Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Eylül '16

 
Kategori
Öykü
 

Araf

Araf
 

ARAF


Tolga, kendine geldiğinde bulunduğu mekan gür bir sesle yankılanıyordu. Tanıdık bir sesti bu. Babasının sesiydi. Hangi yönden geldiğini kestiremiyordu ama, babasına ait olduğundan emindi. Ve merakla başını kaldırıp etrafına bakındığında  uzaklarda korkmuş haliyle onu fark etti. Sanki saniyelerle yarışıyor gibi kendine doğru koşuyordu. Bir araya geldiklerinde ise yavaşça dizleri üzerine oturdu, başını kaldırıp kollarına aldı. Ve ''Ne oldu oğlum. Kim yaptı bunu. Kim kıydı sana. Ne oldu da böylesi bir vahşet yaşandı. Her yerin yara bere içinde kalmış. Sanki büyük bir kavgaya tutuşmuşsunda feci halde dayak yemiş gibi görünüyorsun. Yada ne biliyim, ağır bir kaza geçirmiş veyahut saldırıya uğramış gibisin. Neyse, yorma kendini. Daha sonra uzun uzun konuşuruz bu konuyu. Şimdi yaralarına bakalım. Hem artık korkma. Ben yanındayım. Kimse dokunamaz sana. Ve bunu onların yanına bırakmam, biliyorsun. Mutlaka hesabını sorarım. Analarından doğduklarına pişman ederim. Emdikleri sütü burunlarından fitil fitil getiririm. Nasılmış benim oğluma dokunmak tüm dünya görecek. İşkence nasıl yapılırmış, can nasıl yakılırmış herkese ispat edeceğim. Sen merak etme. Ve güven babana.'' diyerek yüzünün gözünün yaralarını temizlemeye çalıştı. Genç adamınsa konuşmaya mecali yoktu. Zaten ne anlatacağını da bilmiyordu. Anlatacak, açıklama yapacak en ufak bir fikri yoktu. Tek bildiği her yerinin fazlasıyla ağrıdığı ve yerinden kıpırdayamayacak kadar kötü olduğuydu. Bu nedenle de zar zor ''Baba yardım çağır.'' diyebildi. Bunun üzerine Hamdi'de hızla yerinden kalkarak birilerini bulmaya gitti. Ve kısa zamanda gözden kayboldu. 

Genç adam yine tek başına kalmıştı. Yorgundu, güçsüzdü. Daha da ilginci yerinden kıpırdayamıyordu. Ayrıca başı, kemikleri, her yeri, her yanı dayanılmaz ağrılar içindeydi. Parmağını bile kıpırdatacak hali yoktu. Kalkamayacağını anladığında da fazla uğraşmadı. Ve başını yeniden olduğu yere bırakarak bulunduğu mekanı tanımaya çalıştı. Her yer yıkık döküktü. Bir çok noktası rutubetten çürümüştü. Tavanı simsiyah olmuş; duvarlarının sıvası, boyası dökülmüştü. En önemlisi dışarıya açılan herhangi bir kapısı veya penceresi bulunmuyordu. Sanki dört duvar arasında sıkışmış yada bir hapishaneye sorgusuz sualsiz tıkılarak üzerine prangalar vurulmuş gibiydi. Ne olmuştu da bu hale gelmişti, neden hafızası bu kadar silik kalmıştı bilmiyordu. Ve yaşadığı karamsarlığın etkisi ile gözlerini tavana dikerek kendi kendine mırıldanmaya başladı. ''Allah kahretsin ki her yerim ağrıyor. Nereye düştüm ben. Ne oldu da bu boktan yere hapsedildim. Var ya; beni bu hale getiren adi herifi bir yakalasam ellerimle diri diri toprağa gömerdim.'' Dedi, gülümseyerek söylenmeye devam etti. ''Nah gömerdin Tolga. Daha yattığın yerden kalkamıyorsun. Neyi, kimi, nasıl gömüyorsun bir anlatsana. Buraya kadarmış koçum işte, buraya kadarmış... Her canlı gibi seninde yaşam limitin bu kadarmış. Artık dört kolluya binme vaktin geldi. Hatta bildiğin tüm duaları şimdiden okumaya başlasan iyi olur.'' diyerek yılmış halde bulunduğu durumu kabullenmeye çalıştı. Tüm ümidini yitirdiğinde de ansızın beyninde bir şimşek çaktı. ''Belki de babam kurtarır beni. Her zaman olduğu gibi yine bana yardım eder, başımdaki bu lanet beladan arındırır. Hadi baba... Ne olur yap bir süper kahramanlık da kurtar oğlunu. Bu genç yaşta çaresiz halde ölmesine yada sakat kalmasına müsaade etme. Ne olur biraz acele et. Et ki hayata yeniden dönme şansım olsun.'' Dedi.

Sonra kardeşi Haldun'un sesini duydu. Genç adam tıpkı babası Hamdi gibi koşarak yanına geliyordu. Ellerinde de çocukluğundan beri sakladığı oyuncak arabaları vardı. Uzaktan kumandalı, açılan kapıları olan birbirinden renkli ve ilgi çekici arabalardı bunlar. Asla kimseyle paylaşmaz, kimseye dokundurmazdı. Abisi Tolga'ya bile... Şimdi onları sırf Tolga'yı eğlendirmek, acısını hafifletmek için yanında getirmişti. Maziden kalan bu tatlı hatıranın onda duygusal bir etki yaratacağını ve iyi geleceğini düşünmüştü. Nitekim öyle de olmuştu. Geçmişte kalan bu tatlı hatıra ikisi arasında çok hoş bir görüntü oluşturmuştu. Hatta Haldun dayanamayıp duygu dolu haliyle anlatmaya başlamıştı. ''Hatırlıyor musun abi. Bu arabalar yüzünden ne kavgalar ederdik. Ben senden saklamak için uğraşırdım, sende benden alıp biraz olsun oynamak için yarış ederdin. İkimiz arasında tek kırmızı çizgi, tek problem buydu. Bundan başka sürtüşüp kavga ettiğimiz hiç bir sorunumuz olmazdı. Hep yan yana, sırt sırta olurduk. Hep yanımdaydın, abimdin benim. İyi ki de hep abim oldun, hayatımda oldun. Seni çok seviyorum. Şimdi arabalarımla doya doya oynayabilirsin. Ama sadece şimdilik ona göre.'' dedi. Ve yerinden kalkarak geldiği yöne doğru döndü, koşarak uzaklaştı.

Genç adam alacakaranlık yolda gözden kaybolurken bu seferde annesi Makbule’nin sesi ıssız mekanda yükselmeye başladı. Tolga’da ani bir hareketle başını kaldırarak etrafına bakındı, sesin nereden geldiğini anlamaya çalıştı. Fakat kimsecikler görünmüyordu. Kısaca ses vardı, görüntü yoktu. Sanki görünmezlik iksiri kullanılmıştı. Yada bir çeşit oyun gibiydi yaşanılanlar. Saçma sapan bir oyun… Sadece annesinin sesinin olduğu bir oyun… ‘’Tolga, sensiz o kadar yalnız, o kadar eksiğim ki; kelimeler yetmez içinde bulunduğum durumu anlatmaya. Bazen kendi kendime bitsin bu lanet olası hasret diyorum. Yeter artık, bitsin. Bitsin ki kavuşayım oğluma. Onu öpe koklaya bağrıma basayım diyorum. Ama sadece kendi kendime konuşuyorum. Kimseler duymuyor sesimi. Kimseler anlamıyor. Aramızda öylesi engin bir sınır var ki; duyulmuyor yakarışlarım, görülmüyor ne halde olduğum. Fakat şimdi bir araya gelebilmek adına en yakın noktadayız.  Birbirimize bir nefes kadar yakınız. Küçücük bir adım atsan yanımdasın yani. O halde ne olursun gel oğlum. Çok özledim seni. Sensiz dünyamın ne anlamı, ne de güzelliği kaldı. Sen olmadan bende olamıyorum. Gerekirse ayaklarına kapanmaya, aciz insanlar gibi yalvarmaya hazırım. Ama ne olur duy sesimi, gel kollarıma, mutlu et anneni, yarım bırakma.’' Diyerek seslendi.

Bunun üzerine Tolga, dayanamayarak ağlamaya başladı. Ve iç yakan haliyle ‘’Bende sensiz yarımım anne. Sensiz bir hiçim. Sensiz yolunu, pusulasını kaybetmiş sokak serserilerinden farksızım. Hatta çöllerde yitip giden Mecnun'lar gibiyim. Her aldığım nefesle sana özlem doluyorum, sana birikiyorum. Tüm bedenim, ruhum senin hasretine bulanmış. Ama buna rağmen kalkamıyorum yerimden, toparlanamıyorum. Her yerim sızı içinde. Tüm bedenim bir çarmıha çakılmış gibi kaskatı. Ve her zaman olduğu gibi yine sana çok ihtiyacım var. Ne olur yardım et bana.’’ Dedi. Ardından da son kez yerinden doğrulmayı ve hareket etmeyi denedi. Zor bela kıpırdadığında ise sürünür halde ilerlemeye çalıştı. Fakat o sıra, tüm mekan büyük bir sarsıntıyla sallanmaya başladı. Her şey tam manasıyla kabusa dönmüştü. Ve Tolga’da korkmuş haliyle ''Son nefesimi bu rutubet kokan lanet mekanda vereceğim galiba. Bu neye benzediğini, nereye ait olduğunu bilmediğim adi mekanda... Allah'ım ne yaptım da bunu bana layık gördün. Neden bu yıkık dökük mekanda son nefesimi vermeyi yazdın kaderime.'' diyerek olduğu yere yeniden uzandı. Gözlerini kapatarak yaklaşan sonu kabullenmeye çalıştı.

Sonra böylesi karmaşık bir anda diğer taraftan koşar adım sevdiği, alın yazısı, uğruna hayatını bile feda edebileceği Sevgi’si çıka geldi. Soluk soluğa, ‘'Tolga beni bırakıp nereye gidiyorsun.’’ Diye bağırdı. ''Beni böyle yarım bırakıp, sensiz bırakıp nereye gidiyorsun. Hani bana söz vermiştin. Hani beni asla yalnız bırakmayacaktın. Hep yanımda olup bana destek olacaktın. Sonsuza dek hep beraber yaşayıp  beraber yaşlanacaktık. Biliyorsun Tolga, içe kapanık biriyim ben. Hiçbir zaman duygularımı kolay ifade edebilen, rahat yaratılışlı biri olamadım. Belki de dışarıdan bakıldığında duygusuz, soğuk biri gibi davrandım. Hatta hiç sevdamı hissettiremedim, yarattığın sıcaklığı anlatamadım. Yada ne biliyim, açık olmaktan korktum. Çünkü bugüne dek beni senin kadar kimse sevmedi. Hep yarım bıraktı, hayal kırıklığına uğrattı, canımı yaktı. Bu yüzden seninde beni bırakıp gitmeden, canımı yakmadan korktum. Ve hep kaçtım, sustum. İnsan çok sevince böyle olurmuş zaten. Hiç konuşamaz, sadece susarmış. Bende konuşamadım ve dilini yutmuş insanlar gibi sadece sustum. En azından susmam gerektiğine inandım. Ama artık konuşma zamanımın geldiğine inanıyorum. Tüm dünyaya seni sevdiğimi haykırmak istiyorum. İçimdeki yangını herkes bilsin istiyorum. Tolgaaa... Seni deliler gibi çok seviyorum ben. Leyla'ların, Şirin'lerin imreneceği kadar çok seviyorum. Kimsenin kimseyi sevemeyeceği kadar çok... Tepeden tırnağa, içten dışa tüm benliğimle adanacak kadar çok... Ömrümü ömrüne katacak, aldığım son nefesi uğruna feda edebilecek kadar çok... Kimselerin sevdası ile kıyaslanamayacak kadar tutkunum sana. Dünya sevdaya, bense sevda diye sana hasretim. Ne olur artık duy haykırışlarımı. Anla beni ne olur. Anla işte... Anla lütfen... Yalvarıyorum sana anla. Anla sensiz yaşayamayacağımı. Anla ki dünyam seninle eş olsun, seninle bir olsun, senden sonrası olmasın. Ve ne olur bırakıp gitme beni. Sensiz, sevdansız  bırakma. Al canım, yüreğim, her şeyim senin olsun ama, sensiz koyma beni dünya denilen cehennemde.'' diyerek yanına sokuldu, ellerini tuttu. Yavaşça dizlerinin üstüne çöktü, üzerine doğru eğilerek dudaklarından öptü.

Aslında bu öpücük, Tolga için bir nevi hayat öpücüğüydü. Zira genç adam o sıra komadaydı. Geçirdiği kaza sonrasında hastaneye kaldırılmıştı. Şuuru kapalıydı. Yani araftaydı. Yani iki dünya arasındaydı. Hani ölümle yaşam arasında ince bir çizgi vardır derler ya; işte tam da böylesi bir noktanın üzerindeydi. Sıkışmıştı, hapsolmuştu. Bir yanda ölen annesi, diğer tarafta hasretle uyanmasını bekleyen babası, kardeşi ve canından çok sevdiği Sevgi’si vardı. Nereye gideceği, hangi tarafı seçeceği konusunda kararsızdı. Ve bu kararsızlığın tam ortasında Sevgi'nin öpüşü ona kalp masajı gibi gelmiş, yeniden hayata tutunmasını sağlamıştı. Kararsızlığın içinden sıyırıp dünyaya döndürmüştü.

 
Toplam blog
: 34
: 198
Kayıt tarihi
: 11.08.15
 
 

Bolu'luyum. 24.09.1984 doğumluyum. Özel bir şirkette muhasebe satış memuru olarak çalışıyorum. Ya..