Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Ekim '14

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Antik Roma'nın ve Rönesansın Başkentine Yolculuk -2-

Antik Roma'nın ve Rönesansın Başkentine Yolculuk -2-
 

Vatikan


“Romus ve Romulus’un yolculuğu bu” diye başlamıştım bu yazı serisinin ilkine. Bu da sonuncusu.  Sessiz ve sakin şehir Rimini’den, küçük ülke San Marino’ya, San Marino’dan aşkların şehri Venedik’e yolculuk etmiştik. Her gittiğimiz yerde bir parça bıraktık. Her gittiğimiz yer biz de bir parça bıraktı. Rimini’nin yollarında huzuru, saygıyı bulurken, San Marino’da mütevaziliği gördük. Yüzölçümü İstanbul’un bir semti kadar bile olmayan büyük bir ülkeydi aslında. Yürüyerek bitebilen, bakarak doyulan, gezmesi sadece birkaç saatlik olan bir ülke. Ya Venedik’e ne demeli? Sular altında kalan bir masal ülkesi adeta. Böylesi bir yer ruhumuzda hiç iz bırakmaz mı? Bıraktı bırakabildiği kadar… Aşık olduk olabildiğimiz kadar. Aşk denince akla Paris, Londra, Madrid gelir ya. Üstelik bunlar bir ülkenin başkentleridir, akla gelmeleri de oldukça olağandır. Ama bir ülkenin başkenti olmadığı halde bir adacıklar şehri aşkın ta göğsüne nasıl saplanır? Bu şehri görmeden cevabını bulmanızda zor.

Rimini, San Marino ve Venedik’i arkamızda bırakırken gezimizin son günlerine de yaklaşıyorduk. Rimini’yi arkamızda bırakmamıştık elbette çünkü 2 haftalık gezimizde bu şirin, küçük, sayfiye şehrinde kalıyorduk. Ama artık bir ayrılık sürecine giriyorduk. Son iki günümüz Roma’da geçecekti zaten. Sonra Rimini’ye gidilecek, oradan Bologna’ya, ve sonrasında da Türkiye’ydi istikametimiz.   

Şimdi sıra Türkiye’de dönmeden önceki son iki şehirde…

Rönesansın başkenti Floransa ve imparatorluğun başkenti Roma …

FLORANSA

Yağmurun güzelleştirdiği şehir… Öyle bir yağmur ki şehri baştan aşağı yıkıyor, o heybetli mimarilerin ihtişamını arttırıyordu. Michaelengelo ve Leonardo’nun doğduğu şehir burası… Bu iki isim nerede doğsa orası dünyanın en sanat dolu şehri olurdu hiç kuşkusuz. Bu Floransa’nın kısmeti. Floransa’yı doyulamaz bir şehir yapan Michaelengelo ve Leonardo’ya selam olsun.

Yağmurun güzelleştirdiği şehir demiştim ama yağmur demek bizim için fazla bir yer gezememek demekti. Yağmur demek bir yere hapsolmak demekti. Sadece yağmur yağar, siz beklerdiniz. Biz de öyle yapmak zorundaydık. Bundan dolayı haftalarca gezilecek bir şehri sadece 5-6 saatlik bir zaman dilimi içinde gezebildik. Her yağmur yağdığında piyasaya çıkan göçmen Afrikalılardan şemsiyeler alındı. Yağmura rağmen dayanabildiğimiz kadar dayandık.

Floransa, Avrupa’nın uyanışı olan ve büyük bir medeniyet olarak ortaya çıkmasını sağlayan Rönesansın başladığı şehir. Ayrıca Floransa Avrupa’nın önemli ticaret merkezlerinden birisi. Sanat ve ticaretin bu kadar yoğun olduğu bir şehirde elbette turizmde zirveye çıkıyor. Şehirde çok sayıda turist görmek mümkün.

Floransa’da fotoğraf makinenizin deklanşörünün durması mümkün değil. Çünkü her bir yeri enfes bir fotoğraf karesi. Heykellerindeki o muhteşem sanat, mimarideki o barok ve kısmen gotik yapıtlar sizi büyülüyor. Eğer giyimlerimiz, teknolojik ürünlerimiz olmasa kendinizi 14. Yüzyılda yaşıyor zannetmeniz pekala mümkün.

 Floransa Katedrali (Basilica Di Santa Maria Del Fiore),  Michaelengelo Meydanı (Piazzale Michaelengelo), Santa Croce Meydanı bizim gezebildiğimiz yerler. Bunun gibi onlarca gezilecek yer var. Floransa Katedrali, Floransa’nın simgelerinden olmuş bir baş yapıt. Oldukça gösterişli bir bazilika. Arnolfo Di Cambio tarafından 1296 yılında yapımına başlanmış yaklaşık olarak 150 yıl sonrada bitirilmiştir. O ünlü turuncumsu kubbenin mimarı Filippo Brunelleschi’dir. Yapı gotik mimarinin de en iyi örneklerinden birisi olarak gösterilir. Mimarisinde Romenesk unsurlarda dikkat çekmektedir.

Santa Croce Meydanı oldukça kalabalık bir meydan. Burayı sessiz ve tenha görmeniz pek mümkün değil. Meydanda kahve içebileceğiniz yerler var. Yeri gelmişken söyleyeyim; İtalya’da en çok “Cafe Macchiato”  denilen kahve türü tüketiliyor. Ülkemizde de bu kahve türü var. Ama İtalyanlar bunu çok daha küçük bir bardakta ve genelde bal ile ikram ediyorlar. Santa Croce Meydanı’na ismini veren Santa Croce Bazilikası (Basilica Di Santa Croce) Gotik mimari tarzıyla dikkat çekmektedir.

Floransa’yı en iyi görebileceğiniz yerlerden birisi de Michalengelo Meydanı (Piazzale Michaelengelo) Bu meydanda büyük bir Apollon heykeli bulunuyor. Tabi ki heykeltıraşı Michaelengelo… Buradan Floransa’nın Rönesans kokan o silüetini temaşa etmeniz mümkün. Floransa Katedrali bu silüetin en önemli parçası. Gerçekten etkileyici bir manzara…

Michalengelo Meydanı’ndan son bir kez Floransa’ya bakıyor ve artık veda ediyoruz. İstikametimiz imparatorluk başkenti, Romus ve Romulus’un yolculuğunun başladığı, kadim medeniyetlerin ev sahibi Roma.

ROMA

Bir arkeolog olarak, yıllarca derslerde gördüğüm, sanatından mimarisine kadar dünya mirasına yapmış oldukları katkıları hayranlıkla okuduğum, bu bilgilerden sınava girdiğim dünyanın en etkileyici imparatorluklarından birisi olan Roma İmparatorluğu’nun başkentine gelmek benim için anlatılması zor ama bir o kadar da heyecan vericiydi. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethettiğinde söylediği “Biz Selçukluların varisi olduğumuz kadar Roma’nın da varisiyiz” sözü aklımın bir ucundaydı. Bir büyük medeniyeti ziyaret eden bir başka büyük medeniyetin çocuklarıydık bizler.

Roma’da tarih tamamen nefes alıyor, bir canlı gibi yaşıyor. O kadar canlı ki, Roma gibi büyük bir şehirde sadece 2 tane metro hattı var. Çünkü yerin altı tarih kaynıyor. Onlar o tarihe gerekli özeni gösterdiklerinden o karmakarışık trafiklerini rahatlatacağı halde başka bir metro hattını bu komple tarihi sit alanı haline dönmüş şehrin altından geçirmiyorlar bile. Modern hayatın çok nadiren tarih önünde eğildiği bir şehir Roma…

Roma’ya iki ayrı araçla geldiğimiz için toplanma yeri olarak Yargıtay binası olarak bilinen Corte suprema di cassazione ‘ belirledik. Yargıtay binası oldukça ihtişamlı bir bina. Heykeltraşlığın ve mimarinin yoğun bir işçilikle harmanlandığı dikkat çekici bir yapı. Burada diğer araçla gelen arkadaşlarla buluştuktan sonra ünlü Tiber nehrinin üzerinden geçen bir köprüden yolumuza yürüyerek devam ettik.

Roma’da bize bir Arnavut olan Denis Bey mihmandarlık etti. Roma’nın görülmesi gereken yerlerini, tarihi bilgiler ışığında anlattı. Denis Bey, Arnavut olmasına rağmen Türk okullarında yetişmiş ve Türkçeyi oldukça güzel konuşan birisi.

Denis Bey’in yönlendirmesiyle ilk istikametimiz Vatikan’dı. Ama Vatikan’a giderken Aziz Melek Köprüsü (Ponte Sant’Angelo) ve o köprünün istikametinde bulunan Aziz Melek Kalesi (Castel Sant’Angelo) bizi karşıladı. Aziz Melek Kalesi bir dönem hapishane olarak da kullanılmış. Bu nedenle bu gösterişli kalenin altında işkence odaları bulunuyor. Ama bizim fazla vaktimiz olmadığı için bu kaleyi gezme fırsatı bulamadık. Bol bol fotoğrafını çekebildik.

Vatikan’ı yazımın son kısmına bırakıp diğer yerleri anlatmaya devam ediyorum…

Roma’ya gelip pizza yememek olmazdı. Yuvarlak mimarisiyle küçük ama oldukça şirin bir kilise olan Santa Maria Della Pace’nin bulunduğu caddede oldukça güzel ve yaklaşık 200 yıllık olan bir pizzacı da pizza yedik. Tabi dini hassasiyetlerimiz gereği peynirli ya da sebzeli-meyveli pizza yemeyi tercih ettik. Armutlu pizza siparişi de verdik ama pek damak tadımıza uygun değildi. Bu pizzacının yaklaşık olarak 200 yıllık olduğunu söylemiştim. Pizzacı geçmişine o kadar saygılı ki dükkanının 200 yıl önceki mimari unsurlarını göstermek için bazı yerlerde duvarına sıva atmamış ve eski mimari unsurları göstermiş.

İtalya’da bir çok şehrin bir çok meydanı var. Roma’da ise bu meydanların sayısı yüzleri buluyor. Bizde bu meydanlar içinde en ünlülerden birisi olan Piazza Navona meydanına gittik. Heykeltraş Bernini’nin Nehirler Çeşmesi (La Fontana Dei Fiumi) tüm ihtişamıyla meydanın ortasında arz-ı endam ediyor.

Ve işte Roma’da en çok merak ettiğim birkaç yapıttan birisi Pantheon… Ayasofya yapılana kadar kubbesi en yüksek olan mimari eser bu. 12 büyük Roma Tanrısının evi. Derslerde gördüğümde büyülendiğim, etkilendiğim bu yapıtı ne yalan söyleyeyim daha ihtişamlı bekliyordum. Sandığım gibi değildi. Ama girişiyle o tapınak mimarisinin etkileyiciliği sizi sarıp sarmalıyor. 12 büyük Tanrının her birinin heykeli nişleri süslüyor. İçerisi kasvetli, soğuk bir yapısı var. İç sütunlar da dış sütunlar kadar sağlam bir görünüm sağlıyor tapınağa. Yerim az olmasa daha çok şey yazılabilir Pantheon tapınağı için, tarihi öneminden, mimari değerinden bahsedilebilir ama maalesef ki bana ayrılan yer Pantehon tapınağını anlatacak kadar çok değil.

Dar sokaklardan geçerek, kısa bir yürüyüşten sonra karşımıza tüm güzelliğiyle Aşıklar Çeşmesi, Trevi Çeşmesi olarak da bilinen “La Fontana Di Trevi” çıkıyor. Çok kalabalık. Çeşmenin yanıbaşında bulunan merdivenlerde yer bulmak mesele. Fotoğraflar hiç susmuyor. Kendisini, Trevi çeşmesinin yanında konumlandırıp çekenler, özçekim yapanlar, salt trevi çeşmesinin fotoğrafını çekenler hiç eksik olmuyor. İnanışa göre Trevi çeşmesine gelen bir bekar kişi çeşmeye arkasını dönüp para atar ve bir daha arkasına bakmaz. Böylece aşkı bulacağına inanılır. Burada çok sayıda dondurma satan dükkanlarda var. Zaten genellikle insanlar ünlü Roma dondurmasını alıp burada Trevi çeşmesini seyrediyorlar. Biz de bu gelenekselleşmiş adete uyduk. Trevi çeşmesini nam-ı diğer Aşıklar Çeşmesini seyre koyulduk.

Gladyatör savaşları deyince insanın aklına ilk neresi gelir? Hiç kuşkusuz Colosseum. Roma’nın adeta simgeleşmiş bir yapısıyla karşılaşmak heyecan vericiydi. Dünyanın yedi harikasından birisi, dünyanın en çok turist çeken mekanlarından birisi burası. İmparator Vespasianus’tan, İmparator Titus’a kadar uzanan bir süreçte anca bitirildi. Titus’un sesi çağları aşıp bugüne geliyor. Antik çağda burada sadece gladyatör savaşları yapılmıyordu. Tiyatro ve müzik gösterileri de yapılıyordu. Hatta rivayet odur ki sahne binası suyla doldurulup deniz savaşlarının anlatıldığı oyunlarda sahneleniyordu. Hayal edince ne muazzam bir görüntü…

Vatikan

Dünyanın en küçük dini ülkesi. Hristiyanlığın merkezi. Orta Çağ savaşlarının yönetim kulesi. Zaman içinde reform ve Rönesans hareketleriyle önemini bir miktar kaybetse de yine de Hristiyan dünyasının göz bebeği. Şu anda bu ülkenin başında Papa I. Franciscus bulunuyor.

Vatikan’ın bizim tarihimiz açısından haçlı savaşlarının yönetilmesi bir yana aynı zamanda Şehzade Beyazid’in de Osmanlı’daki taht kavgaları neticesinde sığınmış olduğu bir ülke. Vatikan müzesinin arkasında bir lojman gibi hizmet veren binaların birisinde Şehzade Beyazid, misafir edilmiş. Bu lojman binalarını gezmek yasak. Ama zaten Vatikan müzesi tek başına yetiyor. Öncelikle Vatikan müzesine girmeden önce sizi baya uzun bir kuyruk bekliyor. Ama kuyruk korktuğunuz gibi değil. Çok çabuk ilerliyor. Yaklaşık 10 dakika sonra kendinizi içeride buluyorsunuz zaten. Yoğunlukta olarak Rönesans dönemi resim tabloları, Hz. İsa ve havarilerinin resmedildiği tablolar, cennet-cehennem tasvirleri, bazı ölmüş papaların mumyalı halleri ve o eşsiz mimarisiyle birlikte iç mekan tasarımı sizi zaten yeterince doyuruyor.

Rimini, Venedik, Floransa, Roma ile İtalya şehirleri turumuz biterken araya bir de küçük ülke San Marino’yu sığdırmıştık. Yazının başlığında olduğu gibi İtalya, rönesansın başkentiydi. Bu topraklarda doğmuştu. Sanatıyla, mimarisiyle, dokusuyla modern çağın ortasında Leonardo’nun, Michalengelo’nun, Brunelleschi’nin, Alberti’nin sesleri hala çok güçlüydü her an bir katedral, her an bir hz. İsa figürü, her an bir trevi çeşmesi yapacak kadar oradaydılar. Onların seslerini duyduk biz.

Yakın çevreme de dediğim gibi İtalya’yı görmeden Avrupa’yı gördüm demek mümkün değil. Ama İtalya’yı gördüm deyip Avrupa’yı gördüm demek mümkün…  İtalya, bir medeniyetin göz bebeği. İnsanlık tarihinin en güzel numunelerinin sahneye konduğu bir ülke… Açık hava müzesi gibi…

Bir büyük medeniyetin çocukları olan bizlerden, bir başka büyük medeniyetin çocuklarına selam olsun…

 
Toplam blog
: 6
: 572
Kayıt tarihi
: 04.06.14
 
 

Akdeniz Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Klasik Arkeoloji Bölümü Mezunu Arkeolog Sinad..