Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Ağustos '06

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Aralık ayının ilk haftasında Dalaman ve çevresi

Aralık ayının ilk haftasında Dalaman ve çevresi
 

Küresel ısınmanın etkileri artık gözle görülür hale geldiğinden cesaret alarak, Aralık ayının ilk günlerinde kışa hazırlık yapalım ve güneşin aydınlığını içimize depolayalım diyerek, kalkıp Dalaman’ a bir seyahat yaptık.

Gerçi asıl yolculuk nedenimiz eş dost ziyareti ve hasret gidermekti ama bu fırsatla kısa gündüzlerimizin tamamını açık havada çevre gezileri ile değerlendirdik.

Dalaman, genelde turistik özellikleri açısından, çevresi kadar yeterince tanınan bir yöre değil.

İnsanlar Dalaman’ ı havaalanı yüzünden, ulaşacakları tatil yörelerine gidecekleri bir aktarma noktası olarak görürler.

Ne kadar yanlışmış!

Dalaman bir sürü güzelliğini yeterince tanıtamamış olsa da, gezilip görülecek yerler açısından gerçekte çok zengin!

Karayolu ile geldiğinizde, kavşaktan döndükten sonra, asfaltın Doğusunda yol boyunca neredeyse havaalanına kadar 3 km boyunca devam eden bir kasaba. Yolun diğer tarafında ise önce cezaevinin, sonra da Tarım İşletmelerinin uçsuz bucaksız portakal bahçeleri devam ediyor.

Zaten, Dalaman’ ın temel ürünü portakal. Yılın her mevsimi dalından portakal yemek mümkün.

Bahçelerde her mevsimin ayrı zamanlarında olgunlaşan değişik türden portakallar ziraat edilmiş. Bütün bir yaz boyu yazlık portakal yiyip içtikten sonra, tam bu tür portakal biterken, sonbahar sonunda kışlık portakal yetişiyor. Kasaba merkezine ulaştığınız yerde sağ kolda Tigem işletmesi giriş kapısında, akşama doğru henüz o gün toplanmış narenciyeyi çuvallarla satışa çıkarıyorlar. Mevsim dışında soğuk depolardan değil de, taze dalından kopmuş portakal yemek isterseniz, yolunuz buralara düşünce Dalaman’ a sapmayı unutmamak gerektir.

Giriş’te görevliden müsaade almak kaydıyla, Tigem’ in içindeki ilginç yönetim binasını görmek, fotoğrafını almak mümkün.

Yüzyıl başında Mısır Hidivi, kökleri çektiğinden olacak; Dalaman’da geniş mülkler satın alır, çiftlik kurar. Mısır’ın o zaman ki imar nazırlığında, Hidiv’in çiftliğinin planları yanlışlıkla, İskenderiye’deki Demiryolu istasyonunun planları ile karıştırılır. İskenderiye tren garı plan ve bütün inşaat malzemesi ile gemiye konulup Dalaman’a sevk edilir!

Hatanın farkına varıldığında ise, onca malzemenin geriye götürülmesi külfetli bulunduğundan olacak, Tren istasyonu mimarisindeki bina Dalamanda inşa edilir, hatta binanın önüne rayları bile döşenir! (Yöre halkı ise, yanlışlığın farkına ancak inşaat tamamlandıktan sonra varıldığı şeklinde anlatmaktadır, hikayeyi…)

Küçük lojman evlerini ve okulu arkanızda bırakıp dönünce, sağ kolda bu güzel yapıyı görürsünüz..

Mısır’dan getirilmiş palmiyelerle büyük bir uyum oluşturmuş taş yapı, sanki masallardan çıkıp gelmiş gibi, ortasında minik bir havuz olan geniş bir çimenlikli bahçenin içinde yer alıyor.

Hidiv, çiftliğinde çalıştırmak üzere ziraate yatkınlıklarından ötürü Nil deltasından, hayvancılığa yatkınlıkları sebebi ile de, Sudan’dan yerli insanları beraberinde getirmiş.

İşte bu insanların torunları bugün hala Dalaman’da yaşamakta olup; çarşıda pazarda, kıvırcık saçlı esmer Arap kökenlilerin yanı sıra, siyahi Sudan kökenlileri de görmek mümkün.

Başta söylediğimiz gibi, aralık ayının başlarında, Güneybatı Akdeniz sahiline henüz kış ulaşmamıştı.

Geceler İstanbul’a kıyasla daha serin, hatta ayaz olsa da, Nisan başlarından beri yöreyi hiç terk etmemiş olan pırıl pırıl bir güneş, öğlene doğru sıcaklığı 22’ C nin üzerine çıkarıyordu.

Denizler henüz soğumadığından ve hava sıcaklığına eşit olduğundan, tam öğlen saatlerinde denize girmek mümkün oluyordu.

Ama öğlen saatlerini az geçirince, her gün düzenli olarak o saatlerde başlayan imbat rüzgarı sizi ürpertiyordu.

Dalaman’ ın denize girilecek en yakın sahiline ulaşmak için, havaalanı kavşağından su kanalı boyunca Güneye doğru 3 km. devam ediyordunuz. Önce solunuzda kayaç bir tepenin üzerine konuşlanmış çirkin yazlıkçı sitesini görüyordunuz. Tahminime göre 2B türü arazi üzerine kaçak olarak inşa edilmiş olması gerektiğinden sonu getirilememiş olmalıydı. Mimari estetik açısından bir zevksizliği ve yapımcılarının aç gözlülüğünü, gören gözlere göstermekteydi.

Sitenin ovaya indiği yerde ki küçük lagünün kenarında çamur banyoları ve tuzlu sıcak suyu bulunan bulunan bir termal otelin yanından geçtikten sonra yol, en azından bu mevsimde ıssız olan geniş kumsallarda son bulmaktaydı. Doğu yönünde en az 2 km, Batı yönünde ise neredeyse Sarıgerme’ye kadar kilometrelerce uzanan bakir plajların boşluğu, bizim gibi İstanbul’un her bir metrekaresine sayısız insan düşen plajlarına alışkın olanlar için çok hoş geliyordu.

Kumsallar geniş ve temizdi. Ancak denizde yer yer kum taşı blokları olduğundan, özellikle öğlenle birlikte denizden esmeye başlayan rüzgarın yükselttiği dalgalar yüzünden denize girmek riskli idi.


Denize girmek için en uygun plaj, kasabaya 10-15 km. uzaklıktaki Sarıgerme sahili idi.

Aracımızı park kapısında bıraktıktan sonra piknik sepetinizi alıp, kuşların tavşanların, tavusların beslendiği bakımlı bir parktan geçip, amber ağaçlarının arasındaki piknik masalarına oturuyorduk.

Sarı renkli kumsal çok temizdi, kumu inceydi. Çevrede ev alıp yerleşmiş tek tük yabancı henüz denize girmeye devam ediyorlardı. Sahilden 1 km. ötedeki bir ada, kumsalın orta kesimini dalgalardan koruyordu.

Kumsalın Batı ucunda kayalıkların başladığı yerde, denizin hemen başladığı yerde su kaynakları vardı. Suyun tadı acımsı olup, içmeye uygun değildi.

Kumsalın Dalaman tarafına doğru yürüyüş yapmanın tadına doyulmazdı. Yer yer tülümsü sirrüs bulutlarının süslediği mavi gökyüzü, ılık hava ve insan kalabalıkları ve üst üste çirkin yapılaşmayla kirlenmemiş alabildiğine boş, açık alanda yürümenin verdiği ferahlık hissi, ara sıra önünüzden bir kolunu tehdit eder şekilde havada tutarak süratle kaçan kum yengeçleri ve kulaklarınızda sadece rüzgarın sesi..

Oldukça güzel bir mimarisi olan ve çevre düzenlemesine çok özen gösterilmiş bir oteli geçtikten sonra, kayaç tepenin solundaki patikadan yürüyünce, tek kişinin geçebileceği bir darlıkta olan köprü ile Dalaman ırmağını geçiyordunuz.

Irmak suyunun büyük bölümünü kumların altından denize verdiğinden olacak, denize döküldüğü yerde küçük balıkçı teknelerini bile taşıyacak suyu kalmamıştı. Kayaların dibindeki derin suyun bittiği ve Akdeniz’in dalgalarının vurduğu noktada; soyunup suya girmiş 3 balıkçı, büyük çaba ile teknelerini saplandığı kumdan çıkarıp denize sürmek için zaman zaman ‘haydi!’ komutlarıyla birbirlerine gayret vererek itmeye çabalıyorlardı.

Geniş kumsalın çok ötelerinde Güneydoğu’da, Fethiye’nin yakınlarındaki Baba dağını ve zirvesindeki kar lekeleri seçilebiliyordu.

Ana yol üzerindeki köprüden bakıldığında, buz yeşili suyu daha da coşkun akan Dalaman ırmağının yukarı mecrasında, sıcak mevsimlerde kano sporu yapılıyordu.


Bir diğer gün, 16 km. uzaktaki Köyceğiz’e gittik. Kendi adıyla anılan gölün Kuzeyindeki bu kasaba gezginlerce terk edilmekle birlikte, Aralık ayının başında henüz yaz mevsimi sıcağını yaşamaya devam ediyordu. Sahillerde denizden esen nispeten serin rüzgarlar buraya ulaşamadığından, gölün durgun suyu üzerine karşılarda Dalyan hizasındaki dağların görüntüsü bir ayna gibi suyun üzerine düşmüştü.

Promenad üzerindeki kafeler kapanmıştı. Çimenlerin üzerine oturmuş birkaç liseli kız, cep telefonları ile mesajlaşıp, eğleşiyorlardı.

Kasabanın dışındaki okaliptüs ağaçlı şehir parkını kaplıca yoluna doğru az geçince, tabelası bile olmayan bir palmiye arbeteum’u vardı. Palmiye ağırlıklı bu özel botanik bahçesini tesis edenler, zannımca gereksiz kalabalıklardan kaçmak için olacak, kapıya bir tabela bile koymamışlardı. Ama siz müsaade istediğinizde, güler yüzle size rehberlik ediyorlar, dünyanın dört bir yanındaki tropik bitkilerden ve palmiyelerden oluşturdukları bahçelerini gezdiriyorlardı. Anlaşılan, Köyceğiz’in ılık iklimi, çoğu sıcak iklim palmiyesinin yetişmesine olanak veriyordu. Kapalı seralarda ise ürettikleri çoğu bitkinin fidanlarından almak mümkündü. İstanbul’da kuzey rüzgarına kapalı bir köşede yetiştirebileceğimi umduğum bir İnka Elması fidanı satın aldım.


Gölün doğu sahiline paralel giden bir yoldan Dalyan’a gidiliyordu.

Tabelalar yetersiz olduğundan, bir kez Ortaca yönüne doğru yanlışlıkla saptıysak da, Dalyan’a ulaştık. Çok değil, iki sene öncesine göre daha çok konutlaşmıştı. Tenha sokaklarda bisikletle dolaşan yerleşik İngilizler vardı. Nehrin öte yakasındaki kaya mezarlarını arkada bırakarak, İztuzu sahiline doğru yolumuza devam ettik.

Sahili doğru inmeye başlamadan önceki son dönemeçte durup aşağıdaki kusursuz manzarayı seyrettik. Kumulun sağ tarafında bir lagün gölü vardı. Çok uzaklarda gölden çıkan ırmağın, labirentler oluşturarak geçtiği sazlıklar belli belirsiz görülüyordu.

Mevsiminde deniz kaplumbağalarının yumurtalarını bıraktığı sahilin, lagüne yakın tarafındaki kafeterya henüz kapanmamıştı. Güneşin tadını çıkaran ikinci baharlarını yaşayan İngilizlerle selamlaşıp, eşimle birlikte oturduk. Baldızım çocuklarıyla birlikte kumda oyuna daldı.

Aralık ayında denize girilebilirliği ispat etmek için ben denize girdim. Deniz çok sığ idi. Belki yüzlerce metre yürüdükten sonra ancak göğüs hizasını buluyordu. Rüzgarla ürperdiğimden, bir koşu gidip mayomu değiştim.

Akşama doğru kantin kapandı, güneşin batışını izlemek isteyen başka insanlar ve kamış oltaları ile balık tutan amatör balıkçılar geldi.

Deniz suyu ve terden sırılsıklam olmuş bir köpek yan masada oturan sahibine doğru koşup da, silkelenmeye kalkınca; çoluk çocuk çığlıklar atarak kaçıştık, gün bitmişti!

Bir başka gün, Göcek körfezinin en dibindeki, bütün yatçıların tanıdığı bildiği Sarsala koyuna karadan ulaşabileceğimizi öğrendik.

Havalimanına giderken sola, Kapıkargın tabelasının gösterdiği yöne saptık.3 km ötede, gelişmişlik açısından Doğu Anadolu’un en ücra köylerinden farksız olan ( bozulmamışlık açısından olumlu bir özellik) Kapıkargın köyünün yanından geçtik. Stabilize yol köyün son evlerinin bulunduğu beli aştığı zaman, arkada çam ormanlarının içinden, daha önceden hiç varlığını duymadığımız, işitmediğimiz Karagöl’ü gördük.

Oldukça dik dağların arasında, bir krater gölünü andırıyordu. Adını derinliğinden ötürü sularının karanlık renginden almıştı. Aradan uzaklardan görünen Dalaman ovasının alüvyonlarının kapattığı bir boğazdan fazla suyunu boşaltıyordu.

Eşeğine binmiş bir yaşlı köylü geldi, ‘Sigaranız var mı?’ diye sordu. İkram ettik; yakmadı, kulağının arkasına sıkıştırdı..

Karşımızdaki duvar gibi dik, gölden bir bıçak gibi çıkmış kayalıkların tarafında gölün dibinin olmadığını anlattı.

Köylü efsaneleri bir yana, gölde suya girmeye ve balık avlamaya yasak konmuş olmasının bir sebebi can güvenliği olabilirdi. Gerçekten siyaha çalan suyun rengi çok derin olduğunun işaretiydi. ‘Suyu tuzlu mu?’ diye sorduk, ‘Datsız ’ dedi.!!

Heyelan tehlikesinden ötürü, yağışlı havada kesinlikle gidilmemesi gereken kötü bir yoldan ilerledik, yükseklerden Göcek körfezini ve on iki adayı olanca güzelliği ile gördük.

Buraları terk etmemekte kararlı bir yelkenli, açıklarda seyrediyordu. Uçurumun dibindeki Sarsala koyunda birkaç balıkçı sandalı vardı.

Z harfi çizen yolla birlikte aşağı, küçük korunaklı koy’a indik.

Dalaman belediyesi Sarsala koyunu denizden gelenlerin muhalefetine rağmen, karadan gelenlerin de kullanımına açmış, oraya birkaç basit ahşap yapı kondurmuştu.

Düşünce ne kadar eşitlikçi ve demokrat gözükse de, sonuçta kış nedeniyle belediye büfe elemanını çektikten sonra, tuvaletlerdeki muslukların sökülerek çalınmış olduğu, boş bira ve meşrubat kasalarının çirkin bir şekilde kumsala dağıldığı görülüyordu!

Solda uzaktaki ağaçların altında kamyonetlerinde oturup denizden gelecek balıkçıların yolunu beklerken fantezi arabesk bir müzik dinleyen balık madrabazlarının sesleri, rüzgarla ara sıra sesi kulağımıza kadar gelmekteydi.

Sağ kolda kumsalın sonunda tarihi taş bir sarnıç yapısı vardı. Kayaların üzerinden tırmanıp, çam ormanlarında az yürüyünce; ikinci dünya savaşında Alman denizatlılarından saklanan bir İngiliz gemisinin bu koyun kuytuluğunda saklanırken bağlandığı, kalıpsız yani el ile şekillendirilmiş bir beton baba, ağaçların içinde önünüze çıkıyordu.

Sarsala koyu önceki günlerde gezdiğimiz diğer sahillere kıyasla daha korunaklı olduğundan, Aralık(!) ayının ilk haftasında, ılık hava ile aynı sıcaklıkta olan denize hiç ürpermeden girdik. Sanki yaz günlerindeki gibi, uzun uzun denizde kaldık.

Güneş kış mevsiminde dosttu, mutluluk kaynağıydı..

 
Toplam blog
: 22
: 13682
Kayıt tarihi
: 25.08.06
 
 

Amaç hasbıhal. Sohbetinden uzak kaldığım dostlarla ve yazılarımı beğenen okurlarla görüşlerimi payla..