Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Nisan '08

 
Kategori
Kişisel Gelişim
 

Artık en yavaş ceylan bile dünkünden daha hızlı

Artık en yavaş ceylan bile dünkünden daha hızlı
 

Farkındasınız değil mi toplum olarak ne kadar karamsar, geleceğe karşı ne kadar güvensiz olduğumuzun. Normal tabi; Türkiye sonuç olarak gündeminin kimin tarafından belirlendiği belli olmayan bir belirsizlikler diyarı haline geldi; Bir bakıyorsunuz Hrant Dink öldürülmüş aslında biz hepimiz Ermeniymişiz; biz başörtüsünü analarımız-bacılarımız başlarını örtmek için kullanır diye bilirken birileri adını değiştirip kendi ideolojilerinin bayrağı yapmış; Ergenekon’da sadece Göktürklerin türeyişini anlatan bir destan değilmiş; İtalyan kadınların tümü Tinto Brass filmlerindeki gibi sadece seks aramıyormuş aslında, Pippa Bacca gibi barış mesajı vermek gibi “edepli” amaçlar için de seyahat edebilirlermiş. Öğreniyoruz, öğretiyorlar, belki de bazılarını sırf biz öğrenelim diye sahneliyorlar. Birileri sahneliyor ya da sahnelemiyor, sonuç olarak durmaksızın olumsuzluklarla, karamsarlıklarla pompalanan bir hayat yaşıyor ve sürekli karamsarlığa itiliyoruz milletçe. Peki bu karamsarlık kültürü bizde ne zaman başladı, bu hiç değişmeyecek mi, değişim nereden ve nasıl başlamalı ve en önemlisi mümkün mü?

Türkler ve Anadolu...

Bu iki kavramı bir arada düşündüğümüzde karşımıza üç ayrı tablo çıkar. İlk tabloda çeşitli nedenlerle Orta Asya’dan göç etmiş bir millet vardır. Esareti sevmeyen ve özgürlüğüne düşkünlüğü sebebi ile efendiliğe alışmış bu millet, ikinci tabloda kurduğu medeniyetler ile önce Anadolu’nun ve müteakiben elinin yettiği, adının yetiştiği her yerin efendisi olur.

Anadolu her zaman medeniyetlerin beşiği, kültürlerin, kavimlerin, uygarlıkların kavşak noktası olmuştur, Ancak, bu dev yarımada öyle bir coğrafyadır ki bu topraklara sahip olan her daim güçlü olmak zorundadır. Çünkü Anadolu, mücavir devletlerin rüyalarını süsleyen, birçok devletin sahip olmayı, sahip olamasalar bile en azından üzerinde söz sahibi olabilmeyi istedikleri bir mülktür. Kuzey ülkelerini sıcak denizlere, doğu ve batıyı birbirine bağlayan bu köprü konumundaki ülkede eğer gücünüzü kaybederseniz Osmanlının da başına gelen üçüncü tablo çiziliverir anında. 1699 Karlofça Anlaşması ile ilk toprak kaybı gerçekleşir ve üçüncü tablonun ilk fırça darbeleri vurulmaya başlar. Artık “Gerileme Dönemi” başlamıştır. Bu gerileme dönemidir ki, üzerimize yapışmış, etkileri bugün bile hala devam eden bir karamsarlık elbisesinin ilk dikişlerinin atılmaya başladığı dönemdir.

Bugünümüzü daha iyi analiz edebilmek için üçüncü tabloyu biraz irdelemek gerekir. Gerileme dönemi ile birlikte o güne kadar mükemmel giden her şey bozulmaya başlamış, sadaka verilecek insan bulunamayan koskoca imparatorlukta kum saati tersine akmaya başlamış ve dolayısıyla dünyaya daha bir karamsar bakar olmuşuz milletçe. Tabi karamsarlık bulaşıcı bir hastalık olduğu için hızla yayılmış. Sosyal bilimcilerin <ı>“kendi kendini doğrulayan kehanet” (self-fulfiling prophecy) dedikleri olgu gerçekleşmiş. Olumsuzlukları, aksaklıkları düzeltmek amacıyla bir şey yapılmadığı için karamsarların çizdiği tablo gerçekleşmiş.

Tabi ülkede her şey de gerilemiyormuş, gelişen şeylerde olmuş. Şikayet kültürümüz gibi mesela. Söylemek yerine söylenmeye, uğraşmak yerine sızlanmaya başlamışız ve bu da kendimize, insanımıza ve ülkemize güvenimizi kemirmiş. Çaresizlik ve umutsuzluğun akraba evliliğinden bir ucube doğmuş; eylemsizlik, tembellik ucubesi. Ve insanlarımız iş üretemeyince, düşüncelerini eyleme geçiremeyince mazeret üretmeye başlamışlar. Ve bahane bulma kültürümüz Dünya standartlarından çok üst seviyede bir gelişme göstermiş.

Bütün dünya, Haçlı Seferleri ile temelleri atılan Rönesans ile hızlanan bir değişim, gelişim çizgisi yakalamış ve bunu hayatlarına uygulamaya başlamışken biz imparatorluktan kalma alışkanlığımız ile hep o tek adamı beklemişiz. Bizi kurtaracak, bizim yerimize karar verecek o tek adam gelene kadar geçen sürede de karamsarlık ve atalet irsi bir hastalık haline gelip genlerimize işlemiş. Beklenen kurtarıcı gelmiş sonunda; Mustafa Kemal Atatürk. Atatürk’ün değiştirdiği ilk şey ise tek adam yönetimi olmuş, İmparatorluk yönetimi yerine Cumhuriyeti getirmiş o tek adam. Ancak anlaşılan o ki, değişen sadece yönetim şekli olmuş. Atatürk’ün zamanı ve onun gücünün hissedildiği yıllarda sürekli gelişen ülke daha sonraki yöneticilerin aynı kararlılık ve başarıyı gösterememesi sonucu genlerimizdeki karamsarlık, atalet yine dominant hale gelmiş.

Bütün Dünya bugün genlerin şifreleri ile oynuyor fakat biz hala genlerimize işleyen karamsarlık illetinden kurtulabilmiş değiliz. Kendimizi hep bir çemberin ortasında hissediyoruz. Babam orta halli bir aile olmasaydı, zengin bir insan olsaydı –ya da diğer bir deyişle tuzum kuru olsaydı- ben de isterdim ve daha doğrusu ümidim olurdu gelişmek için; çemberin ilk duvarı, eğitim-öğretim için daha elverişli imkanlar olsaydı –mesela ÖSYS olmasaydı da istediğim üniversiteyi okuyabilse idim- hedeflerime ulaşmak için bir ümidim olurdu; ikinci duvar, bu ülkede sesini yükseltenlere iyi gözle bakılmıyor –onları frenlemek için, durdurmak için her şey yapılıyor- hevesleri kırılıyor, kısacası bu sistem düzelmediği sürece başımızdaki insanların bize layık gördüğü hayatı yaşamak zorundayız diyoruz. Diyoruz da aslında içine hapsolduğumuz bu çemberin kendi eserimiz olduğunun farkında değiliz.

Biz kabul etsek de etmesek de değişim diye bir olgu var ve olacak. Değişim treni hareket etti bizle ya da bizsiz gidecek. Tabi ki başka trenler de gelecek ama bir çoğunu da kaçırdık ve ne kadar geç binersek ulaşılması gereken istasyona o kadar geç gideceğiz. Hadi kendimiz için bir şey istemiyoruz -ümitsiziz ya-; ama ya çocuklarımız. Biz her ne kadar bugüne kadarki yaşamımızda sürünsek de aslında çocuklarımızdan çok daha şanslı idik. Eğer hala yerimizde sayıyor isek bu bizim suçumuz. Ama çocuklarımız bizden çok daha talihsiz. Bundan sonra çocuklarımız bir işe kalkıştıkları zaman rakipleri yan mahallede, komşu ilde olmayacak; Kore’de, Malezya’da, Tayvan’da, Japonya’da olacak Çin’de olacak, Arjantin’de olacak. Artık görüyoruz mahalle bakkalımız Fransız menşeli Carrefour ile savaşmak zorunda kalmıyor mu? Aldığımız en ufak plastik eşyanın, oyuncağın üzerine bakıyoruz made in China, peki nerde bizim yerli üreticilerimiz? Eğer biz değişime inanmazsak kendimizi geliştiremezsek çocuklarımıza da aynı pasif ruhu aşılamış olacağız. Çingene mahallesinden profesör çıkma olasılığı çok düşüktür??? Neden, potansiyelleri olmadığından mı? Hayır. Modelleri olmadığından. Çocuklarımızın bir modeli olmalı. Ve hepimiz biliyoruz ki bir çocuk için ilk model önce annedir, babadır, daha sonra öğretmen olur bu model. Siz, bunların ya hepsisiniz ya da hepsi olmak üzeresiniz. Eğer çocuklarımızın başarılı olmasını istiyor isek önce kendimiz başarılı olmalıyız. Tabi başarı da gökten zembille inmiyor. Toplumsal bir gelişmenin sağlanabilmesi için öncelikle herkesin kendini geliştirmesi, her gün yeni bir şeyler öğrenmesi ve en önemlisi bilginin gücünü eyleme döndürmesi gerekecek. Başarılı olmayı bir mücadele olmaktan çıkarıp, bir yaşam biçimi haline dönüştürmemiz gerekecek. Doğan Cüceloğlu’nun deyimiyle <ı>“ya sorunun bir parçası olacağız ya da çözümün.”

Tek başıma ben değişsem ne olacak diye düşünüyorsunuz belki. Sadece ben değişsem bu ülke de ne değişir. Bir kere etrafınızdaki ve özellikle gelişmesi, değişmesi size bağlı insanlara bakışı açınız değişir. Peki bakışınız değişirse ne olur? Aşağıdaki öykü sanırım bu sorunun cevabını çok net veriyor. Bu hikaye aynı zamanda kendi kendini doğrulayan kehanetlerle de ilgili;

Hikayemiz İngiltere’de bir okulda geçiyor. Bu okuldaki yöneticiler akılları sıra teknolojiden faydalanmışlar; bir bilgisayar programı yardımı ile öğrencileri iki kategoriye ayırmışlar. Öğrencilere bir test uygulayıp, bilgisayar yardımı ile belli bir puanın üzerinde olanları zeki ve kendi zeka kriterleri ile oluşturdukları bu barajın altında kalanları ise aptal olarak etiketlemişler. Ancak değerlendirilirken bir hata yapılmış ve sınıftaki zeki çocukları aptal diye ve sözde aptal olan çocukları da zeki diye etiketlemişler. Öğrencilere verilecek eğitim bu bilgisayardan alınan raporlara göre düzenlenecekmiş. Öğretmenlere de iletilmiş bu rapor ve çocukların eğitimi sırasında bu verilerin dikkate alınması istenmiş. Yönetim beş buçuk ay sonra fark etmiş programdaki hatayı. Kimseye hiçbir şey söylemeden tekrarlamışlar tabi testi. Fakat sonuçlar şaşırtıcıymış. Aslında ilk testte yüksek puan alması gerekirken, programdaki hata yüzünden puanları düşük çıkan öğrencilerin puanları iyice düşmüş. Tabi sözde aptal olması gereken çocukların puanları da tahmin ettiğiniz gibi yükselmiş. İlk gruptaki çocuklar aslında daha zeki oldukları halde onlara zihinsel güçleri sınırlı, işbirliğine yanaşmayan ve eğitilmesi güç çocuklar gibi yaklaşıldığından başarıları düşmüştür. İkinci gruptaki öğrencilere ise eğitimlerinde problemler çıksa bile daha hoşgörülü davranılmış ve onlara değerli oldukları hissettirildiği için başarıları yükselmiştir. Bu konuda Goethe’nin bir sözünü hatırlatmak istiyorum “Bir insana onun olduğu gibi davranırsanız, olduğu gibi kalır. Olabileceği, olması gerektiği gibi davranırsanız, olabileceği ve olması gerektiği gibi olur”. İşte insanlara bakış açısı bu kadar önemli.

Hepimizin -ve dolayısıyla ülkemizin- layık olduğu yere gelmesi, insanımızın anlamlı, kaliteli ve başarılı bir hayat sürebilmesi için gerekli ortamın hazırlanmasında kullanabileceğimiz tek silah değişimdir. “Değişimin boyutu, etkileyeceği kitle ne kadar büyük olursa olsun değişim bireyden başlar” anafikri ile yola çıkmalıyız. Değişim için beynimizi yeniden örgütleyebilmemiz için ilk adım olarak beynimizdeki ufuk, düşüncelerimizdeki özgürlüğü genişletmeliyiz.

Sanırım artık yeter demenin vaktidir, İngiltere Başbakanı Benjamin Disraeli’nin 1856’da ortaya attığı ve güne kadar aksi ispatlanamayan <ı>“Türkiye, büyük bir gelişme potansiyeline sahiptir ve daima potansiyeli olan ama bu potansiyeli hayata geçiremeyen bir ülke kalacaktır” kehanetini yalanlamanın zamanı geldi. Ve bir anlamda şu an ki bütün sıkıntılarımız yeni Türkiye’nin, gelişmiş Türkiye’nin doğum sancıları olmalı. Fark etmemiz gereken tek şey var; değişmesi gereken tek kişi var bu ülkede o da hepimiz için tek cevap BEN. Çünkü, bu yaşam boyu yapabileceğimiz en büyük yatırımdır; yaşamla başa çıkmak için, anlamlı, kaliteli, başarılı bir hayat yaşamak için elimizde bulunan tek kaynak olan kendimize yaptığımız yatırımdır. Bir Afrika atasözü der ki; “Eğer bir aslansanız ve bugün en yavaş koşan ceylanı yakalamışsanız bilin ki yarın bugün koştuğunuzdan daha hızlı koşmalısınız. Çünkü artık en yavaş ceylan bile dünkünden daha hızlı.”

İnsan hayata bir kez gelir. Geçiminizi sağlayacak parayı şu veya bu şekilde kazanabilir ama mutsuz geçen günlerinizi, aylarınızı hiçbir şekilde telafi edemezsiniz.

Belki hala bu ülkede değişim çok kolay değil, bin tane beyaz koyunun içerisinde siyah koyun olmak istemiyorum diye düşünüyor olabilirsiniz. Ama şunu unutmayın herkes gibi olmak aslında hiç kimse olmak demektir.

Evet arkadaşlar bu yazının sonuna kadar okuma zahmetine katlandıysanız bir 10 dakikada söylenilenleri analiz etmek, kendinize uyarlamak için ayırın. Bu yazının esin kaynağı ve hatta kaynağı Faruk TÜRKOĞLU’nun Kişisel ve Kurumsal Değişim Kültürü isimli kitabıdır, hatta yazı için bu kitabın bir özetidir bile diyebiliriz. Huzurlarınızda sayın TÜRKOĞLU’na teşekkürlerimi iletmek istiyorum.

 
Toplam blog
: 4
: 1944
Kayıt tarihi
: 05.04.08
 
 

Ben kim miyim? Kendimi nasıl ifade edebilirim ki... Kimdir : Sanırım hiçkimse, belki bir dünyalı, bü..