988’li yıllarda, Lara kıyı bandında tek bir tane dahi yüksek katlı konuta rastlamamıştım. Bir tek Örneköy’ün hemen girişinde bulunan Ofo Otel vardı. Halen o yerinde aynen o zamanki hali gibi durur. Ne varki falez üstlerinde herhangi bir binaya rastlamak veya bir bina inşaatına tanık olmak söz konusu değildi. Yine o yıllarda falez üstlerine yapılmış olan birkaç tane beş yıldızlı otel mevcuttu. Talya, Dedeman, Falez ve Sheraton otelleriydi bunlar.

1988 yılı sonrasındada Antalya’ya sık sık gitmeye başlamıştım. Senede birkaç kez Antalya’ya gidiyordum. Sağlık görevlisi olan ablam, Antalya’ya tayin olmuştu ve Antalya’dan birde konut almıştık, aile boyu artık Antalya’ya taşınır hale gelmiştik. Annem ve babam yılın önemli bir bölümünü Antalya’da geçiriyordu. Bizlerde İstanbul’da, fırsat buldukça soluğu Antalya’da alıyorduk. Taaki 1994 yılı sonuna kadar bu durum böyle devam etti. Ve ben 1994 yılının sonunda tümü ile Antalya’ya yerleştim. 1988 ve 1994 yılları arasında Antalya’da öyle göze batar nitelikte bir yapılaşma söz konusu değildi. Yine o bakir halini koruyordu Antalya ve yavaş yaşam kentlerine dair bir örnek halide vardı Antalya’nın. 1994’ten sonra Antalya baş döndürücü bir hızla değişmeye başladı. Turizm yatırımları yoğunlaştı ve yeni yeni yapılan otellerle birlikte iş sahasının açılması sonrasında, kent alabildiğine göç almaya başladı. Bir tarafta birbirinden lüks oteller Antalya’nın tatil beldelerinde yükselirken, diğer bir tarafta, Antalya’nın kıyı kenar bölgelerindede gecekondular mantar gibi bitiyordu. Yolu dahi belli olmayan yeni yerleşim yerleri, kapitalist sistemin çarpıklığına dair en yalın görüntüleri önümüze koyuyordu. Pek tabiki bu yapılaşma hali, hiçbir zaman turistin dikkatini çekmiyordu. Mazıdağı etekleri, Kepez Altı bölgesi adeta gecekondulaşmanın merkezi oluyordu. Buna karşın rantı devasa boyutlara ulaşmış olan kıyı bantı, devasa binalara bağrını açmıştı. En nihayetinde Akdeniz’e nazır bir konutun değerine paha biçilemiyor ve Antalya’nın yerlisi olan toprak sahipleri, topraklarını bir bir müteahitlere, kat karşılığı olarak veriyorlardı. Bu ani yapılaşma trendine karşı ne yerel yönetimler bir şey yapabiliyordu, nede mevcut yasalarda bu pervasız yapılaşmayı engelleyecek yaptırımlar vardı. Kaldıki, yerel yönetimlerin tümüne nüfuz edenler, toprak sahipleri ve müteahhitlerdi.

2000’li yıllar geldiğinde Antalya iyiden iyiye doyuma ulaşmıştı. Nüfus yoğunlaşmış, iş sahaları genişlemiş ve buna karşın, kıyı sahil bandı yüksek binaların mekânı olmuş ve kenar semtler gecekondulara kalmıştı. Kenar semtlerde altyapı diye bir şey söz konusu değildi ve zaten birçok yerin tapusu yoktu. Halen Antalya kent merkezi etrafına kümelenmiş olan kenar semtlerin birçoğu tapusuz ve imarsız bir şekildedir. Sahil şeridi ve civarı ise alabildiğine yapılaşmaya, devasa binalara ev sahipliği yapar hale geldi. Yeni yeni bulvarlar açıldı, bulvar kenarlarına alış veriş merkezleri dikildi. Alı veriş merkezleri ile birlikte küçük esnafta adım adım yok olmaya başladı. Mercan kayalıkları üzerine inşa edilmiş olan 5M Migros ise tam bir doğa katliamı olarak Antalya’nın talan tarihindeki yerini aldı. Portakal bahçeleri bir bir yok edildi. Konyaaltı sahil şeridi büyük otellere terk edildi. Lara kıyı bandındaki falezlerin üstü devasa binalarla kaplandı ve adeta bir beton set şeklinde denizden gelen meltemin ılık esintisini yeniden, gerisin geri denize gönderdi.

1988’li yıllar ve 2000’li yıllar arasında Konyaaltı sahilinde denize girmek daha bir keyifli gelirdi bana. Sabah erkenden yürüyerek plaja inerdim ve günümün önemli bir zaman dilimini denizin kenarında geçirirdim. Plaj sadece hafta sonları yoğun bir şekilde kalabalıklaşır, hafta içerisinde ise plajda fazla insan olmazdı. 1990’lı yıllarda Antalya’ya geldiğimde, günüm sadece plajda geçiyordu. Zaman zaman denize giriyordum, diğer zamanlarda ise sadece kitap, gazete okuyordum. Konyaaltı Plajında okuduğum kitapların sayısını unuttum. Zira sabah saat 08.00 sularında başlayan plaj faslı, akşam saat 05.00 sularına kadar devam ediyordu. Şezlongun üzerinde denize nazır bir şekilde kitap sayfalarını çevirip dururdum. 2000’li yıllardan sonra Konyaaltı Plajı adım adım hızlı bir değişime doğru evirildi. Plaj sözüm ona daha modern tarzda bir yapılaşma ile Beach Parka dönüştürüldü. İçerisinde onlarca restaurant, kafe ve eğlence mekânın kurulduğu Konyaaltı Plajında, sahilin denize sıfır noktası plaj işletmelerine bir bir verildi. Artık plajın o kendisine has renkli şemsiye ve beyaz şezlonglarının yerini, değişik tarzda dizayn edilmiş oturma grupları, platformlar almaya başladı. Yüksek volümlü müziğin eşliğinde insanlar denize giriyor, kâh dans ediyor, kâh güneşleniyordu. O yavaş yaşam ve dinlence hali yerini daha bir sıradışı yaşama bırakıyordu. Yine aynı yıllarda Konyaaltı Belediyesi, kendi mıntıkasında bulunan ve Konyaaltı’nın bitip, Arapsuyu plajlarının başladığı yerden itibaren şimdiki 24 nolu plaja kadar tüm sahil şeridini bir inşaat firmasına yap işlet devret formülü ile yeniden yapılandırdı. Sahilde belli aralıklarla cafeler kuruldu ve bu cafelerin önünde yine şezlong şemsiye minvalinde plajlar şekil aldı. Yine bu plajların belli bölgeleri ücret ödemeden denize girmek isteyenlere tahsis edildi. Kendi şemsiyesi ile denize gelenler bu noktaları kullanıyordu. Ne varki o 1990’lı yılların naifliği kalmamıştı Konyaaltı kıyı şeridinde. Yaz aylarında günün her saati alabildiğine dolu oluyordu. İğne atılsa yere düşmeyecek cinsten bir kalabalıktı bu. Ne dinlence dinlenceye benziyordu, nede denize girmenin bir keyfi kalmıştı. Beach Park denen yerde eğlence dizboyu idi ama maddi durumu elverişli olmayanlar için tercih dilebilecek bir yer değildi Beach Park. Zira geçtiğimiz yıl kızımla birlikte gitmiş olduğumuz Beach Park’ta, kızıma servis edilen dört top dondurma için ödemiş olduğum ücret 25 Liraydı. Fahiş fiyat uygulaması diz boyu olmuştu Beach Park içerisinde. Aynı şey Konyaaltı Belediye mıntıkasındaki plajlar içinde söz konusuydu. Beach Park geleneğinden Lara Plaj bölgeside pek tabiki geri kalmadı ve yine 2000’li yıllar geldiğinde, benzer Beach Parklar Lara Plajlarınada kuruldu. Aynı şekilde buradada fiyatlar hayli yüksek tutuldu ve o ilk kurulduğu yıllarda fazla rağbet görmedi Lara Beach Park. Bir çok işletmeci, işletmekte olduğu bu mekânları bir bir devretmeye başladı. Yeni işletmecilerde aynen eskileri gibi sorunlar yaşadılar ve sanırım halen Lara Plajları ciddi anlamda sıkıntı çekiyor.

Antalya kıyı şeridinin yeniden yapılandırılmasının bir anlamda modernizasyonla olan bir ilişkisi vardır. Daha yeni yapılar, bu yapıların içerisinde misafirlere yönelik daha kaliteli servis ve eğlence hizmeti söz konusu oldu. Lakin, bencileyin o eski hali daha güzeldi. Doğal hali insanın ruhunu daha bir ferah tutuyordu bu bahsi geçen yerlerin. Ama şimdiki hali insanın uzak durmasına neden oluyor. Pek tabiki bir de talebin alabildiğine yoğun olması, rahat ve huzurlu bir tatil anlayışının önünde engel oluşturuyor. Pek tabiki kıyı sahil şeridindeki yapılaşmaya karşın, Konyaaltı’nın, Plajlardan iki yüz metre içerisinden itibaren çarpık yapılaşmada alıp başını gitti. 1998 senesinde Liman Mahallesinde oturuyordum ve o yıllarda çevre sessiz ve sakinliklere bezeliydi. Fazlaca bir yapılaşma söz konusu değildi. Şu anda ise iğne atsanız yere düşmeyecek düzeyde bir yapılaşma aldı başını gidiyor Liman Mahallesinde. Konyaaltı sahil şeridinde şu an için sadece üç adet beş yıldızlı otel ve onlarca üç ve dört yıldızlı otel mevcut. Üstüne üstlük Altınkum sahilinde bulunan Kent Meydanı’nın hemen yanı başında bulunan boş araziye adına “Çok Amaçlı Bina” dedikleri devasa bir yapıyı konduruyor Konyaaltı Belediyesi. Sanki marifet yapıyorlar. Konyaaltı denen ilçenin sanki arazi sorunu varmış gibi, böyle bir beton yığınını sahile kondurmayı akıl ediyorlar. Ne akıl ama… O güzelim sahil şeridi, basiretsiz yöneticilerinin ve kazançlarına kazanç katma sevdalısı olan yurdum insanının elinde tarumar oldu. Pek tabiki sadece Konyaaltı sahili tarumar olmadı. Büyükşehir Belediyesini eline dolayan Menderes Türel yönetimindeki Antalya kent merkezi, beş yıl içerisinde, içinden çıkılmayacak bir rezaletin kucağına bırakıldı. Alt geçit denen, ölüm geçitleri peydahlandı ve faaliyete geçtiğinden bu tarafa, bu alt geçitlerde onlarca insan yaşamını yitirdi, yüzlerce trafik kazası yaşandı. Hafif Raylı Sistem denen bir ucube Antalyalıların başına musallat edildi ve kent kent olmaktan çıktı. Rant sevdalısı yurdum insanı, kıyı şeridini beton yığınları ile donattı ve……….

Güzelim Antalya yerle yeksan olmuş durumda. Ve bu yıkımın ve görgüsüzlüğün adına, zamane literatürümüzde “gelişmek” deniyor.

Antalya’ya tümü ile yerleşmemin üzerinden geçen zaman içerisinde yapılan yatırımlardan sadece Kültür Park yatırımını takdir edebilirim. Antalyalılar için bir nefes alanı, ferah bir ortam Kültür Park. Hasan Subaşı’nın Belediye Başkanı olduğu dönemde, Sakıp Sabancı’nın üçmilyon dolarlık yardımı sonrasında hayata geçmiş olan güzel bir mekân. Cam Piramid Kongre ve Fuar Merkezi, Antalya Kültür Merkezi, Açık Hava Tiyatrosu ve Açıkhava Fuarı’nın bulunduğu bu alan şu anda Antalya’nın en verimli alanı.

Antalya’nın bu çarpık yapılaşmasından dolayı, uzun yıllardır kent merkezine girmemeye ahd etmiş birisiyim. Ruhum daralıyor Antalya kent merkezinde. Kent olma hüviyetini kaybetmiş bir kent. Sadece bir kent işte. Özelliksiz, soğuk ve sıkıcı…

İnternet sayfalarında bir haber gözüme ilişti. Antalya ile ilgili bir haberdi. “Antalya’nın sembolü olan Falezler, üzerindeki devasa yapıları taşıyamayacak durumdaymış.” Hiç şaşırmadım. Muratpaşa Belediyesi yapmış olduğu tetkikler sonucunda, falezler üzerindeki birçok yapının risk altında olduğunu Valiliğe bildirmiş. Bu yapıların bir an önce boşaltılması ve Falezlerin üzerindeki yapıların istimlak edilmesini öneriyor. Bence geç kalmış bir öneri. Evet… Falezler üzerlerindeki bu devasa yapıları taşımıyor, taşıyamıyor. Böyle bir yükü falezlerin kaldırması mümkün değil. Ama hangi akla hizmetse, falezlerin üzerine çok katlı konut müsaadelerini verenlerin aklı neredeydi? Bu gün olmasa bile mutlaka falez üstleri boşaltılacak. Yada doğa intikamını alacak.

 
Toplam blog
: 1509
: 1145
Kayıt tarihi
: 07.08.07
 
 

Yazarım... Okurum... Öğrencilik yıllarımda çok yazdım... Kompozisyon derslerinde yazdım... Duvar ..