Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Kasım '08

 
Kategori
Öykü
 

Artık o kumral kız yok...

Artık o kumral kız yok...
 

Söyler misin?

Yalnızlığı bilmezsin. En azından benim yaşadığım yalnızlığı; umudun günbegün azaldığı, hayalinin bile kaybolduğu, sevginin çaresiz kaldığı kadarını diyorum. Hiç bilmedin, yine bir kere daha diyorum ki hiç beklemedin. Öyle bir yolcuydun ki, nereye gittiğini bile anlamama izin vermeden yok oldun.

Kayboluşunla başladı, her şey belki de. Kâğıt ve kalemin bu denli ısındığı günlerde senin uzaklaşmanın verdiği yalnızlıkla geceler sessizleşti ve duyulmayan çığlıklara dönüştü. Sana gecelerimin nasıl geçtiğini, neler yaptığımı, yalnızlığın paylaşılmaz acısını çıkaramadığım günlerin zamanını burada anlatsam faydası olur mu dersin?

Yaşadıklarımızdan neler öğrendik sence? <ımg height="238" hspace="10" src="http://indigodergisi.com/soyler%20misin%20uzay%2025%20(10).jpg" width="146" align="left" vspace="2" border="0">

Bizlere neler söylenmişti, neler yaşadık? Umuda yolculuğumuzun başında insanları ne kadar da çok seviyorduk, karşılıksız. Sonra tüm çirkinlikler etrafımızı sardı. Hevesimiz kursağımızda kalmıştı. Neden istediğimiz insanlarla beraber olamadık? Bu insanlarla beraber olamayacaktık da niye tanıştık? En önemlisi; “neredesin?” Neden hep bir kar tanesini oynuyorsun? Bir varsın ve uzun zaman yoksun? Buna alışmıştım. Hatta küllenen bir ateşti yüreğim. Ağrı Dağı’nın haşmetiydim belki de, içi sönmüş. Karşıma çıktın, ben istemeden yolumun üzerindeydin.

Sonra?

“Ben gidiyorum” dedin, “ama bu kaçmak değil” benimle ilgisi olmayan bir konu için. Günler geçti, senden bir tek sesini istedim.

Biliyorum, “kalplerimiz bir” derken, aslında bana olan sevginin ne anlama geldiğini. Sen de farkındasın bu imkânsız bir aşk öyküsü. Ne başında ne de sonunda çıkar yolu var. Kafka ile Milena arasında yaşananlar artık geçmiş dönemde kaldı. Kimse hatırlamıyor. Çoktan unutuldu. Dikkat ediyor musun, biz de çevremizdeki insanlar gibi düşünüp onlar gibi davranıyoruz. Hadi gel, kendimizi şu boşluğa atalım desem güleceksin ve korunma güdünle hareket edip bana mantıklı şeylerden söz edeceksin? Sanki ben kendimi o boşluğa, sen istesen de, atabilecek miyim? İşte sorun burada.

Buna rağmen varlığın bütün bunları düşündürüyor ve yazdırıyor. Sana kızmak ile anlayış göstermek arasında gidip geliyorum, aynı şeyi kendime de tekrarlayarak. Bütün umutlarımı kendim söndürüyorum. Sana ilişkin olanları da. Belki buna hakkımın olmadığını düşünüyorsun ama engel olamıyorum.

“Yaşamında mutlu değil misin?” diye sorabilirsin. Kim ‘çok mutluyum’ diyorsa ‘ben ondan daha mutluyum, ’ diyenlerdenim aslında. Belki de bunu diyebilen yegâne insanım. Çünkü mutlu olmak için her türlü lükse sahibim. İnsanlar biraz da mutluluklarını kendileri yaratırlar, aynı şekilde mutsuzluklarını da. İşte ben aynı zamanda mutsuzluk yaratanlardanım da. Şairin dediği gibi, anlayacağın hem hançer, hem kınım. Bu nedenle belki de senden vazgeçemiyorum. Seni hep çok istiyorum. Yıllardır beni bu denli üzdüğün, beklettiğin, umudu tükettiğin zamanlara rağmen seni düşünüyorum hâlâ.

Bugün 21 Ağustos, seninle tam bir haftadır görüşmüyoruz. Sesin yok, görüntün hiç olmadı zaten. Yine saklandığını ve kabuğuna çekildiğini düşünüyorum. Aramıyorsun. Neyin iyi, neyin kötü olduğunun birbirine karıştığı bugünlerde, yaşadığımız şeyleri tanımsız bırakıyoruz, her zamanki gibi. Zaman sıkıntılarını beraberinde getiriyor. Mutluluklar sevinçler de öyle. Ama herhalde mutlu olmak için daha çok çaba harcıyoruz. Zaten sıkıntı hep yanımızda, bir adım ötemizde duruyor. Sevmek istediğimiz, yanımızda olsun istediğimiz şeyler hep uzağımızda kalıyor. Bütün bunlara yaslanıp yaşamak, ayakta kalmak, nefes almak ki ne kadar doğal bir şey, zorlaşıyor. Herkes bir başkasını daha fazla düşünmeden yaşıyor. Daha ne yapabilirim, sorusunu soran yok.

Hep azı ile nasıl çoğuna sahip olabilirim düşüncesi hâkim.

Sanırım bizim aramızda da buna benzer bir şeyler var; ikimiz açısından da. Ben bir hafta aramadım; sen arayasın diye. Oysa sen aramıyorsun. Beklemekle mücadele etmekten kaçıyorum, zor olandan uzak durmuş oluyorum böylece. Peki ya sen, hiç aramayarak ne yapıyorsun?

Bizler yaşamasını öğrenemedik. Yaşamı paylaştığımız insanlara da öğretemedik haliyle. Yürümekle, çevremizdeki insanlarla konuşmakla, onlarla diyalog kurmayı yaşıyoruz sandık. Gezinmesini bilmedik, eğlenmesini de hiç beceremedik, gülerken hep tedirgindik, acaba bu kadar gülmek hayra alamet mi diye sorduk, aya baktık ne anlamlar çıkaracağımızı bilemedik.

Anılar… Yürek ister değil mi... Geri dönüşler... Bizde olmayan cinsinden...

Söyler misin?

Yaşamamızı zorlaştıran ne yapıyoruz? Neden bütün kolay şeyler bizim olsun istiyoruz. Bir ara şunu söyledin farkında olmayarak…

“Az enerji sarf edip çok şey yapmak ne güzel olurdu.”


Neden hayatın esas kanununu işletmiyoruz?

“Hiçbir şey yoktan var olmaz, var olan kaybolmaz, her şey birbirine dönüşürü” kabullenemiyoruz?

Neden hep hayatın boşluklarını arıyoruz ve küçük bir boşluk bulduğumuzda sığınıp onun terk etmesini bekleyerek, bizi koruyacak yeni boşluklar bulmaya daha çok çaba harcıyoruz? Sence yaşamak dediğimiz şey, yaşamdan öğrenebildiğimiz yegâne gerçek bu mu?

Gecelerden korkuyorsun çünkü önünü göremediğini, o karanlığın içinde ne ile karşılaşacağını bilmediğini ve karşına çıkan şeye tutunup tutunamayacağından emin olamayacağını dile getiriyorsun. Sence karanlık dediğimiz şey içimizdeki korkulardan başka ne olabilir? Gerçek karanlık diye bir şey olabilir mi? Bilmediğimiz bir karanlıkta yaşadık mı, yaşadın mı?

Bu karanlığın tanımını yapabilir misin?

Korkma...

Geceler ne kadar karanlıksa da, ıssızlığın ortasında yaşanan yalnızlıksa da gün gibi aydınlığa dönüşen yanı vardır. Körlüğün getirdiği karanlıktan başka korkulacak yoktur!

Seninle ilgili olan şeyler ilgimi çekiyor. Seni göremediğim için, sözlerinden yakınlığını çözmeye çalışıyorum. Yanında çok zorlandığım, hatta bazen endişeye kapıldığım, ümitsizce tıkandığım gibi huzur da dolduğum, sevincimin yükseldiği ya da seni ta içimde bir yerlerde hissettiğim de oldu.

Bir aşk romanı yazılabilecekler içinde en zoru olsa gerek.

Mizah yazmak için Türkiye’de bulunmak yetiyor. Dram ve trajedi için de öyle. Fakat en zoru aşkı yaşamak; tadıyla hissetmek; hele seninle! Bir alışkanlığa dönüşen, vazgeçilmez olan zorunlu birlikteliklerden söz etmiyorum. İstanbul’un yedi tepesinden birinin yerini değiştirecek güçten konuşuyorum. Buna rastlamak mümkün mü? Filmlerde yaşanan sonu mutlulukla biten fakat devamını hiç görmediğimiz aşkları yeniden yeniden anlatmanın bir esprisi var mı? Bugüne kadar anlatılmamış bir aşk öyküsü biliyor musun?

İnsanlar âşık olmaya neden ihtiyaç duyarlar? Neden aradıklarını ömürleri boyunca bulamazlar? Buldukları ile tatmin olmazlar. Neden birbirlerinin gözünün içine bakacaklarına karşıdaki yeşilliğe veya az berisindeki denizin kıvrımına bakarlar? O maviliğin büyüsünü anlatırlar birbirlerine. Yaşayamayacaklarını ifade ederler, bu mavilik olmasa. Oysa insanları birbirine bağlayan, karşısındaki insana duyduğu sevgi değil midir?

Şunu biliyorum ki senin olabileceğin her coğrafya diliminde yaşayabilirim.

Bu çöllerin ortasında kavrulmuş bir kent olabileceği gibi, Sibirya’da bataklıklarla çevrili, yılın sekiz ayı üzerinden kar kalkmayan, her hangi bir kara parçası da olabilir. Senin benim için bunları yapacağını sanmıyorum. Nedense bana bu ölçüde tutku ile sarılmanı sağlayamadım. Evet, o tutku yok bakışlarında. Bu nedenle yanımdayken yeşili ve maviyi daha çok seviyorsun, “yaşayamam” diyorsun. Biliyorum yaşayamazsın!

Oysa insan yaşamalı. Bu topraklar, nehirler, dağlar, tepeler bizim için ne ifade ediyor ki biz onun içinde değilsek? Bir göl kıyısında sabah uyandığında gölün üzerindeki bulut tabakası ile uyanmanın o sarhoşluğunu hangi içkinin kadehinde bulup içebiliriz ki? Bir tepenin ağaçlarla dolu yeşilliği içinde sesini ayırt edemediğimiz kadar kuşun cıvıltıları içinde yürürken, havanın tazeliğini hangi sıcak ve nemli sahilin kenarında çekebilirsin içine? Yanlış anlaşılmasın, bir taraf değilim. Yalnızca yaşamak için nelere tutunduğumuzu iyi bilmemiz gerektiğini söylüyorum.

İkimizin aynı duyarlılıkta, benzer duygusallıkları duyumsuyor, birbirimizi düşünüyor, anlık da olsa aynı zamanda birbirimizin telefon numarasını tuşlama ihtiyacı hissediyor oluşumuzun mutlaka ki bir anlamı olmalı. <ımg height="157" hspace="10" src="http://indigodergisi.com/soyler%20misin%20uzay%2025%20(4).jpg" width="157" align="left" vspace="2" border="0">

Kapalı bir odanın içinde dünyaya bir anahtar deliğinden bakabilme zorunluluğunu andırıyor oluşunu söylemeye çalışmam, biraz incitici olabilir. Bunu biraz daha karamsar bir bakışla yan odanın içinden bakan gözün de benim gözüm olduğunu hatırlattığım zaman, zaten bize yapabilecek başka bir seçeneğin kalmadığını tüm çıplaklığı ile ifade etmiş olmuyor muyum?

Öyleyse nesnel koşulların bir adada tek başına yaşama zorunluluğuna ittiği insanların, birbirine duydukları gereksinime benzer üstü örtülü gerçek, aslında o örtünün ortadan kaldırılmasıyla ortaya çıkabilecek kadar yakın da olabilir. Bizler o yanılsamanın da üstünü kapatarak birbirimize tutkuluymuşuz gibi görülürüz. Oysa hayatın içine girebilirsek yaşanacak daha yoğun sevgilerin olduğunu da görürüz.

Yaşayamadığımız şeyi çoktan kaybettiğimizi bir daha yanına yaklaşamayacağımızı bize birinin söylemesi gerekir. Fakat iki odayı birbirine bağlayan o anahtar deliğinin gücü o kadar fazladır ki ve bizler o kadar yalnızızdır ki değil birinin bize bir şeyler söylemesi, anlamına varsak bile tek umudun o deliğin arkasında olduğu düşünün uyuşturucu etkisinden kurtulmak istemeyiz.

İnsanların yaşamlarını anlamlı kılan şey düşleridir, yaşadıkları değil.

Çünkü olup bitenin arkasında kalan biricik şey hüzündür. Bu nedenle insan yaşarken tragedyayı duyumsar, düşleri ise aşkıdır. Peşinden koştuğu amacıdır. Senin beni duyumsamanın içinde böylesine bir gerçek olmayan aşk var. Üstelik yüreğindeki aşkın görüntüsünün de benim üzerime oturmadığı bir aşk.

“Nasıl bir şey” diyeceksin?<ımg height="192" hspace="10" src="http://indigodergisi.com/soyler%20misin%20uzay%2025%20(9).jpg" width="240" align="right" vspace="2" border="0">

Bütün hayallerde insanın kafasında gerçekle çakışmayan bir görüntü bulunur. Peşinde koştuğumuz görüntü. Aslında, varlıkla o görüntü, birbirine hiç uymaz. Sesine âşık olduğumuz birini gördüğümüzdeki hayal kırıklığıdır bu yaşanan. Oysa on yıl önce düşlerimle beraber gezdirdiğim görüntünün, seni fakültenin bahçesinde gördüğüm anda tam yerini bulmasındaki inanılmazlıktı bu tutkuya dönüşen bağlılık. Bu nedenle görüntün hiç kaybolmadı, o günlerde ve beni bırakıp gittiğin yaz akşamlarında. Zamanla kaybolan varlığının yerini yepyeni bir düşlem alırken yazdığım, hatta şu anki imgelemimde kurguladığım şeyin senin görüntün olduğunu açıkça ifade etmekte biraz zorlandığımı söylemeliyim. Bunun sebep olduğu şey, büyümemiz ve yaşlanmamız.

Sana anlattığım gibi. Bir çukurun yavaş yavaş doldurulması gibi; altta kalanın giderek taşlaşması, bir önceki niteliğini kaybetmesi... Böylece bir daha dönüşü olmayan, öncekinin şeklini yitirişi. Her örtü bir öncekini kapatırken yeni görüntünün de bir öncekini kapatması gibi.

Burada merakını yenemeyerek diyebilirsin ki; “senin imgelemeni oluşturan o yeni görüntünün sahibi kim?”

Onun sahibi artık hiç kimse. Karşıma çıksa bile tutunamayacağım kadar uzakta olan bir umutsuzluk. İşte bu yerde yine bir aradayız. Aynı şeyi konuşuyoruz. Sana anlattığım ne varsa ikimize dairdir; birlikteliğimize ait olmasa da. Hayatın boyunca ağzından hiç çıkmamış olan “seni seviyorum” ilahisinin yıllar önce bir toprak parçası altında kalmış bir duyguyla ve aynı anlamda bir daha telaffuz edilmesi mümkün değildir. Bu nedenle sen beni sevemezsin. Şu an yazmış olduğum duygusallığıma âşık olsan da işte yine kafandaki görüntünün sahibi ben değilim. Bir şiir kitabı okur gibi yaşamak istediğin benim duygusallığım, varlığımla bir araya geldiğinde biliyoruz ki anlamını yitiriyor.

Aşkın bütün tariflerinin içinde olmayan iki bedenin birbirine dokunma arzusu da deminden beri anlatmaya çalıştığım imgelemin içine sıkışıp kalıyor. Bu nedenle sana dokunma isteğimin gerçekteki maddesi sen olmadığın gibi, sen de benim dokunma arzuma karşılık aynı duyumsamayı farklı bir görüntü olarak algılıyorsun. Bütün çıplaklığımla ellerimin gövdeni kucaklama arzusu, aşkın olmazsa olmaz bir bileşenidir. Üstelik hepimiz cinselliği kafamızda fantezileştirirken de aynı şeyi yaparız. <ımg height="195" hspace="10" src="http://indigodergisi.com/soyler%20misin%20uzay%2025%20(7).jpg" width="228" align="right" vspace="2" border="0">

Düşlerimizin insanı, dokunduğumuz en güzel varlıktır. Dudaklarını dudaklarımızın arasına alma arzusu bedenin sıcaklığını hissetme ve ona sarılma isteği ile birleşirken onun en mahrem yerlerini düşlerken aşkımızın kirlendiği düşüncesi ile sıkılırız. Özlemle istediğimiz şeyin aslında aşkımızı kirlettiği yanılgısına düşerek hayallerimizin içine bile ulaşılamazları yerleştiririz. Vücudumuzun bütünü ile aşkımızı yaşadığımızı unuturuz. Kasıklarımızın altında bedenimizin bütün sıcaklığını sağlayan organlarımızın coşkusunu sönümleriz. Maddi olan görüntünün değişmesinin, imgelemimizle çakışmasının yegâne yolu olduğunu bir türlü anlayamayız. Çünkü bize öğretilen de odur.

Bütün sinema filmlerinde aşkın bütün heyecanı, tutkusu bir kavuşamama ve engelli yaşam üzerine kurulmuştur. Bildiğimiz, tanıdığımız, alternatifini düşünemediğimiz, hatta bir başka seçeneğin olabileceği gerçeğinden bile çok uzaklarda oluşumuzun sonunda insanın sevdiğine bütün vücudu ile teslim olması gibi bir şey var mıdır?

Bu nedenle bir şiir duygusunda, güneşli bir günde kırlarda kuş cıvıltılarının içinde dolaşırken hissettiğimiz yaşama mutluluğunda, bir tatil diyarında çıkmış olduğumuz tekne gezintisinde o muhteşem manzaralı mavinin ve yeşilin en güzel tonlarının içinde, ilk bakışın çekinikliğinde eve gidip o kaçamak gözleri anımsadığımız anda, yarın onu acaba görebilecek miyim merakı ile uyuyamadığımız gecenin uykusuzluğunda, adının ilk hecelerini onun ağzından duyarken “merhaba” sıcaklığında, yan yana yürürken hafif temasların çekinikliğinde, “seni seviyorum” ilahisinin ilk kez kimin tarafından itiraf edileceğinde, ilk buluşma randevusuna bir dakika geç kalmanın telaşında, vesaire de, vesaire de yaşıyoruz aşkı.

Aşkın en güzel tarifleri yapılırken hep bunlar var, aşkı en güzel yaşadığımız zamanlarda bunlar var. Karşı masada oturan genç adamla kadın da bunları yaşamıştı, en sevdiğimiz dostumuz da âşık olduğunda gelip bunları anlatıyor bize. Dün akşamki filmde de, sonu hüzün de olsa, başlangıcı ne güzeldi değil mi? Bunlardı anlatılanlar çünkü. Biz bunlardan hangisini yaşadık? Sana daha cesurca ve biraz da canını acıtacak bir şekilde sorayım. Sen bunlardan hangisini duyumsadın?

Kopmak, arayamamak ve de gizlenmek. Bunlarla mücadele ediyor olmak kötü. Hızla yalnızlaşma çağındayız. Hepimizi boğazın eşsiz manzarası etkiliyor. Tek başına adalara uzanmak çekici gelebiliyor. Ya da nikotin… Tüm bunların güzel olmadığını söylemek istemiyorum. Ama şu var:

‘Artık o kırmızı ahşap ev yok’ söyleminden kötüsü ‘artık o kumral kız yok’tur.

Bu nedenle yalnızlık hava, toprak gibi somuttur. Bir cismi vardır ve yaşatır, ” derken sana hatta bütün dünyaya sevginin ne olduğunu haykırıyordum.

Beni uzaktan tanımaya çalışırken yaşadığın sıradan ilişkilerden biri olmadığına belki bu satırları okurken karar verdin. Hayatın boyunca hiç görmedin belki, o kırmızı ahşaplı evi. Bir başkası için “aşı boyalı evdi.” Onun varlığının ne olduğunu, içinde nelerin yaşandığını bilmesek de o kırmızılı evin hayatımızdaki varlığı bütün çocukluğumuza kadar giden bir düştü. Kumral kız, o evi hiç görmedi. Boğaza bakan kıyılarda görmüş olduğu bir takım binalar ona bir şeyler anımsattıysa da.

Tekrar sormalıyım.

“Sevgi denilen şey nedir sence? Sen hiç âşık oldun mu? Bir ömür boyu yazacak kadar duyumsadın mı?”

Bak yalnızlık demiyorum. Yaşadıklarının yalnızlığınla ilgili olan kısımlarını hiç karıştırma.

Biliyorum ki sana şu ana kadar söylediğim şeylerin yakınında bile olmadın. Bu nedenle sana kızıyorum. Yıllarca gizlemiş olduğum kızgınlığımı satırlara döküyorum. Şunu bil ki aşkın tanımı yapılabilir. Yaşanır da. İnsan özgürken de köleyken de âşık olabilir. Üstelik bu duygunun dünyanın maddiyatı kadar da cismi vardır. Onun cisimleri bizleriz. Fakat bugün benim imgelemimdeki insanın sen, senin imgelemindekinin de ben olmadığını biliyorum. Bunun on yıl önce nasıl farkındaysam şimdi de farkındayım. Çünkü aklından benim ismim geçtiğinde beyninde oluşan görüntü varlığımla aynı olmuyor.

Cesur değilsin. Her an umudu küllendiren biri olarak yaşadın. Benimle konuşurken, bana aşkı veya yalnızlığı tanımlarken bile benden sonraki insanın imgelemini kuruyordun kafanda. Sonunda da “dertleşmek güzel” diyiveriyordun.

Keşke, bu kadar kolay olabilseydi her şey.

Keşke aslında bunları hiç konuşmadan yaşayabilme kabiliyetini gösterebilseydik. Keşke her şeyi güzelleştirme gayreti içinde olmasaydık. Evet, keşke umudun içindeki tomurcuğu görebilseydik. Keşke yaşananların ta gerisine uzanıp onu değiştirme gücünü bulsaydık. Keşke şimdi değil, o zaman yanımda olsaydın. Keşke o gün bana “seni seviyorum” diyebilme sıcaklığını yüreğinde taşısaydın. Keşke sevgimizi herkes gibi yaşasak, çok da zorlamasaydık. Keşke bugün, keşke demek, gerekliliğini duymasaydık. Çünkü bugün yaşanması gereken hiçbir şey yok.

Yazılması gereken belki çok şey var. Yazılmalı da. Hatta bütün dünyaya haykırmalı ki aşkın gücünün nereden kaynaklandığını herkes bilebilsin.

http://adalarvekitalar.blogspot.com/

Uzay Gökerman

İlk kitabım, "Adalar ve Kıtalar" çıktı.

<ımg height="265" hspace="0" src="http://www.indigodergisi.com/adalar_ve_kitalar_uzay_gokerman_indigo_dergisi.jpg" width="170" border="0">

 
Toplam blog
: 2033
: 1268
Kayıt tarihi
: 09.06.06
 
 

"Keyif verici bir yalnızlık" olarak gördüğüm yazma serüvenimin en önemli merkezlerinden bir tanes..