Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Mart '22

 
Kategori
Öykü
 

Apartman magandası

Kara İbo, iyice küçülmüş izmaritten son bir nefes çekti. Sigarayı içmiyor, emiyordu sanki! Art arda yaktığı sigara yüzünden parmakları kınalıya çalıyordu. İzmariti balkondan aşağıya fırlattı. Kimin çamaşırına, kimin kafasına ya da saksısına düşerse artık! Sandalyesini gıcırdatarak kalktı, dirseklerini balkon demirine dayayıp, yola baktı.

Uzun boylu, zayıf, esmer bir adamdı. Uzun yol kamyon şoförüydü. Adana’dan, Mersin’den, Antalya’dan İstanbul’a meyve sebze nakliyatında çalışıyor; malı hale boşalttıktan sonra, nakliye şirketi yeniden çağırıncaya kadar eve uğruyordu.

Üyelerinin çoğu nakliyecilerden oluşan bir kooperatif apartmanının dördüncü katında, duvarları rutubetten kapkara olmuş bir daire almış; karısı Remziye ve dört çocuğunu köyden getirip bu daireye tıkmıştı. Yoldan geldiğinde hizmetini görecek, önüne sıcak yemek koyacak, ona çocuk doğurup, sonra da onları yüksünmeden tek başına büyütecek bir kadındı Remziye! Hizmette kusur etmediği sürece köyde çift çubukla uğraşmak yerine, apartmanda yaşayacaktı. Daha ne olsun?

İbo, sırtında rengi neredeyse sarıya dönmüş bir beyaz atlet, ayağında çizgili pijamasıyla kıllı kollarını paslı balkon demirine dayamış, öylece yola bakıyordu. Belli ki bir beklediği vardı. Sesli sesli boğazını temizledi, aşağıya tükürdü. İçeride sofra hazırlayan karısına seslendi:

“Dalga geçme ulan! Rıdvan düşer birazdan!”

Remziye’nin eli ayağına dolandı. Ferhat, salıncağında uyanıp ağlayacak zamanı bulmuştu! Daha üç aylıktı kerata ama borazan gibi sesi çıkıyordu maşallah! İki buçuk yaşındaki Fuat da kardeşinin yaygarasından uyanıp ağlamaya başladı.

Remziye, ağzında ısladığı emzikleri çocukların ağızlarına tıkıştırıp mutfağa koştu. Ferhat, emziği mırıl mırıl emerek susmuştu ama Fuat ağlamaya devam ediyordu. Remziye yeniden çocukların yanına koştu; Fuat’ın emziğini sinirli bir tavırla yeniden çocuğun ağzına tıkıştırdı. Çocuk korkuyla annesine baktı, başını yastıkta yana çevirdi, iç çekerek gözlerini yumdu, sustu. Remziye yeniden mutfağa koştu. Ekmeği hırsla keserken: “Allah’ım, al canımı! Al canımı da kurtulayım!” diye söyleniyordu. Zilin sesiyle irkildi. İbrahim’in arkadaşı Rıdvan gelmiş olmalıydı. “Zıkkım içesice! Eve ayda yılda bir uğruyor, bir de serseri arkadaşlarını dolduruyor eve!” diye iç geçirdi. Neyse ki adamların sofrası hazırdı. Kapıyı açmaya koştu. İbo, çoktan kapıyı açmıştı bile.

Kir pas içindeki Serhat’la Nihat suçlu suçlu önce babalarına, sonra analarına baktılar. Altı yaşındaki Nihat, kendini savundu:

“Anne! Valla ben itmedim bunu çamura! Emine teyzenin oğlu var ya Okan… İşte o itti! Ben de ona vurdum; beni de itti!”

Kara İbo, karısı Remziye’nin kafasına bir fiske attı:

“Ne biçim anasın sen ulan? Şu çocukların haline bak! Al şunları, götür gözümün önünden!”

Remziye çocukların bileklerinden yakalayıp iki elinde iki file taşıyormuş gibi kaldırarak banyoya götürdü. O çamurlu ayaklarıyla koridordaki kilime basmalarına izin veremezdi. Dört yaşındaki Serhat, oltaya takılmış balık gibi çırpınıp duruyordu havada. Anaları banyoda çocukları yere indirip enselerine birer şaplak attı.

“Değmeyin hiçbir yere!” diye tartaklayarak onları soydu. Duvara dayalı koca naylon leğeni ortaya getirip çocukları leğene soktu. Banyo kovasına musluktan su doldurup suyu azıcık ılıştırdı. Maşrapayla kovadan leğene su doldurdu. Beli lastikli basma eteğinin uçlarını kaldırıp, ıslanmasın diye beline sokuşturdu. Kalıp sabunu aldı lavabodan, kafalarına vura vura çocukları yıkamaya başladı. Ağlamaya kalkışanın ağzına elinin tersiyle basıyordu şamarı!

Nihat, gözlerini iyice yummuş, boyun damarlarını şişirmiş, kafasından aşağı maşrapayla dökülen her sıcak suyla sesini bastırmaya çalışarak cızırtılı bir sesle ağlıyordu. Serhat ise kafasına kalıp sabun indikçe, sıcak sudan derisi yandıkça basıyordu yaygarayı. Remziye:

“Sus! Baban duyarsa gelir şimdi, üçümüzü de pataklar!” diye, oğlanın kaba etlerini çimdikledi.

“Babanızı buraya getirirseniz, o gidince ben size ne yapacağımı bilirim, kemiklerinizi kırarım, gebertirim sizi, başımın belaları!” diye de azarladı.

Kara İbo, çocukları döverken gözü dünyayı görmezdi. Hele içkiliyse… Ama analarının ufacık bir fiske vurmasına bile katlanamazdı. Basardı Remziye’ye tokadı!

Remziye, çocukları birer rengi dönmüş eski havluya sardı, ite kaka odaya soktu. Somyenin altından temiz çamaşır sepetini çekti; çocuklara uygun birkaç pılı pırtı çıkardı, onları hırpalayarak giydirmeye koyuldu. Serhat, fanilasının kolundaki yırtığa işaret parmağını takmış, sıcak sudan ve ağlamaktan kızarmış gözlerini anasına dikmiş merakla bakıyor, bir yandan da yırtığı büyütmenin keyfini yaşıyordu. Remziye bunu gördü. Çocuğun parmağını fanilanın yırtığından çekip, ellerine bastı tokadı. Serhat ağlamak üzere dudaklarını büzdüyse de aklına babasının duyacağı geldi, ağlamadı. Yine de gözlerinden boncuk boncuk süzülen yaşları engelleyemedi. Bu arada Fuat uyanmış, yattığı yerde doğrulmuş, ağabeyleriyle annesine bakıyordu.

Nihat, pantolonunu giydiren annesinden kurtuldu, bir iki adım ötede yere düşmüş emziği kaptı, Fuat’ın ağzına tıkıştırdı. Annesi hep öyle yapıyordu. İki ufaklıktan hangisinin emziği düşmüşse, ağzına emziğini tıkıştırıyordu. Yere düşen emziği görüp kardeşinin ağzına tıkıştırdığı için annesinden aferin beklerken kıçına yedi tokadı.

Pantolonun tek paçasını giymişken emziği görüp ileri atıldığı için, pantolonunun ağı sökülmüştü.

Serhat annesinin öfkesinin ağabeyine yönelmesini fırsat bilip:

“Ben acıktım! Hem de susadım!” dedi. Remziye kızdı:

“Patlamadın ya! Bekle! Babanla arkadaşı gidince yersiniz. Şimdi size yemek hazırlayamam. Belki bir şey isterler benden! Bu odadan çıkmayın sakın! Uslu uslu oturun; kardeşleriniz uyanırsa onları oyalayın!” dedi.

Odadan çıkarken yüzünü ateş bastığını, sırtından ter süzüldüğünü hissetti. Çocuklarla uğraşırken, Rıdvan’ın geldiğini bile duymamıştı. İki kamyoncu, çoktan sofraya oturmuşlardı bile. Remziye kapıyı aralayıp Rıdvan’a “hoş geldiniz” dedikten sonra İbrahim’e sordu:

“Ben çocukların yanındayım. Bir ihtiyaç var mı? Bir isteğiniz olursa seslenirsin bir zahmet!”

Kara İbo karısına cevap vermedi. Elinin tersiyle gitmesini işaret etti. Öbür elinde tuttuğu bardağını, arkadaşının bardağıyla tokuşturmaya uzattı. Çay bardağında rakı içmenin havası bir başka oluyordu. Remziye sessizce kapıyı kapattı, çocukların odasına çekildi.

Kafayı bulunca İbo’nun nutku açıldı:

“Arkadaş! Bazen tepem atıyor. Ulan Kara İbo, diyorum, icabında! Ne işin var senin, diyorum apartmanda! Senin mekânın da vatanın da anasını sattığımın yolları! Sanki ben oturuyorum bu apartmanda! Ufacık dört velet bir de bizim kaşık düşmanı… At bir gecekonduya, otursun işte orada. Kadın kısmına yüz vermeye gelmez! En iyisi bile sopadan anlar bunların! Yorgun argın geliyoruz icabında, anladın mı? Kırk yılda bir düşüyoruz çoluk çocuğun yanına. Bir bakıyorum, evin içi it oynamış yonca tarlası! İşin yoksa çocuk zırıltısı dinle! Basıyorum sopayı! Bir de Allah ömür verirse üç aylık bir oğlan var. Ona kıyamıyorum bir tek… Sesi de borazan gibi keratanın! Gece yarısı bir başlıyor ağlamaya… Ne uyku kalıyor insanda, ne sinir! O zaman da anasından alıyorum hıncımı.”

İbrahim, içtikçe coştu… Coştukça çenesi düştü! Rıdvan’ın da İbo’dan kalır yanı yoktu. İki uzak yol şoförü anlattıkça, anlattı. Çoluk çocuktan başladılar; konu, yol maceralarına kadar gitti.

Sonunda masadan kalkıp Selahattin’in kahvesine ‘yanık’ oynamaya yollandıklarında, çocuklar da Remziye de aç acına uyuyakalmışlardı.

http://www.kucukisler.com

 
Toplam blog
: 142
: 969
Kayıt tarihi
: 04.07.08
 
 

Yaşam, sorulardan ve yanıtlardan oluşmuş. Her soru, aynı zamanda kendinin yanıtı... Çift yumurta ..