Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Aralık '13

 
Kategori
Estetik / Güzellik
 

Aradığımız güzellik ve estetik mi, yoksa hayallerimiz mi?

Aradığımız güzellik ve estetik mi, yoksa hayallerimiz mi?
 

Antakyalı Mehmet Cemil, ülkedeki savaş ortamından yorulmustur ve bu yüzden 1919 yılında İskenderun Limanından kalkan bir gemiyle dünyayı dolaşmaya karar verir. Gittiği her ülkede bir süre kaldıktan sonra, önce Güney Amerika’ya ardından Güney Afrika’ya gelir. Tarihler  1928 yılını gösterdiğinde Gine’nin başkenti Conackry’ye gelmiştir. Buraya yerleşmeye karar verir.

Fransızca bilen ve bir Fransız sömürgesi olan bu ülkede post ticareti yapmaya başlayan Mehmet Cemil, ayrıca bölgedeki değerli taşları başka ülkelere satarak sürdürür yaşamını. Bir gün derede çamaşır yıkayan genç bir kız görür ve gördüğü anda büyülenir. Birkaç gün sonra Kasambiy denilen köyde daha önce derede gördüğü kız, bir rumba dansı yapmaktadır. Bu kız, Gine’nin dört büyük kabilesinden biri olan Bagaların lideri Morlaye Camara’nin kızı olan Fatumata’dır. Güzelliği, neşesi ve dans yeteneği ile kabilede herkesin hayranlığını kazanan siyah derili Fatumata’ya aşık olan beyaz Mehmet Cemil, bu kızla evlenmek ister ancak babası beyaz bir gence kızını vermek istemez, ama pes etmeyen aşığımız, sonunda amacına ulaşır ve evlenirler. Sözü edilen Fatumata, ünlü dansçı ve kareograf Sait Sökmen’in annesidir.

Mehmet Cemil’in orada aslında neyi görmüştür ? Güzel bir kız mı ? Yoksa nedenini açıklayamadığı bir aşkla bağlandığı ve hiçbir karşılık beklemeden sevdiği genç bir kızı mı? Hiç kuşkusuz öncelikle gördüğü güzel ve siyah bir genç kızdı ama aşkı hayal etmiş, istem dışı kurgulamış ve böylece yıllarca sürecek bir sevgiyi de hak etmiş ve ödülünü de almıştır.

Güzellik her zaman bir avantaj mıdır?, Öyle gözüküyor ancak bu güzelliği nasıl tanımladığınıza da bağlı bir olgudur. Hayallerimizi zorlayan bu gerçek öyküde gerçekleşen şeyin, bir güzelliğin sınır tanımayan bir aşkı ateşlemiş olabileceğini ve insanların yazgılarını derinden etkilyebileceğine tanık oluyoruz. Herkesin kendine göre bir güzellik algılaması vardır, Mehmet Cemal’in de vardı ama bu konuda hepimizin aynı anda uzlaştığı bir ortak payda da olmalıdır.

Peki ideal bir güzellik var mıdır ? Platon, güzelliğin mutlak olduğunu, ideal bir güzelliğin var olması gerektiğini açıklar. Güzellik, güzel kadın duyumunun ideal formudur. Buna göre, güzellik, duyumların ötesinde varolan ve tek tek güzellik duyumlarını şekillendiren bir idea'dır. Plotinus'a göre güzellik, ilahi aklın dünyadaki yansımasıdır. Aristoteles, "güzel olan, salt kendisi için arzulanabilir olandır" der. Ayrıca ona göre, güzellik matematiksel bir orantı gibi ele alınır. Güzel olan kavranabilir olmalıdır ve bu da oran ve ölçü ile ilgilidir.

Güzellik insanların çoğunda hoşnutluk ve sempati uyandıran biçimsel bir duruş gibi gözükse de daha derinlerde farklı anlamları olan subjektif bir değerlendirme gibi gözüküyor. Eski Yunan filozoflarından Plotinus güzelliğin ilahi aklın eşya alemindeki ışıltısı olarak tanımlamıştı. 19. yüzyılda Alman filozof Hegel'e göre güzellik, doğanın kendisinin bütünündeki mutlak ruhun görüntüsüydü. Immanuel Kant, güzelliğin subjektifliğini vurguladı, ancak onun sadece duyumsama ile ilgili değil, kişinin güzel ve çirkin ile ilgili yargılarının sonucu olduğunu ortaya koydu. Bu noktada şu soruyu sorabiliriz. Güzel olan bakılana değil, bakana göre mi belirlenir ? yoksa, bakana değil bakılana özgü olan ve simetri, oran gibi matematiksel formüller mi vardır? örneğin güzellik yarışmalarında bu kural geçerlidir ve kadın yüzü ve vucudunda dıştaki güzelliği ölçmek için varolan simetrik ve matematiksel ölçüler  kullanılır.

Güzelliğin kavranılabilir tek kaynağını yine de doğal görünüşlerin meydana getirdiğini söylemeliyiz. Doğal olan ya da doğaya göre donanan,  doğanın biçimlerini,  oranlarını, düzenlerini yeniden meydana getiren ya da benimseyen herşey güzel sayılır,  güzel diye algılanır. Güzellik izleniminin başka kaynağı olamaz. Ama İdeal güzelliğe yakın olmayan insanlar toplumdan dışlanabiliyorlarda. Buna en iyi örnek Victor Hugo'nun Notre Dame'ın Kamburu romanındaki çirkin görünümlü Quasimodo’nun ortalamadan farklı olması ve bu nedenle toplumdan dışlanmasıdır. Araştırmacılara göre hoş görünümlü öğrenciler öğretmenlerinden sıradan öğrencilere göre daha yüksek notlar almaktadırlar. Ayrıca çekici hastalar doktorlarından daha iyi bakım alırlar. Çalışmalar, yakışıklı suçluların, kendilerinden daha az çekici özellikteki suçlananlara göre daha hafif cezalar aldıklarını gösteriyor. ABD'deki CNN internet sitesinde bahsedilen, London Guildhall Universitesi'nin 11,000 denek üzerinde yaptığı araştırmaya göre normalden daha az çekici sayılan erkekler çekici olanlardan %15 daha az kazanırken ortalama bir kadın çalışan, çekici olan rakibesinden  %11 daha az kazanmaktadır.

Bu durumda güzellğin değil ama çirkinliğin bir sorun olduğu ya da olabileceği oldukça açık. Öte yandan farklı algılamalarda söz konusu olmuştur. Örneğin 1800'lü yıllarda yapılmış bir Goya tablosundaki tombul görünüşlü güzel kadın tasviri ile günümüz süpermodelleri arasındaki  fark siyahla beyaz arasındaki  fark gibidir. Toplumların beğenileri  zaman içinde farklılaşmıştır ama 1950` lerdeki giyim tarzları, makyaj, kadın ve erkek giyimi aksesuarları 1980 lere ve bugüne yani 2000’ li yıllara göre çok değişmiştir  ve biz beğenilerimizi  o zamanların estetik değerleri içinde algılanmaya programlanmış bir hayatın içinde şekillendiririz.

Demek ki güzelik anlayışı değiştirilebilir ve yönlendirilebilir bir olgudur. O zaman bugünün güzellik standartları da değişmeye mahkum gözüküyor. Ancak hiç değişmeyecek şeyler de var. Çünkü araştırmalara göre büyük gözler ve açık ten rengi bütün kültürlerde güzel bulunmuş. Bu  bizi Platon’un salt bir güzellik ölçüsünün olabileceği gibi bir varsayıma götürse de, güzelliği yaratan şeyin sadece simetrik ve ideal ölçüler değil, sizin onu nasıl anlamlandırdığınız noktasında düğümleniyor.

Güzelliğin binlerce tanımı yapılsa da bu satırların yazarı olan benim icin bir gerçeğin keşfidir, size odaklanan ve sizi seven, beğenen tüm olumsuzluklara rağmen sizin ruh dunyanızı zenginleştiren, onu dekore eden kişi güzel olmalıdır. Örneğin, çirkin olduğu söylenen transandalist  H.D.Thoreau’ nun komsusu onun icin ”uzun burunlu tuhaf, gizli dış gorümümüne son derece uygun saygılı ama inceliksiz taşralı tavrına sahip çirkin mi çirkin, biri “ olarak anlatıyordu. Thoreau gerçekten de nadiren banyo yapar, darmadağın saçlarını nadiren tarar, giysilerini nadiren değistirirdi. Sofra adabından yoksunluğu ile ün saldığı söylenirdi. Bazen parmaklarıyla yemek yer ama insanlar onun bu kusurlarını görmezden gelirdi .Bir arkadaşı onun bu durumuna karşın “Çirkinlğinin dürüst ve hoşa giden bir yanı var ve ona güzellikten daha çok yakışıyor”  diye söylemişti. Öte yandan  bu çirkinlğine rağmen Amerikalı yazar Louisa May Alcott ona aşık olmustu ve ” dikkatli bakan biri kusurlarının ardında mükemmel  bir adamı oluşturan o muazzam hatları görebilir,” demişti. Bu durum ünlü Rus yazarı Tolstoy için de geçerliydi. Henüz otuzlu yaşlarındaki  Tolstoy evlenip yerleşmek ve normal bir hayat sürdürmek için fazla yaşlı ve çirkin olduğuna inanmıştı. Bir doktorun kızı olan Sofia Andreyevna onunla evlenmeye razı olunca hayrete düştü, çünkü kendisini çirkin olarak düşünüyordu, belki öyleydi ya da değildi ama bu Sofia için bir anlam taşımamıştı.

Güzellik kavramına bir başka yaklaşım ise besteci ve eleştirmen Robert Schuman’dan gelmiştir. Ona göre, iki çeşit güzellik vardır, doğal ve şiirsel. Schuman, müzikte veya başka bir sanatta her iki türlü güzelliğinde ortaya çıktığını ama doğal güzelliğin duyumsanan zevkler olduğuna işaret eder.

Şiirsel güzellik ise doğal güzelliğin bittiği yerde başlar. Benim bu aşamada, sormadan geçemeyeceğim soru şudur. Sanatçıların aradığı hangisidir? Gerçeği mi ararlar yoksa aradıkları gerçeğin sadece bir yansıması mıdır? Bir iliüzyon mudur yaptıkları? Onlara bu noktada ne kadar güvenmeliyiz?  Bizim işimize yarayan bir güzellikten söz etmeyen sanatçı duyarlılığı karşısında bizler bir düşler tarlasına atılan ve orada yaratılan bir başka güzelliğin kurbanları olarak mı yaşamaya çalışırız? Bir ressamın bize çizdiği bir dünyaya mı hapsolmalıyız yoksa resmindeki gerçeğin dışında, renklerin uyumuna ve detaylarında mı kaybolmalıyız? Örneğin bugün İstanbul’un Kurtuluş diye bilinen ve eski adı Tatavla olan semtinde yaşamış Konstantin Kizinikos, Osmanlı Sarayı'nda uzun yıllar yaşamış ve birçok Osmanlı Sultanı'nın resmini yaparken bize Sultan’ın bakışı, duruşu ve ruh halini ve saraydaki ihtişamını aktarabilimiştir. Saraydaki yaşanan aşklara tanık olmuş belki de kimsenin görmediği güzellikleri tuvallerine yansıtarak  bizi ait olmadığımız bir başka dünyanın kıyılarına taşımıştır.

Picassonun tablolarında veya Mark Chagal`ın eserlerinde bize verilen mesajı doğru okuyabilmek için Scuman’ın işaret ettiği şiirsel bir  güzelliğin sırlarını keşfetmeye çabalamak sıradan dünyamızın çehresini ne kadar değiştirebilir ki ?Ressamların, bestecilerin veya  yazarların ve her sanat dalındaki sanatçıların yapmaya çalıştığı ise  belki de ortalama insanların aradığı ama bazen bulmakta zorluk çektiği belki de, hiç düşünmedikleri şeyleri onlara hatırlatmak mıdır ?, Yoksa yaşadıkları gerçekliğe bir de şu açıdan bakın diyen, meydan okuyan tavırları mıdır ? Sanatçıların aradığı nedir ? Salt güzellik olgusunu kurgulayan sanatçının çabası, belki de gerçeği arayan günlük hayatını yaşayan insanlara sıkıcı gelebilir , çünkü onların aradığı şey kendilerini iyi hissetmektir. Ama yine de güzel olan nesne ya da obje orada öylece durmaktadır. Bir sanatçının görevi bu noktada şiirsel bir güzelliği yaratmak olmalıdır. Bellki de olmayan bir güzelliği ya da olmayan bir aşk öyküsünü. Aslında var olmayan bir nesne, var olmayan  bir serüven, var olmayan sesler veya  görüntüler, resimler, objeler. Ama insanların bir an için bunlara bakıp, belki de hepsi gerçektir ya da bizde bu geçekliğin bir parçası olabilir miyiz.?  Bu kahramanlar bizler olabilir miyiz diye düşünmesi toplumdaki  dönüşümü ve ivmeyi de hızlandıracaktır. Bu eserlerde yeni bir şey yoktur, gerçeğin dönüşümü vardır, ama otoritelerin ve eleştirmelerin algıladığı ama diğer insanların kendini bulabildiği bir hazine saklıdır orada. Empresyonist ressam Claude Monet şunu söylüyordu”. Doğa yerinde durmaz, bir kişi kendisini tamamen onun ellerine bıraksa bile, o en iyi yargılayan rehberdir. Ancak  sizinle karşıt görüşte olduğunda  her şey biter. Kişi doğa ile savaşamaz ”Sanatçıların yaptığı işte budur, doğaya karşı gelmeden ama doğayı anlatabilmek için geçeğin ipuçlarını serpiştirdikleri bir sahnede düşler dünyasına çağırırlar bizi.

Ressam Paul Klee, bir sergisinin açılışında şunları söy­lemişti:
 “Ressam, tabiatın olmuş bitmiş olarak sunduğu “şey” leri dikkatle inceler. Onları inceledikçe de şu sonuca varır: olmuş bitmiş tabiat yerine  “yaratmaya”  yer vermek.
 “Bu dünya ilkin böyle değildi, sonunda da başka olacaktır. Görünüşler gelip geçicidir.”
 “Gerçek ötesi sandığımız biçimlerin ne kadar gerçek olduklarını anlamak için mikroskoba bakmak yeterlidir. İşte bu yüzden, sanatçıların evrensel değerler ulaşma çabası, doğanın kendisi ile özdeştir ve ondan yola çıkarak, güzelliğin farklı yorumlarını yaparak bir yap-boz oyunundaki gibi birbirlerini tamamladığını gösterirler bize.

Öte yandan Çirkinlik nedir?  Herşey ne zaman çirkinleşmeye başlar? Sorusunun yanıtı sandığımızdan daha kolaydır. Yeni bir şey ortaya koyarken, bir şeyleri değiştirmeye çalışırken yapılan hatalardır. Bir şeyi başarabiliyorsanız bunun tersi de mümkündür. İnsanlar Babil’in güzelliklerini yaratabildilerse onları yok etmeyi de başardılar. Kendi başına çirkin olan bir şey var mıdır? Ya da bizler mi onu çirkinleştiriyoruz? Eğer bir kenti  güzelleştirmek için harika eserler yapabiliyorsak, tam tersini yaparakta  orayı çirkinleştirebiliriz ve bunu yapıyoruzda. Bunu yapmak  için doğadaki formatı kullanmıyoruz, tasarımlarımız ilgi çekici ve hayal gücünden yoksun olduğunda tehlikeli sularda seyretmeye başlıyoruz, sanatın bittiği yerdir  orası. Orası çirkinliğin ve karmaşanın başladığı yerdir, her zaman aradığımız ve daima arayacağımız güzelliğin ve estetiğin katledildiği yerdir. Orada hayaller ve düşler yoktur, orada aslında yok olan insanın kendisidir. Bunu anlayamayan toplumlar eninde sonunda yok oldular. Dünyada bugüne kadar kurulan tüm imparatorlukların yok olduğu gibi.

Sanat eserlerinde hayallerin oynamış olduğu rol iste bu yüzden çok önemlidir ama insanların büyük bir kısmı, çevrelerini saran bir sis ve bulut içinde yaşarlar. Biz daha çocukluktan itibaren, dış dünyaya, insanlara ve hattâ kendi varlığımıza, bir takım hayaller arkasından bakarız. Fakat bunların hayal olduğunu fark etmeyiz bile. Ama bu hayaller bizi içten kemiren bakterilere dönüşürler ve biz bunun böyle olmadığını hatırlatan ve bu uğurda tüm ömrünü tüketen sanatçılarımızı ya dinlemiyoruz ya da tecrit etmeye çalışıyoruz. Aslında içinde bulunduğumuz ekonomik ve siyasal sistemler içinde yaratılan güzellik ve estetik kavramları  size ait değildir, sizin gerçeğiniz değildir, sizin anlamlandırdığınız bir dünyanın formatı değildir ama bizim tıpkı transandalistlerin dediği gibi doğustan gelen sezgilerimiz vardır ve toplumun farklı katmanlarında insanlar, tıpkı yumurtadan cıkan caretta kaplumbağalarının denize doğru yüzmesi gibi içgüdüleri ile bunu ararlar. Belki bir çokları, sofistike olmayan ya da birden fazla kavramı algıalyacak veya bağlantı kuracak ya da analiz yapacak  gelişmiş bir zekadan ya da gerekli  estetik bilgilerden yoksun ve donanımsız bir hayatın kurbanları da olsalar, aradıkları güzelliğin onlara sunulanın dışında, onlara bir yaşamın fırtınalarından ve kasırgalarından  koruyacak sakin ve sadece sessizliğin hüküm sürdüğü ve yaratılan yapay sorumluluklardan uzak, yarataıcılıklarını kullanabilecekleri bir liman vardır. Orası kavramlara farklı açılardan bakmayı bilen ve kendini doğanın gösterdiği yolda yaşamaya bırakmış ve tekdüzeliğe savaş açmış, sıradışı gözüken, belki yalnız belki meşgul ama mutlu insanların olduğu yerdir.Ama bu limanda,sanatçıların yaklaşımlarının temelinde yatan asıl şey ise, bu insanların yaşadıkları ve yarattıkları kendi kültürleri içindeki  içtenlikleri olduğu kadar  aşklarındaki ve seçimlerindeki  basitliği sanatsal  bir ayine dönüştürerek toplumdaki uzlaşmayı sağlamalarıdır.

Sonuç olarak tartışmamız gereken konu Transandantalistlerin de üzerinde durduğu gibi bizi makineye dönüştüren içerikten çok şeklin önemli olduğu bir dünyada  doğadan uzaklaşan insanların maddi şeylere daha fazla bağımlı hale gelerek, kendilerine olan güvenlerini kaybetmeleridir.  Biz bu şekil kavramını aşıp, herşeyin yeni  baştan yaratıldığı bir sanal dünyada güzelliğin ve estetiğin peşine mi düşüyoruz? Ve bizler, bu sanal dünyada aslında var olmayan sadece kozmetik materyallerle yaratılan yapay ve içi boş bir güzellik tanrıçasının köleleri miyiz ? Bu bizim ruhumuzun DNA sini değiştirip, beynimizdeki doğal algılamamızı mutasyona uğratıp bizi ölene dek kontrol eden sahte bir dünyada yalnız yaşamaya mahkum çaresiz insanlar topluluğu olarak mi yaşamalıyız? Roma’nın despotizmine ve köleliğe karşı çıkan Spartakus gibi bizi bu karmaşanın ve kaosun dansını yapmaktan alıkoyan bir lider mi bekliyoruz? Hayır, biz bunu aşacak bilgiye ve özgüvene sahip yeni bir topluğun üyeleriyiz.

Güzelliğe ve gerçeğe ulaşma çabamızda cevap verilemez  hiçbir soru kalmış mıdır ? Hayır, her sorunun bir cevabı olmalıdır .Her sorunun cevabıda  ya içimizdedir ya da doğada. Güzel  ve göz alıcı olan her şey iyi demek değildir ama kendimizi iyi hissetmemizi  sağlayan şey o koşullar altında  güzel olmalıdır. Ama yinede güzellik Yavuz Sultan Selim’in dediği gibi biraz da gurur ister.

Metin RODOP,Istanbul 30.03.2011 

 
Toplam blog
: 27
: 292
Kayıt tarihi
: 11.04.13
 
 

İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi İkitisadi ve İdari Bilimler Fakültesinden 1986 yılında mezun oldum..