Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Eylül '07

 
Kategori
Kitap
 

Arkeolojinin Delikanlı'sı

Arkeolojinin Delikanlı'sı
 

"Muhibbe Darga Kitabı"

“Aşk ilmin yarısıdır gurban.

- Öbür yarısı nedir?

- Okumaktır.”

1830’ların Paris’inde bir kadın, “Kimsenin beni korumasını istemiyorum, ne benim için birisini öldürmesini, ne bana çiçek getirmesini, ne de beni tiyatroya götürmesini. Ben istediğim yere tek başıma gidebilirim, ya da canım çiçek istiyorsa, beni Alp Dağları’na çiçek toplamaya götürecek ayaklarım var” diyordu. 19. yüzyılın Avrupa’sı, bir kadının başına buyruk ve kendine güveni erkekleri ürküten sözleriyle sarsılıyordu. George Sand takma adıyla Le Figaro’ya, Revue des Deux Mondes ve La Rèpublique’a yazılar yazan bu inanılmaz kadın Frèdèric Chopin’le büyük bir aşk yaşıyor, 70 roman, 24 oyun ve 40, 000 mektup yazıyor ve kendisini eleştirenlere şöyle diyordu; “Dünya bir gün beni tanıyacak ve anlayacak, ancak bu gün hiç gelmese bile çok önemli değil benim için. En azından ardımdan gelen diğer kadınların önünü açmış olacağım.”

Aynı yüzyılın sonlarında Isadora Duncan, Amerika Birleşik Devletleri’nde hareketlerin saf emprovizyonuna dayanan farklı bir dans türünü keşfediyor ve ülkenin en ünlü kareograflarına karşı bu keşfini sonuna kadar savunuyordu. Popüler teatral dansa karşı çıkıyor, bedenin doğal ahengiyle hareketlenen uzuvların yeryüzünün hareketlerine uyum sağlamaya çalışmasını “dans” olarak nitelendiriyordu. Bir gün dans pabuçlarını fırlatıyor ve çıplak ayakla dans etmeye devam ediyor ve dans dünyasının dikkatini üzerinde toplamayı beceriyordu.

Irak’ın taçsız kraliçesi ve Britanya İmparatorluğu’nun bir zamanlar en güçlü kadını olan Gertrude Bell ise 20. yüzyıl başlarında, “Londra’da olmak umurumda bile değil. Bağdat’ı seviyorum, Irak’ı seviyorum. Gerçek Doğu’dan bahsediyorum, her şey orada gerçekleşiyor ve oralardaki romantizm beni sarıp sarmalıyor, içine çekiyor” sözleriyle özgürlüğü seçiyordu.

Yaşamındaki en önemli kadınlar sorulduğunda bu üç kadının ismini duraksamadan veren Doktor Ahmet Sait Darga’nın kızı Ayşe Muhibbe Darga ise, 13 Haziran 1921’de Istanbul Acıbadem’de dünyaya geliyor. 21. yüzyılın başlarında, henüz daha iyisini göremediğim, bütün arkeolog, hititolog ve filologlar tarafından bugün bile, alanında yazılmış en kapsamlı kaynak kitap sayılan Hitit Sanatı ‘nın yazarı A. Muhibbe Darga’dan söz etmek istiyorum aslında. Yine ülkemizde türünün ilk ve son örneği, “Eski Anadolu’da Kadın” kitabını, herkesin anlayacağı bir dilde yazma azmiyle ortaya çıkaran “Arkeolojinin Delikanlısı”ndan...

Her arkeoloğun ya da eski çağ bilimlerinden her hangi birisiyle ilgilenenlerin mutlaka duyduğu bir isim Muhibbe Darga. Biz Ankara’lı arkeologlar, ancak Kazı – Araştırma Sempozyumları’nda kendisini görme ve dinleme şansına sahiptik. İstanbul’lu ve son yıllarda da Eskişehir’li arkeologlar onun öğrencisi olabilme lüksünü yakalamış olmakla ne denli yol kat etmişler, şimdi daha iyi anlıyorum.

Yıllar önce P Sanat Kültür Antika Dergisi’nin bir işi için matbaadaydım. Dolmabahçe Kitap Fuarı’nın açılışından bir gün önceydi sanırım. Fuara kitap yetiştirmeye çalışan matbaa görevlilerinin telefon konuşmalarında bir “arkeoloji” lâfıdır gidiyor. Meraklanıp sordum ve “Arkeolojinin Delikanlısı” adlı bir kitaptan bahsettiler. İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkacakmış. Fuarın açılışına yetiştirmeye çalışıyorlar. O karmaşada kimse bana bu “arkeolojinin delikanlısı”nın kim olduğunu açıklayamadı. Ertesi sabah soluğu fuarda aldım. İlk hedefim İş Bankası Kültür Yayınları; İleri! Nefesimi tutup kalabalığın içine daldım ve zaten standın büyük bölümünü kaplayan kısımdan bir tane kitap kapıverdim. Kitabın adı gerçekten de “arkeolojinin delikanlısı”. Ama kim? “Muhibbe Darga Kitabı” yazıyor. Aklıma hemen “Hitit Sanatı”, “Hitit Mimarlığı” ve “Eski Anadolu’da Kadın” kitapları geldi Muhibbe Darga’nın. Bonn’da düzenlenen “Bin Tanrılı Halk: Hititler” sergisine Sayın Wenzel Jacob’un davetlisi olarak gittiğimde yanıma aldığım tek kitap olan “Hitit Sanatı”. Şimdi elimde tuttuğum kitap ise yine bir arkeolog olan Emine Çaykara’nın Darga ile yaptığı söyleşiyi içeriyordu. Ama, öyle böyle bir söyleşi değil. Aslına bakarsanız Türkiye’nin 20. yüzyılın başlarından günümüze, kültürel tarihiydi sanki bu söyleşi. İçinde kimler yoktu ki; Helmuth Theodor Bossert, Emin Bosch, Arif Müfid Mansel, Kurt Bittel, Halet Çambel, Bahadır Alkım, C.W. Ceram, James Mellaart ve daha niceleri. Ve tabii ki Puduhepa Muhibbe Darga.

Muhibbe Darga bu söyleşi boyunca her zamanki içtenliğiyle –bunu bilerek söylüyorum, çünkü yıllar önce kendisini birkaç kez sempozyumlarda dinleme şansını yakalamıştım. Diğer hocaların hepsinden farklı ve çok içten bir konuşma tarzı vardı- ilkgençlik yıllarından başlayarak tüm hayatını anlatmış. Tüm kitabı okuduktan sonra tekrar dönüp okuduğum yerlerden birisi de, yaşamı boyunca en çok etkilendiğini söylediği kadınlardı. Yazının girişini bu şekilde yapmamın en önemli nedeni bu. Çünkü, arkeolojinin içinde George Sand, Gertrude Bell ve Isadora Duncan yeniden bedenlenmiş gibi duruyor Muhibbe Darga’da.

Klasik Arkeoloji öğrencisi olduğum yıllarda en büyük sıkıntı Türk dilinde yazılmış ya da Türkçe’ye çevrilmiş kaynak kitapların olmamasıydı. Ben yabancı dil bildiğim için bir nebze, ama diğer arkadaşlarım büyük sıkıntı çekiyorlardı. O zaman da kafamda hep aynı soru vardı. Neden bizim ülkemizde çok az arkeolog kitap yazıyor diye düşünmüştüm. Niye sadece yabancı yayınlardan arkeoloji bilimini öğrenme şansımız var? Hocalarımız kazı yapıyor, araştırma yapıyor, bilimsel makaleler yazıyor, fakat kitap yayımlamıyor. Hep içerlerdim. Birisi benden yıllar önce içerlemiş, çok mutlu oldum. “...Yazı yazmaya başladığım ilk senelerde, doktora ile lisans arasında ya Fransızca ya Almanca makaleler yazdım. Dupont-Somer’le ortak yazımız vs., hepsi yabancı dilde. Bu arada Ekrem Bey (Akurgal) müthiş yayın yapıyordu ve hepsi Batı dilindeydi. Hiç Türkçe yayın yok, çocuklar kitapları önlerine alıyor, yarı buçuk anlıyor... Getiriyorum, derste çocuklar güç bela fotoğraf altlarını anlıyor. Ben bir karara vardım, topluma kendi çalışmalarımı Türkçe vermek istedim. Biliyordum ki Türkçe yazdıklarım Avrupa’da okunmayacak. Hatta bir yerde, Türkçe yazmaya başladıktan sonra Güterbock’un bir cümlesi yer aldı, ‘tüm bunları Türkçe yazmayıp Batı dillerinde yazsaydı’ diye. Filolojik pek çok makalem Türkçe yazdığım için site edilmedi, ama ben pişman değilim.” Dil puanının hiç dikkate alınmadığı bir sistemle üniversite sınavına girmiş ve hasbel kader bile olsa, arkeoloji bölümlerini tercih etmiş öğrencileri düşünen, bir Muhibbe Darga varmış demek ki, dedim içimden. Elinize sağlık Hocam!

Muhibbe Darga söyleşi boyunca, sıradışı yaşamının her döneminde, hep ne yapmak istediğini bilen, verdiği kararların sonuçlarına katlanabilen güçlü ve kültürlü bir Türk kadınından bahsediyor. Günümüz Türkiye’sinde bile sıklıkla karşılaşmanın pek mümkün olmadığı bir kadından. Yalnız, bir konuya değinmeden geçmemeliyim. Muhibbe Darga’nın yaşamında onu yönlendiren bir şans faktörü var ve ibresi “aile” den yana dönük. Büyükbaba Mabeynci Emin Bey, 19 yaşındayken seyahate çıkıyor ve günlük tutuyor. Taşkent’i, Semerkant’ı geziyor. Bunları İstanbul’da Tasvir-i Efkâr’da yayımlıyor, bir nüsha da İngiltere’de Times’da çıkıyor. 21 yaşında saraya giriyor ve padişahın isteğiyle Yıldız Sarayı’nın kütüphanesinin başına geçiyor. Mabeynci (Özel Kalem Müdürü) Emin Bey, Sultan Abdülhamit’e başucunda kitap okuyor. Ama okuduğu kitaplar Fransızca. Anında Türkçe’ye çevirerek okuyor bu kitapları. Aynı zamanda Jules Verne’i Türkçe’ye çeviren ilk kişi. Gelinine piyano dersleri aldıran bir kayınpeder. Muhibbe’nin babası Doktor Ahmet Sait Darga ise Latince ve Yunanca biliyor. Akşam sofralarında Roma Tarihi konuşuluyor. İlkokul birinci sınıfı bitirdikten sonra Muhibbe ailesiyle Paris’e gidiyor. Burada L’ecole Superieur de Jeune Fille’in ilk kısmına devam ediyor. Bisiklete binip paten kayan, istemeye istemeye de olsa piyano dersleri alan Muhibbe, yağmurlu günlerde ailesiyle Louvre Müzesi’ni geziyor. 9 yaşında Raphael’in Jeune Homme heykeline âşık oluyor. Grieg’in Peer Gynt’ini, Moliere’in Arpagon (Cimri)’unu Paris’de seyrediyor. Arkeoloji okumaya babası tarafından ikna ediliyor. Klasik Arkeoloji ile Hititoloji arasında karar vermek durumunda kaldığında da, kızını şöyle yönlendiriyor baba: “Canım Latince, Yunanca bilmeden nasıl arkeoloji okursun, olmaz böyle! Hititoloji gibi daha bâkir bir alana yönel!” Hani bugün, -çocuğu olanlar daha iyi bilir- en iyi kolejlerde bile henüz oturtmaya çalıştıkları, ama hep tartışılan, sarsılan ve temize çıkamayan “çocukları bilinçli yönlendirme teorisi”, 1930’larda böylesine dengeli ve doğru bir şekilde uygulamaya geçirilebiliyormuş demek ki!

Bütün bunların ötesinde, insanın hamurunda var olan şeyleri de görmezden gelmek olmuyor. Babasının Erzincan Kemah’da doktorluk yaptığı günlerden bahsederken Darga şöyle diyor: “Evet. Toprakla oynardım, çamurla. Bütün ömrüm hep toprakla geçti. Bazen ne düşünüyorum biliyor musun? Ben hayatı bu kadar seviyorum; dış görünüşümde hayali ya da suni etki yaratabilirim ama ben toprağı seviyorum. Arkeolojiyi bu kadar sevmek, toprağın altından çıkanları hayatının bir parçası yapmak... Zaman zaman düşünüyorum da demek ki o kadar da bu dünyaya bağlı değilim ki arkeolojiyi seviyorum. Acaba bu dünyadan kaçmak mı istiyorum?...” Aklıma Virginia Woolf geliyor. Geçen yüzyılda İngiliz romanı dendi mi, hemen akla geliveren bir kaç isimden biri. Ne demişti? “Kandırmak için değil, başkalarının hoşuna gitmek için değil. Yazmaktan zevk aldığım için yazacağım.” Ayşe Muhibbe Darga’nın da yaşadığı topraklara ve onun tarihine olan tutkusu öyle böyle değil. Hitit dünyasında Büyük Kale’deki sarayda yaşamak isteği gibi... Puduhepa’nın saraylılarından birisi olup onunla konuşmak istemek gibi... Kandırmak için değil, herhangi bir sebebi yok. Arkeoloji, tutkusu olmuş Darga’nın.

Söyleşinin tümünde Muhibbe Darga’nın muhteşem arkeoloji ve sanat bilgisi dikkati çekiyor; çekmekle kalmıyor, kendi yaşamını anlattığı bu kitabı okuyanlar, hatırı sayılır bir arkeoloji bilgisine de sahip oluyor ister istemez. Öğrencilik yıllarında katıldığı Karatepe kazılarından Profesör Bossert’in ekibiyle yaptığı keşif gezilerine ve ardından Gaziantep Gedikli kazısı, Elazığ Değirmentepe, Çorum Eskiyapar kazıları, Karakaya Şemsiyetepe Höyüğü Kazı başkanlığı, Türk Tarih Kurumu üyeliği, Eskişehir Şarhöyük Kazı Başkanlığı... Anneliği, torunları, kızdıkları, sevdikleri, dostları ve geniş sosyal çevresiyle “arkeolojinin delikanlı” sını izlemekte güçlük çekseniz de, yüzünüzde hafif bir gülümseme ve tatlı bir yorgunlukla sayfaları çeviriyorsunuz. Kendi hayatınızı düşünüp biraz da hırslanıyor ve kendiniz için yeni yeni erekler belirlemeye başlıyorsunuz.

Zaman içinde yolculuğa çıkarsınız bazı romanlarda, filmlerde. Ancak onun hızındaki yorgunluk gerçek değildir. Çünkü kurgu vardır işin içinde. Oysa gerçek bir yaşamöyküsü, üstelik de böylesi, handiyse sizi kıskandırıp bir de üstüne utandırıyor. Yapıp ettiklerinizden, şikayetçi olduklarınızdan ve isteyip de yapamadıklarınızdan. En azından buzdolabı, yatakhanesi, çalışma masaları olan kazı evlerinde geçirdiğiniz günleri hatırlayıp da başınızı önünüze eğmenize neden olduğunu kesinlikle söyleyebilirim. Kitabın sonunda, Oktay Akbal’ın Muhibbe Darga için yazdığı köşe yazısını okuduktan sonra, yine Akbal’ın “Yazmak Yaşamak” kitabından aklıma takılan bir cümle geldi oturdu gözümün önüne. “Gözleri görmeyen kişi bile aydınlanmak istiyor. Kafasının içiyle görmeye, anlamaya çalışıyor.” Böylesi bir zenginliğin içinde gözleri görüp de gönlü kör olanlar aklıma geldi de, ondandır bu tümceyi alışım buraya. Kızı Anadolu’dayken ona Halikarnas Balıkçısı’nın kitaplarını gönderen bir annenin, şimdilerde Hitit kraliçesi Puduhepa’nın yaşamını yazan kızından, bu kitabı yazıp bitirmesini, nasıl da dört gözle beklediğini hayal edebiliyorum.

Kitaptan bir bölüm:

(Muhibbe Darga, “Tanrıların Vatanı Anadolu” kitabının yazarı C.W. Ceram’la ilgili anısını anlatıyor.)

-Dere geçiyorsunuz, çıplak ayakla mı botlarla mı?

-Çıplak ayak geçiliyor, yani tam bir macera. Nihayet Akyol’a çıktık. O göçmen çadırlarını görmek istiyordu, “Turkoman çadırları” diye tutturdu. Yani Türkmen çadırları; siyah keçi kılından büyük çadırlar. Nihayet gittik çadırların olduğu yere, fakat oraya gittiğimiz zaman bir de ne görelim: Bir tek erkek yok. Bütün kadınlar yufka ekmeği yapıyor; çocuklar, sümüklü burunlu çocuklar tabii, ondan sonra keçiler, sığırlar... Ceram, öldü bitti tabii. Hayatında böyle şey görmemiş, o kadar mutlu ki. “ Çadırların içine girelim”, dedi. Bu bey çadırın içini görmek istiyor, dedim. “Aa, bizim herifler yok, olmaz, sokmam içeriye”, dedi. Aynen böyle... Sonra bana; “Sen nesin?”, dedi, “Türkçe biliyorsun, sen de gavur karısısın.” Ben de, ben onun karısıyım, girmek istiyorum, altı tane de çocuğumuz var, dedim.

-İnanılmazsınız. Çok hoş...

-Çadırı açtılar... Bu olayı da Ceram aynen kitabına yansıttı. Biz girdik içeri, yufka ekmeği, keçi peynirleri, dürümler yapıldı. Gayet güzel keyifle yedik.

-Ceram, böylece, gerçekten hayatında göremeyeceği bir ortama girdi sayenizde...

-Evet, hayatında yaşayabileceği en değişik olaylardan birini yaşadı, mutlu, keyifliydi tecessüsü tatmin olmuştu. Beraber çıktık oradan. Ben de tabii çok mutluydum. Böyle ünlü bir yazarla böyle bir gezinti yapmam, onu o çadırlara sokabilmem, hem de böyle sunturlu ve kuyruklu bir yalanla... Gayet keyifli, küçük dereleri atlayarak, çıplak ayak kazıya geldik. Kitabında aynen yazıyor, ben grubun en genciydim o zaman, en genç asistanıydım Bossert’in. Ve hatta kitabını imzalayıp yolladı bana “Altı çocuğumun annesine” diye..

(Bu yazı Radikal Kitap'ta yayınlanmıştır.)

 
Toplam blog
: 22
: 1798
Kayıt tarihi
: 01.10.06
 
 

1968 yılında Ankara’da doğdum. Klasik Arkeoloji okudum ve Sosyal Antropoloji masteri yaptım. Çevirme..