Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Nisan '21

 
Kategori
Öykü
 

Arkadaşım Şerafettin Aksoy

Memleketimden İnsan Manzaraları: 317

 

                       ARKADAŞIM ŞERAFETTİN AKSOY                                       “Hepiniz kral olmayın; bu dünyaya adam da lâzım.”                               

 

                Aksekililer için şöyle söylenir:

                “Aksekili çocukların en zekileri ticarete atılır. Çerçicilik, işportacılıkla işe başlar. Zamanlatüccar, girişimci, işadamı, sanayici olur. Çok zeki olmayanlar da okur. Onlar da memur olur; bürokrat olur. Devletin vereceği üç beş kuruş aylığa talim eder.”

                Ben, yeteri kadar zeki ve cesur olmadığım için ikinci yolu seçtim. Ah, ah Aksu Köy Enstitüsü mezunu köylümüz İhsan Öğretmen girdi benim kanıma!

                Anlatayım; anlatayım, neden ve nasıl olduğunu:

                Evimizin hemen önündeydi ilkokul. Üç-beş yaşındayken henüz girişleri, çıkışları, teneffüsleri, merakla izlerdim; evimizin çardağından.

                Güzel giyinen, ince uzun boylu, saçları uzun ve taralı, ayakkabıları boyalı bir gençti; İhsan Öğretmen. Köyümüzde kadın, erkek, yaşlı, genç herkes saygı gösteriyordu O’na.

                O yokken bağırıp çağıran, itişip kakışan öğrenciler, İhsan Öğretmen’i görür görmez, her şeyden vazgeçip hazır ol duruşunda başlarını eğerek selam veriyorlardı.

                O’nun yerine koyuyordum da kendimi, çok mutlu oluyordum. Öyleyse, büyüyünce öğretmen olmalıydım ben de. Ve süre sonra,“Büyüyünce ben de öğretmen olacağım.” demeye başladım.

                Büyükler, bunu bildikleri için olsa gerek, “Büyüyünce ne olacaksın?” diye  sorarlardı; sık sık. “Öğretmen olacağım.” diyordum; gururla.

                1948 – 1949 ders yılında ben de öğrencisiydim artık. İhsan Öğretmen’in öğrencisi… Sınıf arkadaşlarımdan Mustafa Dönmez ve Hasan Çetinkaya, bir iki yaş büyüktü bizlerden. Şerafettin Aksoy, Saim Güngör, İbrahim Güngör ve Kemal İldeniz’le aynı yaşlardaydık.

                Beş yıl hep birlikte oldum; bu beş arkadaşımla. Mustafa ve Hasan’ın matematiği bize göre daha iyiydi. Ayrıca yazısı da çok güzeldi Mustafa’nın. Geri kalan dört arkadaş, üç aşağı beş yukarı, hemen hemen eşit gibiydik birbirimizle.

                Mezun olunca ilkokuldan, gidebileceğimiz tek okul, Aksu’nun kapısını tıklattık birçoğumuz. Nedendir bilmem, yalnız benim için açıldı o kapı. Benden daha başarılı ve daha çalışkan arkadaşlar, bir kez daha denemediler; o yolu.

                Onların aklında, ticarete atılmak varmış demek ki. Gerçekten de, başarılı birer tüccar ve işadamı oldu her biri.

                1959’da Aksu’dan mezun olunca, öğretmenim ve okulumuzun müdürü Enis Türköz’ün tavsiyesi ve ısrarı ile İstanbul – Çapa Eğitim Enstitüsü için yazılı sınava girip kazanınca, sözlü sınava çağırdılar.

                Aynı yılın eylül ortalarında, bu sınav için ilk kez gittiğim İstanbul’da, birçok köylüm gibi, sınıf arkadaşım Şerafettin’le de görüştüm.

                Sevgili arkadaşım, Kapalıçarşı’nın Beyazıt’a açılan giriş kapısı yakınlarında işportacı idi. Sınava girip kazandığımı öğrendikten sonra, kendisini ziyaret ettiğim bir gün,“Nerde kalıyorsun?”diye sordu. “Sirkeci’de bir otelde.” dedim.  

                “Bak, söylediğine göre, okulun on gün sonra açılacakmış. On gün otele niçin para ödeyeceksin? Biz, Âdil Ergüven’le birlikte kalıyoruz. Bir apartmanın altında depo gibi bir odada… Gel, gör. ‘Küçüktür, karanlıktır, rutubetlidir’ demezsen, misafirim ol” demesin mi?

                O sert görünüşlü, uzun boylu ve yakışıklı cüssenin içinde, böylesine bir yürek de taşır; benim sınıf arkadaşım.

                Şerafettin Aksoy ile aynı mahalleden komşum Âdil’in birlikte kaldıkları bir yeri, ben kim oluyorum da beğenmeyecekmişim?

                Üstelik Âdil köye gitmiş üç gün önce. Ailesini özlemiş. İki hafta sonra dönecekmiş. Boşmuş yatağı.

                Fatih’in Vefa semtinde idi; arkadaşımın akşamdan akşama kaldığı yer. Sokağa açılan küçük bir kapısı vardı. Başımızı eğerek girebiliyorduk içeri. Depo olarak düşünülmüş sanırım. Penceresi yoktu. Yan yana iki ranza vardı içerde.

                Elektrik vardı ama su, lavabo ve tuvalet yoktu. Dolap, masa, sandalye koyacak yer de yok… Ceket, pantolon, gömlek, duvardaki çivilere asılıyordu.

                İyi ki, yakında bir cami ve onun bir tuvaleti vardı. Ya olmasaydı! Sık aralıklarla cami yapılmasına ben de karşıyım. Ama böyle bir yararı da var camilerin!

                Okul açılıncaya kadar bir hafta yatıp kalktığım o depo hakkında ne yazsam, abarttım sanırsınız. O nedenle sözü sevgili arkadaşım Şerafettin’e bırakayım ben:

                “Sekiz yıl işportacılık yaptım. Hayatımız zabıtayla boğuşmakla geçerdi. On - on iki civarında hemşeri Süleymaniye’deki bir bekâr odasında kalırdık. Yattığımız yatakların rengi kirden belli olmazdı. Yıkama imkânımız olmadığı için aylarca aynı yorgan ve çarşafla yatar, sonra bunları atıp yaz sonlarında köyden dönerken yenilerini getirirdik.”

                Okusaydı, çok ünlü bir avukat ya da çok başarılı bir siyasetçi olacağına gönülden inandığım değerli arkadaşım, özellikle şunları söyleme gereğini de duymuş:

                “Eskiden beri içimde hukuk okumak vardı. O yüzden sabahları işe giderken, beni gören insanlar, hukuk talebesi olduğumu sansın diye yolumu uzatıp İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin önünden geçerdim. Çok zorlu günlerdi ama hayatı, hayatta kalmayı o yıllarda öğrendim. İktisadı, ticareti, dürüstlüğün ve sözün önemini öğrendim. Sonradan çok faydası oldu bu tecrübelerimin.” (*)

                Çok doğru sözler bunlar. Gerçekten de öğrenmenin en güzel yolu, Köy Enstitüleri’ndeki gibi aynen, yaparak ve yaşayarak öğrenmektir. Okullarda, dört duvar arasında ezberlenen bilgiler kısa sürede unutulur ama önüne çıkan engelleri bin güçlükle aşarak elde edilen deneyimli bilgiler asla unutulmaz. O nedenle çekirdekten yetişen insanlar başarılı olurlar hep.

                Nitekim sevgili arkadaşım daha sonraları Topkapı Plak firmasını kurup ünlü bir plak yapımcısı oldu. Bu konuda neler söylüyor bakalım:

                “Bizim işte en önemli unsur sezgidir. Sezmeniz gereken de yalnızca iki şey vardır: Hangi şarkı tutar, hangi sanatçı söylerse daha çok tutar? Gerisi teferruattır.

                Çok hırslıydım ve sıkı çalışıyordum. Sürekli bestekârların, söz yazarlarının, ses sanatçılarının evlerine gidip kayıt dinliyordum. Bunun dışında piyasada ne plak varsa inceliyordum. Sonra kendimce analizler yapıyordum. Hangi plak neden başarılı oldu ya da olmadı diye… Düşe kalka, sürekli çalışarak, başarısızlıklarımdan ders alarak işi öğrendim.” (*)

                Hangi dalda olursa olsun, başarılı olanlar, kolay mı gelmiş sanırsınız siz, bulundukları yere?

 

                                                                                                                             Hüseyin Erkan

                                                                                                              huseyinerkan.antalya@gmail.com

------------------------------------------------------------------------------------------

(*) Ticaretin Başkenti Akseki:Bu eser, Aksekili ünlü işadamı Ömer Duruk’un oğlu Ali Metin Duruk’un destek ve katkılarıyla, Akseki Eğitim Hayatı Derneği İktisadi İşletmesi’nce yayınlanmıştır.

Hazırlayan: Murat Tokluca, Proje Müdürü: Attila Durak, Telefon: (0532) 282 99 10

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 100
: 88
Kayıt tarihi
: 19.02.20
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..