Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Ekim '17

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Arnavutluk Gezi Notları

Arnavutluk Gezi Notları
 

TİRAN İSKENDER MEYDANI


02.06.2009  ( ULCİNJ  -  İŞKODRA  -  TİRAN ) 

 

Çok soğuktu akşam. Üzerimdeki polar monta rağmen, iki büklüm uyudum rahat yatağımda. Ulcinj, Arnavutluk sınırında bir yerleşim, minibüsler, öğleye kadar Arnavutluk tarafındaki İşkodra’ya gittikleri için, mecburen geceyi Ulcinj’de ( Ulcini ) geçirmek zorunda kaldım. Zira, dün öğleden sonra gelebildim Ulcinj’e Karadağ’ın Kotor kentinden. İşkodra’ya gidecek minibüsler 06.00 ‘da hareket ediyorlar. Saat 05.00 ‘de uyanıyorum, kahvaltı yapar, yola çıkarım düşüncesiyle. Ancak, sabahın köründe kahvaltı istemiyor canım. 

Ben de, akşam ev sahibinin söylediği gibi, onları uyandırmadan kapıları kilitleyip, sokaktan, bahçenin ortasına doğru fırlatıyorum anahtarları. Ev sahipleri, yıllardır Almanya’da çalışmış, 6-7 odalı evlerini, yaz sezonunda, uzun plajları nedeni ile çok rağbet gören Ulcinj’e gelen yerli ve yabancı turistlere kiralayan Müslüman Arnavut bir aile. Karı- koca sohbeti seven insanlar.

Çantalarımı yüklenip, dün minübüslerin hareket ettiklerini öğrendiğim küçük meydana geliyorum. Saat 05.50, görünürlerde ne insan, ne de, minübüs var. Sonra, her tarafı dökülen, eski bir Golf otomobil geliyor yanıma. Adam “ şkodra “ diye sesleniyor. Okuduğum kadarı ile, Arnavutluk ve sınırı pek tekin yerler değil. 

Ben, minibüsle gideceğim diyorum. “ İkisi de 5 € , zaten bugün minibüs gitmeyecek “ diyor, anladığım kadarıyla. Yarım saat geçti, ne minübüs var , ne de, İşkodra’ya gidecek bir kimse.

 Bu arada, adamla laflarken, Türk olduğumu öğrendi, iki de bir, gözlerini dikerek, “ Türkler problem “ deyip duruyor, ne anıları varsa ? Sonra, yeni rakıyı hatırlıyor, sohbet biraz ısınıyor, aramızdaki soğukluk eriyor biraz. Anlaşılan, Ulcinj küçük bir yerleşim olduğundan, akşamdan, gidecek araba ve yolcular birbirini bulup, randevüleşiyor. Az sonra, genç bir kız, ardından bir delikanlı geliyor. Beni öne oturtuyorlar, saygıdan mı, kızın yanına oturtmak istemediklerinden midir bilemem. Saat 07.00’de Karadağ- Arnavutluk sınır kapısı Munisan’dayız. Her zamanki gibi, neden beklediğimi bilmeden, akıl erdiremeden, yine bekliyorum, Karadağ çıkış ve Arnavutluk girişinde. 

Sabahın erken saati olmasına rağmen İşkodra- Ulcinj yolu hayli hareketli. Şoför pasaportlarımızı alarak, gümrük görevlilerinin yanına gidiyor. Görünüşe bakılırsa, iyi arkadaşlar, şakalaşıp duruyorlar. Bankoları dolaştıktan sonra, elinde benim pasaportum, “ Türk, problem “ diyor yine, bakıyorum, giriş damgasını vurmuşlar. S…et anlamında bir işaret yapıyorum. Üstelik, Arnavutluk girişinde alınan 10 € ‘ da istemiyorlar, ben de hiç karıştırmıyorum.

 Floransa’da, Uffizi Sanat Galerisinin uzun kuyruklarında beklerken tanıştığım Belçika’da yaşayan Türk, Arnavutluğa girerken verilen 10 € luk makbuzu atmamamı , çünkü Arnavutluk çıkışında da istediklerini söylemişti, bakalım neler olacak ? Şöför cebine atacak parayı bundan sonra verirsem, belli bir şey. Saat 07.30 ‘da İşkodra’ya girerken Rosafa kalesini görüyorum tepenin üzerinde. 

Romalılar tarafından, İÖ 167 yılında yapılan kale, uzaktan bile çok heybetli duruyor. İşkodra girişinde, bir köşede bırakıyor ve karşı köşedeki Tiran’a giden furgon (yerel adı minübüslerin) ları gösteriyor bitirim şöför. Furgon, hareket etmek üzere, üzerimde Arnavutluk parası Leke yok, almaya da, vaktim olmadı. Tiran ne kadar diye soruyorum 5 € diyor, furgon şöförü, LP ‘yi açıp bakıyorum 300 Lek yazıyor, hadi 400 Lek olsun, ancak 3 € yapar. Hesap yaptığımı gören şöför, tamam tamam işareti yapıyor. Verdiğim 5 € yu, 200 Lek ile geri çevirip 50 Lek’i iç ediyor, sabah sabah dalaşıp, Arnavutlardan meydan dayağı yemeye hiç niyetim olmadığından sineye çekiyorum. 1 € = 132 Leke. Bizdeki gibi, şöförler, yollardaki trafik polislerini sellektör yaparak ikaz ediyorlar. Polisler de; tripodlar üzerine kurdukları radarları ile hız kontrolu yapıyorlar. 

Geçtiğim yollar, Anadolu’mun yollarına o kadar benziyor ki; ağaçlar, tarlalar, evler hatta eşekler bile. Birer şeritli yolda, yılların yıprattığı furgon, feryad ederek ilerliyor. Sol tarafta 2751 m. yüksekliğinde Korap dağı yükseliyor. Yol boyunca, o kadar çok otomobil hurdacısı görüyorum ki; kapıları, motorları sökülmüş, kasabın parçaladığı koyunlara benziyorlar yan yana dizilince. 

Diğer Balkan ülkelerinden daha çok akaryakıt istasyonu görüyorum yol boyunca. Kurşunsuz benzin 115 Lek, dizel 100 Lek. Yani, Türkiye’nin yarı fiyatı neredeyse. İş yerlerinin çoğunda, devasa Arnavutluk ve Amerikan bayrakları çarpıyor gözüme. Dünyada her şey ne kadar hızlı nitelik değiştiriyor ki, Arnavutluk’ta Amerikan bayrağı görmek garip geliyor bana ilk anlarda. Amerika, Arnavutluk dersini iyi çalışmış anlaşılan. Arnavutluk, şimdiden hissedebildiğim kadarı ile, küresel sermayenin yeni yatırım alanı. Sorunlarını aşmasına izin verilirse, bölgede, global sermayenin Balkanlardaki fedaisi olabilir. 

Yol boyu dizilmiş, büyük paralar harcandığı belli, ama, mimari estetikten yoksun villalar, bakımsız bahçeleri ile eksik, ezik gibi geliyorlar bana. Dajti dağının 1611 m. yüksekliğindeki zirvesi, bulutlarla kaplı. Zagrep’ten bu yana, neredeyse 10 gündür yağmur peşimi bırakmadı. Kasap dükkanları, çengellere astıkları etler ve kocaman domuz kafaları ile yoldan geçen müşterileri bekliyorlar. Ana yoldan çıkıp, Mother Teresa havaalanının yanına geliyoruz. Birkaç kişi iniyor, bir o kadarı da biniyor, furgonumuza.

 Havaalanının civarı oteller ve çoğu mersedes olmak üzere lüks otomobillerle dolu. Tiran’a yaklaştıkça, küçük fabrikalar ve büyük otomotiv devlerinin teşhir binaları, giderek trafik şişmeye, sonunda da tıkanmaya başlıyor. Yanımda, üzerinde Turgut Özal koleji yazan bir servis minübüsünü görüyorum.

Rr. Durresit caddesinde, İşkodra furgonlarının son durağında iniyorum. Bildiğim kadarı ile, bütün büyük caddeler, sonunda, İskender Beyin heykeli ve Ethem Bey Camiinin bulunduğu Sheshi İskender meydanına çıkıyor. Bulutlar çekilince, ortalığı, bir yağmur sıcağı kapladı, sırtımda çantam yürüyorum, ancak görünürde İskender Bey’in heykeli yok. Haritaya bakıyorum, tahminim doğru, mutlaka meydana çıkacağım. 

Az sonra ileride bir minare görüyorum, Ethem Bey camiinin olmalı. Gözlerim ileride ilerlerken, kaldırımda, içi çıkmış, kocaman bir fare ölüsünü son anda fark ederek üzerinden atlıyorum. Trafik yoğun, kavşakların çoğunda sinyalizasyon yok, bizde de, eskiden olduğu gibi, gözü kara olan dalıyor. İskender Bey’in heykelinin karşısındayım şimdi. Kotor’da tanıştığım Kanada’lı kadının söylediği Freddy oteli deneyeceğim. İsmi gibi, ürkütücü değildir inşallah. Meydanda, kocaman yükselen Tiran İnternational otelinin arkalarında olduğunu bildiğimden, zorlanmadan buluyorum. Sahibi olan gence, Kanadalı kadın kadar para ödeyeceğim deyince, 12 € ‘ ya ses çıkaramıyor. Çantaları bırakıp, meydana yürürken, bir anda sağanak yağmur başlıyor.

 Dolaşmanın imkanı yok. Meydanın görkemli binalarından olan ve ön frizinde, Arnavutluk Komünizminin, belki de, son izlerini taşıyan, kızıl bayraklı, partizanları temsil eden büyük mozaik panonun bulunduğu Milli Tarih Müzesine giriyorum, hiç değilse, bu arada burayı gezerim düşüncesi ile. ( 100 Leke ). Bölge bölge antik yerleşimler çok detaylı anlatılıyor reyonlarda.

İ.Ö 2600- 2100 Kült eşyaları

2100-1100 hançer, balta, kamalar

1100-500 Süs eşyaları

2. bin yıl Kaya resimleri

İ.S 6. yy – 3. yy Roma stelleri ‘ni ilgiyle izliyorum.

Bu arada, Arnavutların direniş kahramanları İskender Beyin ( Gjergj Kastrioti)’nin detaylı heykelini görüyorum. 

Antik İlliyra kabilelerinden olan Arnavutlar, İ.Ö 7. yy ‘da Yunanlıların işgalinden sonra, İ.S 395 ‘de Roma İmparatorluğunun bölünmesi ile Doğu Roma İmparatorluğu sınırları içinde yer alır. Sırplar’dan sonra, Osmanlılar ataklara başlarlar, ama, şu anda heykelinin önünde durduğum İskender Bey, Kruja kalesinden Osmanlı ordularına büyük bir direniş gösterir. İskender Bey’in öyküsü hayli ilginç olduğu biraz anlatmak isterim; Babası Gjor Kastrioti de 1407 yılından beri Osmanlı saldırılarına karşı savaşmaktaydı. Bu savaşlardan birinde, üç oğlunu da Osmanlı orduları rehin aldı. Bunlardan bir de İskender Bey idi. Edirne’deki Osmanlı sarayında Yeniçeri olarak yetiştirildi, Müslüman oldu ve İskender adını aldı. Fatih Sultan Mehmet ile birlikte eğitim gördü. 2. Murat 1438 ‘ de , Kruja beyi olarak, Arnavutluk’a, onu atalarının savaştığı topraklara gönderdi. 1443 yılında, Macarlar ve Osmanlılar arasında cereyan eden bir savaşta, Kruja kalesini ele geçirip, Osmanlı yönetimine isyan ederek bağımsızlığını ilan etti. Çok büyük ordularla saldırmasına rağmen Osmanlı’lar Kruja’yı bir türlü ele geçiremedi. 1461 ‘ de Fatih Sultan Mehmet’in isteği ile İskender Bey arasında 5 yıllık bir anlaşma yapıldı. 1468 yılında ölümüne kadar, yanında kız kardeşi Mamica ile Osmanlılara direndi. 

Ölümünden sonra, Venedikliler de desteklerini çekince, on yıl içinde Osmanlılar bütün Arnavutluk’u ele geçirip, 434 yıl hükmettiler. Bu arada, bir kilisede gömülü naaşı parçalanarak dağıtıldı. 1970 ‘ de, Enver Hoca rejimi bu kiliseyi müze haline getirdi. Papa da, eski bir Yeniçeri ve Müslüman olan İskender Bey’e, “ İsa’nın Savaşçısı “ ünvanını verdi.

Yüzyıllardır bu direniş Arnavut halkının belleğine kazınmış olmalı ki; Türkler’e pek sempati ile bakmazlar. Bu gezimde, Arnavut’ların yoğun olduğu Makedonya Üsküp’de Vardar nehrinin kıyısında ve Kosova’da Priştina’da, İskender Bey’in anlamlı ve devasa heykellerini gördüğüm zaman, Arnavut halkının unutulmayan milli kahramanı olduğunu bir kez daha anladım. 

Hatta, Üsküp’de Türklerin yoğun yaşadığı ve işyerlerinin olduğu caddenin girişine dikilmesi, Makedonların, Arnavutlarla Türkler arasına bir huzursuzluk ve nifak sokma girişimi gibi geldi bana.

Evet, Milli Tarih Müzesi'nde İskender Bey heykelinin önünde, tarihin uğultulu seyri arasında bu kesit canlandı gözümde. Merhaba sesi ile kopuyor tarihten ve Tiran’da kimsenin olmadığı bir müzede bana seslenene dönüyorum. Bir kadın. Kocası, Arnavutluğun Vlora kentinde çalışıyormuş, onu ziyaretine gelmiş, bu arada Tiran’a gelip, ucuz olduğunu duyduğu mağazalarda giysi ve ayakkabı bakacakmış. “ İyi de diyorum, benim Türk olduğumu nereden anladın? “, “İçime doğdu “ cevabını alıyorum. 

Bir yandan sohbet ederken, bir yandan, 19. yy. Osmanlılara ayaklanma hareketlerini anlatan dev panolara bakıyoruz. Özellikle 1882- 1912 Arnavut Milliyetçilik ve Kültür hareketi liderlerinin eserleri, hayatları, fotoğrafları ile anlatılıyor.

Kral Zogu 1. ‘de Arnavutluk yakın tarihinde renkli ve önemli bir şahsiyettir. Önünde durduğum panoda Kral Zogu’nun Macar kökenli genç ve güzel karısı Geraldine’in fotoğrafları, beni yine tarihin tünellerine sürüklüyor. Ahmet Zogu, soylu bir Arnavut ailesinden gelmektedir. 

Babası, 10 yaşında İstanbul’a gönderir ve Galatasaray Lisesinde eğitim görür. Ülkesinde, bir çok iç huzursuzluğun girdabında ün yapar. Pek çok mücadeleden sonra, 1925’de Anayasada köklü değişiklikler yaparak kendini Cumhurbaşkanı, üç sene sonra yine Anayasa değişikliği ile Kral ilan eder. Döneminde ülkesinde toplumsal, ekonomik ve kültürel değişimlerle halkın sempatisini kazanır. Karısı Geraldine de halkın sevgilisi olmuştur. Ancak; 1939 yılında İtalyan faşist orduları Arnavutluğu işgal edince, önce İngiltere, sonra Mısır ve Fransa’da yaşar, 1961 yılında da Paris’te ölür. Bildiğim kadarı ile torunu halen Arnavutluk Bakanlar Kurulunda bulunmaktadır. 

Kendini halkına sevdiren ender krallardan biri olarak, tren istasyonuna giden cadde, Kral Zogu 1 adının taşımaktadır günümüzde de.

Enteresan; müze, gerçekten çok detaylı hazırlanmış, ne var ki; Enver Hoca dönemine ait bir tek bilgi yok. Üst katta, aydın birine benzettiğim gence soruyorum. “ Tamamen, müze yönetiminin Enver Hoca rejimini yorumlamasına bağlı bir durum. Genel bir politika değil. “ diyor.

Müze çıkışında, Ülker hanım’ın İtalyan ayakkabıları satan mağazaları da gezelim teklifi yapacağını hissediyorum. Hem, kadınların alış-verişinden çok sıkıldığım, hem de, mesleki bir eğitime katılmak üzere aldığım bir telefon üzerine, Kruja, Berat gezilerini bile iptal ettiğimden, zaman kaybetmemek adına izin isteyerek ayrılıyorum.

Yarın sabah, Makedonya’nın merkezi Üsküp’e gidecek otobüse bilet almalıyım, otobüs firmalarının ofisleri, çevredeki, apartman dairelerinde. Bir binanın 3. katında, zar zor bulduğum ofisin kapısında 15.00 ‘de açılacağı yazılı. Girmeyi çok arzuladığım Milli Sanat Müzesi de, 16.00 ‘da açılacak. Deshmoret e Komuıt Bulvarı boyunca yürürken, solda, büyük bir park içinde,

 Enver Hoca’nın mimar kızının tasarımı olan dev piramit binasının önüne geliyorum. 1988 yılında Enver Hoca Müzesi olarak yapılan binanın çatısındaki mermer plakalar sökülmüş, gençler üzerlerinde tırmanıp kayıyorlar. Hemen önünde asılı duran barış çanı, binlerce yıldır barışı tesis edememenin utancı ile , yapayalnız duruyor. 

Asılıp, ortalığı inletecek kadar çaldırsam, etrafımdakiler ne derler acaba ? Bir ara Mumya ismiyle diskotek olarak kullanılmış, ancak, derbeder girişi ve fiyakalı Mumya levhası kalmış geriye anlaşılan. Yeni rejim, bir çeşit intikam alıyor geçmiş zorbalık döneminden gördüğüm kadarıyla. 

Aynı caddede, Bakanlar Kurulu binasının önünden geçerken, binanın cephesindeki beyaz Partizan kabartmalarının hemen yanındaki balkondan halka seslendiği dönemleri canlandırıyorum gözümde, insanlar coşku ile tezahürat yapıp alkışlıyorlar, Marksist sloganlar atıyorlardı, daha dün gibi yakın zamanlarda.

 Sağa girip ilerliyorum İsmail Kemali caddesi kavşağında, Enver Hocanın evinin önündeyim. Orta büyüklükte bahçede, 960’lar mimarisine sahip binanın, hiç de abartılı lüksü yok.

Arnavutluk’ta her cadde kafelerle dolu. Moda ve gençlik dergilerinden fırlayıp çıkmış, saçları jöleli gençler, metalci kızlar yanak yanağa, koyun koyuna sokulmuşlar birbirlerine kafelerin deri koltuklarında. 

Arnavutluk bir balayı döneminde anlaşılan. 1992 ‘de Ramiz Alia’nın ölümüyle kapanan Sosyalist baskıcı rejim sonrası, uluslar arası sermayenin, özellikle Amerika’nın özel ilgisi ile daha çok uzun sürecek bir balayı yaşanacak anlaşılan Arnavutluk’ta. Önemli olan, balayı sonrası, uyandıklarında, ne halde olduklarını fark etmeleri. 

Temennim, tüm dünya halkları gibi, Arnavutluk halkı da barış ve refah içinde yaşasın, yağmurdan kaçarken doluya tutulmasın.

LP ‘DE sözü geçen Rahibe Teresa heykelini bir türlü bulamıyorum. Meğer, Tiran’ın merkezi İskender Bey Meydanından başlayan, Deshmoret e Komuıt bulvarı nihayetindeki Tiran Üniversitesi bahçesinde, şanına pek de uygun olmayan, normal insan boyunda küçücük bir heykel, üstelik arkasındaki, Sheraton Otelinin oluşturduğu çirkin cam giydirilmiş cephesinin oluşturduğu fon önünde.

Saat 15.20’ de Kral Zogu 1 caddesindeki, otobüs yazıhanesindeyim. Ofis açılmış, yarın sabah 09.00 için Tetova ( Kalkandelen ) bileti alıyorum ( 15 € ).

Tekrar, geri dönüp, Milli Sanat Müzesi'ne geliyorum. Hayret, ücretsizmiş, LP ‘de 100 Leke olduğu yazıyor. Üç katlı, Arnavutluğun en büyük bankası Raiffeisen Bank, Vodafone ve 8-10 kuruluşun sponsorluğunda yeniden düzenlenip, 1.5 ay önce açılmış. Arnavut ressamların gerçekten çok güzel resimleri var. İçlerinden “ İşkodra’da Düğün “ tablosunu çok seviyorum. Anadolu’da bir köy düğünü ancak bu kadar güzel anlatılabilir.

2. katta, İkinci Dünya Savaşı'nda Partizanların, Antifaşist direniş resimlerinden oluşuyor. Alt kattaki kitap ve resim kopyalarının satıldığı mağazaya giriyor ve ilgilendiğimi hisseden görevli kadına neden “ İşkodra’da Düğün “ tablosunu sevdiğimi anlatıyorum. Hemen dışarı çıkıyor, yanında 40 yaşlarında canlı, güzel bir kadınla geliyor. Kadın “ merhaba “ dedikten sonra ekliyor, “ Türk’e benzemiyorsun, üzerindeki giysiler, kitaplar, hele bir Sanat Müzesini gezmen Türk’lerde pek rastlanmaz. “ Annesi Türk, babası Boşnak’mış, “ İstanbul’daki akrabalarıma gider, yeğenimin motosikletiyle şehri gezerim “ diyor. Çok düzgün Türkçe konuştuğunu görünce, Enver Hoca dönemini sorma imkanı buluyorum.

Söyledikleri özetle şöyle; Bugün Arnavutluk’ta dolaşan paranın çoğu, Enver Hoca rejimi dönemindeki partililerin paraları, Amerika, artık ülkenin her konusunda burnunu sokuyor, bu refah döneminin sonunu ben de merak ediyorum. Baskı döneminde, annem 40 yıl İstanbul’a gidemedi, son yıllarında bana devamlı; İstanbul’ a gittiğinde Galata Köprüsü'nü benim için öp diyordu.

Kadının, 350 $ maaşı varmış, Milli Sanat Müzesinde, kocası da ressammış, zar zor geçinebiliyoruz diyor. Telefon numaramı veriyorum, “ İstanbul’a geldiğinde, eşimle tanıştırayım, onun güzel yemeklerini mutlaka beğeneceksin. “ deyince, gözleri parlıyor, “Memnuniyetle, ilk fırsatta geleceğim “ diyor.

Anı olarak, müze kataloğundan alıp çıkıyorum ( 100 Leke ). Şimdiden yoruldum, ama, hiç değilse belli başlı yerleri görmek istiyorum Tiran’da. Rr ( kısaca cadde demek ) Kavale’s üzerinde, Enver Hoca’nın Ateist politikaları nedeniyle, yıkımdan nasibini almış, birer Ortodoks ve Katolik kilisesi var. 

Bu arada camiler de yıkılmış, Meydanın göbeğindeki Enver Bey Camiine dokunulmamış olmasını , Tiran’ın tiranı Enver Hoca’nın adaşı olmasına bağlamalı mıyım acaba ?

 Kiliselerin yerlerine kubbesiz olarak yenileri yapılmış. Rr. Kavale’s üzerinde bir Türk restoranı görüyorum. Oldukça lüks ve popüler bir yer olmalı. Hanidir özlediğim, süzme mercimek çorbası ve şakşuka sipariş ediyorum. Nedense, garsona defalarca söylememe rağmen, restoranın Türk sahibi ile görüşme imkanı bulamıyorum. Cebimdeki son 550 Lek’in 500’ünü ödeyip çıkıyorum. Ülke ölçülerine göre çok pahalı bir yer. Aynı cadde üzerinde, 50 Leke karşılığı köfte, 100 Leke’e de şiş kebap yenebileceğini gösteren fiyat listeleri varken, bir Türk’e gereğinden fazla kesilmiş olmam, yine de “ yabana gitmedi “ düşüncesi ile üzmüyor beni !!

Hava karardı, sabah Karadağ’ın Ulcinj şehrinden, Arnavutluk sınırına, İşkodra’ya, derken Tiran’a geldim. Bütün gün gezdiğim ve sık sık sağanak yağmura yakalandığım Tiran, dalgalanmalara ve dünya konjonktürünü yorumlamaya zorladı beni sürekli. Sheshi İskenderbeğ ( İskender Bey ) meydanında, Milli Tarih Müzesinin alnındaki dev, Partizan mozaiğinin hemen önündeki meydanda, küçük çocuklara, oyuncak arabalar kiralandığını görünce ilk kez yutkunmuştum Tiran’da, ancak, gezdikçe yutkunmalar bir alışkanlık oluşturdu bende.

Cebimdeki son paralarla, otelin yanındaki bakkaldan su alıyor ve Freddy Oteldeki loş ve sessiz odama girerken, yine yağmur boşalıyor. Dilime de, az önceki Türk restoranında türkü takılmış ; “ Erzurum dağları kar ile boran “.

 

03.06.2009 ( TİRAN – TETOVA – ÜSKÜP )

Dün, Arnavutluğun başkenti Tirandaydım. Zaman zaman bastıran yağmur altında da olsa, Tiran’ın büyük kısmını gezmek imkanı buldum.Tabii ki; yıllardır, baskıcı Enver Hoca rejimi sonrası, Amerika’nın, kankası ilan ettiği Arnavutluk’ta yaşanan yozlaşma ve sermayenin bilinen ablukalarını, insanlar üzerindeki tek boyutlu insan yaratma gayret ve neticelerini çoğu kez tiksinerek izledim.

Odamın balkonundaki demirlere vuran yağmur damlalarının sesleri ile uyudum, sabah 05.00’de aynı seslerle uyandım. Çantalarımı toparlayıp, tren istasyonunun hemen yanındaki otobüs terminaline gitmek için Zagu 1. bulvarının yolunu tuttum, Allahtan yağmur kesildi yürürken. 

Tek sorun, dalgınlıkla kaldırımlardaki su birikintilerine basmak. Tiran’dan direkt Üsküp’e otobüs yok, bu nedenle önce Tetova ( Kalkandelen )’e gidecek, başka bir otobüsle Üsküp’e geçeceğim. Önündeki levhada Tetova yazan Polet firmasının külüstür otobüsünü buluyorum, kapıları kapalı.

 Derken, bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başlıyor, sırılsıklam olmamak için, yanımda bekleyen valizli yolcular gibi, bende çantamı yüklenip, yan taraftaki tren istasyonunun sundurmasına atıyorum kendimi. Saat 09.00’da muavin geliyor, bagaja çantayı koyarken bile, adamakılı ıslanıyorum.

 Yolcu kadınlar, büyük bir öfkeyle bağırıp çağırıyorlar şöför ve muavine, kapıları daha önce açmadıkları için. Anlamsız ve gereksiz bir zulümden sonra, bu tür otobüslerin yan camlarının buzlu camlar gibi pis veya bozuk olduğunu bildiğim için en öne oturuyorum, geçtiğim yerleri daha iyi görebilmek için. 

Dün, Tetova otobüs bileti için, 15 € ödemiştim, Arnavutlukta her şey için para birimi Leke kullanılıyor, gariptir ki; bilet aldığım, bir apartmanın 3. katındaki ofis görevlisi kadın, ısrarla euro istedi benden. ( 1 €= 132 Leke ). Bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur altında Unaza caddesine girerek ilerlemeye çalışıyoruz. 

Trafik kilitleniyor, karşı şeritte, bir su birikintisinin yanında, bir ceset torbası, herkesin ilgi odağı oluyor anlaşılan. Trafik kazası mı, cinayet mi; anlamaya çalışıyor sürücüler. 

Tiran’a girerken, kaldırımdaki kocaman bir fare ölüsüne basmaktan son anda kurtulmuştum, ayrılırken de, bir ceset torbası ile veda ediyorum Tiran’a.

 Otobüsün motoru tükenmiş olmalı, 70 km sürati geçemiyor, 50 dakika sonra, liman kenti Durres’e geliyoruz. Bir liman kentinin sahip olması gereken, bar ve pavyonların gemicilere hizmet ettiği, yoğun reklam levhalarından anlaşılıyor. 

Solda, kocaman bir Türk bayrağı dikkatimi çekiyor, Konsolosluk binası mı diye düşünürken, önündeki yazıyı okuyorum. İzmir restoran yazıyor kocaman harflerle. Durres’in denizi çok kirli.

Elbasan’a doğru ilerliyoruz, Shkumbini nehrinin kah sağından, kah solundan, sapsarı akan sularını seyrederek. Elbasan’a geliyoruz. Yeşillikler içinde, çok güzel bir yerleşim.

 Hayret, başkent Tiran’dan uzaklaştıkça yollar düzeldi, gerçi, hala gidiş-geliş tek şerit. Rasgele park etmiş taşıtlar yüzünden sık sık durmak zorunda kalıyor otobüsümüz. 

Ev inşaatlarının çoğunun çatısında İngiliz ve Amerikan bayrakları görüyorum. Fabrika binası olsa, ortak yatırım diyeceğim, ama konut üzerinde yabancı ülke bayrağını anlayamıyorum. 

Yolun iki tarafında meşe ve çam ormanları arasında süren keyfim, şöförün 13.20’de yemek molası vermesi ile bitiyor. Yollardaki lokantalarda yemek yemeye cesaret edemediğim için, çantamdan bir konserve çıkarıyor, öğle yemeğimi hallediyorum. 

Sabah, otobüs beklerken tanıştığım hukuk öğrencisi Arnavut genç, içeri çay içmeye davet ediyor. Arnavutluktan, uluslararası sermaye ile yaşadığı balayından bahsediyoruz uzun uzun ve sonunda, sermayenin, Arnavutluğa bu kadar abanmasının, eninde sonunda Arnavutluk halkının hüsranı ile biteceği inancında birleşiyoruz. 

Yugoslav Federasyonundan sonra kurulan, Balkan ülkelerinin çoğunda, kökten dinci akımların hızla büyüdüğünü, ancak, Enver Hoca rejiminde uygulanan Ateist politikalar sonucu, Arnavutluk halkının, bu akımlara pek itibar etmediğini söylüyor. Arnavut genç, Balkanlar’da hiç bir ülkenin kalıcı huzur ve barış içinde olamayacağını ekliyor son olarak.

Birkaç küçük yerleşimden geçerken, Türk-Arnavut İslam Vakfı’na ait öğrenci yurdu takılıyor gözüme.

Makedonya sınırında, Kafa sınır kapısındayız.

 

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..