Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Mart '08

 
Kategori
Psikoloji
 

Asil masumların "Ilımlı paranoya"sı!

Asil masumların "Ilımlı paranoya"sı!
 

Adil, özgür, ilkeli ve eşitlikçi bir yaşam özlemi!


Gerçekte çok az bir bölümünü denetleyip yönlendirebildiğimiz yaşamda, hele de yarı çılgın, kuralsız, tahripkâr ve oldukça da sert bir hayat ikliminin hüküm sürdüğü ülkemizde, hem kendi içimizde hem de kendi dışımızda gelişen onca olayın, düşünen ve hissedebilen zihinlerde yarattığı birikim aslında o denli yüklü ki! Düşünen, hisseden ve sorumluluk sahibi oldukça azınlıktaki insan kitlesi o durumdalar ki; her an boşalmaya hazır yağmur bulutları gibiler. Fakat bu, yağdığında bile hafifle(ye)meyen bir bulut kitlesi, engin karartıların orta yerinde ve çoğu kez de yapayalnızlar. “Dünya düşünenler için bir komedi, hissedenler için bir trajedidir” diyen Horace Walpole’e ( 1717-1797, Gotik geleneğin başı kabul edilen İngiliz aristokrat, düşünür ve yazar) atıfla, hem düşünen hem de hissedebilenler için traji-komik bir süreç söz konusu demek ki.

İşte böylesi bir ortamda karşılaştığınız bazı güçlü ve nitelikli çağrışımlar, o bulutları boşaltıcı birer tetikleyici etkiye sahip olabiliyorlar. Örneğin MB’da, aramızdan biri, yaşamın bazı gizemlerini soyut değinmeleri ile aydınlatan, az, öz ve son derece de etkili yazan İlke Veral arkadaşımız “ Aranan ad bulundu: Simulakra ” başlıklı bloğuma yazdığı yorumda “…sanal ideallerin yaratıcısı birer birey olduk. Hayali aşklar, dostluklar üretip simulakralarımıza dokunmaya çalıştık. Bu çağımızın zavallı bireyinin genlerindeki romantizmin trajik yanılsamasıdır aslında. Hayal kırıklıkları ile dolu çöplüğümüz fena halde kokmaktadır. Bir taraftan da para kazanma hırsı ve plastik ihtiyaçlarının peşinden koşan, nesne-alet fetişistleri oluverdik. Daha çok para ile , daha büyük bir hayalin gerçeğe dönüşeceği yanılsaması da hazin gerçeğimizdir. Doğasından giderek uzaklaşan insanın kalan tek doğal özelliği zaaflarıdır savunması ise tarihimizin de bir laneti ve kusursuz cinayeti olarak kalacaktır…” şeklinde son derece güçlü ve yerinde çağrışımlar yaratan bir serzenişte bulunmuştu. Bu yorumun dayanılmaz ağırlığı zihnimde bir süredir yer etti. Çünkü Veral, yorumunu “…bu aczin farkındalığı içindeki azınlık…” adına nazik bir teşekkürle de bitirmekteydi. Asıl üzücü ve düşündürücü olan konu, tam da bu noktada başlıyordu; bu aczin farkında ol(a)mayan, farkındalık sağaltımı kısa sürede ( kanımca en az iki kuşak gerektirir ) olanaklı olmayan, “ Roma’da Romalılar gibi yaşa ”yan çoğunluk bu durumda ne yapacaktı?

Sonra zihnimin arka planında bir tür “gölge oyunu” şeklinde dans eden başka bir sahne geldi aklıma. Fakülte yıllarımda (1978-1982) son derece etkileyici ve parlak fikirleri ile gözde bir asistan olan bir “ uluslararası ilişkiler ” hocamızın aradan yıllar geçtikten sonra (2001) yine aynı üniversiteye bağlı bir AB Uzmanlık Semineri programında artık profesör olarak, hemen her dersin sonunda dile getirdiği “…paranoya öldürür!..” söylemi sahnesiydi bu sahne! Kendisi, Seha L. Meray ile birlikte en önde gelen “ Lozan uzmanı ” oluşunun ve milliyetçi söylemlerin bazı dozu aşkın yorumlarının da etkisiyle olsa gerek “ Sevr Paranoyası” kavramını üretmiştir. Bu kavrama her ders sonunda bir göndermede bulunmak amacıyla olsa gerek; son derece parlak, bilgili ve gelecek vaat eden bir meslektaşının “paranoya rahatsızlığı” nedeniyle intihar edişine öznel bir değinmede bulunmaktaydı.

Paranoya, psikiyatri biliminde, hezeyanlı süreğen psikoz olarak geçmektedir. Bu psikoz konusunda Meydan Larousse’ a baktığımızda “…Ayırt edici özelliği, yorumlara dayanan ve çoğunlukla zulme uğrama tema’sı içeren sistemli ve sürekli hezeyanlı düşüncelerdir. Hezeyan dışında, bilinç tam anlamıyla yerindedir. Hezeyanlı temalar, sezgi ve yorumlama yoluyla yanlış öncüllerden türetilir ve sinsice gelişirler. Hezeyan temaları, çoğunlukla bireyin geçmişiyle ilgili ve “benmerkezci”dir. Tutku sanrıları, kıskançlık ve yorum hezeyanları başlıca belirtileri olup bunlar genelde “zulümcüler”e karşıdır…”

Zihnimde dans eden “gölge oyunu”nun devamına dönecek olursam; bir ders sonunda söz alarak ya da teneffüs arasında teke tek “…Hocam, bence yanılıyorsunuz. Bana göre paranoya öldürmez aksine yaşatır! Tarihin derinliklerine bir göz atalım isterseniz. Örneğin “İlk insan”ı ele alalım. Doğa, yer, gök, insan hakkında bilgileri hemen hemen hiç düzeyinde, tekerlek bile icat edilmemiş, yok. Savunma araç ve yöntemleri son derece sınırlı, bir tek ateşi keşfetmiş, saatlerce uğraşarak onu yakarak hem ısınıp hem korunabiliyor. Yardımlaşma, haberleşme, anlaşma olanakları da yok denebilecek derecede sınırlı. O insan, çoluk çocuğuyla birlikte mağarasına ya da ağaç kovuğuna sığınmış, ateşin gölge oyunları zihninde korku dolu çağrışım manzaraları yaratmakta. Ancak çok kontrollü olarak ve kendisini güvencede hissedebildiği anlarda avlanmak, pusu kurmak amacıyla dışarı çıkabiliyor. Bu hallerin genel görünümü bir tür “paranoya” değil midir? İlk çağ insanı öyle yapmasaydı, bu şekilde davranmayıp kendisini her koşulda vahşi doğanın, hayvanların, yıldırımların, sellerin, yangınların ortasına atsaydı soyunu devam ettirebilir miydi ve bizler de bugün var olabilir miydik..? “ diye sorma hayalim yer almaktadır. Ya da “…Hocam, Macellan'ın Sevilla'ya sağ dönebilen 18 denizcisinin anlattıklarıa göre; 1498 yılında, ülkelerini fethe gelen açıktaki İspanyol gemilerini hayatlarında ilk kez gören, o gemileri birer deniz yaratığı ve o gemilerden çıkartma yapmak için indirilen küçük gemileri de onların yavruları ( küçük kızları) zannederek neşe içinde, dans ederek kıyıda karşılama töreni düzenleyen, fakat canice açılan saldırı ateşinde hepsi yaşamlarını kaybeden Molucca Kızılderilileri biraz paranoyak olsalar daha iyi olmaz mıydı...?” diye sormak isterdim. Bir de, bu saldırı da “ilkel” olanın hangi taraf olduğunu ve yine bu saldırıda ( ve tarihteki benzeri bir çok saldırıda) yine aramızdan biri, adeta kırık kemanından yerli aşk ezgileriyle evrensel insanlık mesajları çıkaran “Güzaltı” arkadaşımızın güzel bir tanımlamasıyla “asil birer masum olan”lar hangi taraftı? diye de sormak isterdim. Aynı arkadaşımızın kırık kemanından çıkan içli bir ses ile "Dik duranları yıktığında, enkazları büyük olur" demek isterdim birde. Ilımlı bir paranoya ile de olsa, asil ve masum olanlardır daha çok erdemli insanlık değerlerinin savunucusu da, ondan. O yüzden dik dururlar.Molucca Kızılderililerinin, 1848 Paris Komünü'nde ayaklananların, 1936-39 İspanya İç savaşındaki Cumhuriyetçilerin, hatta Hiroşima ve Nagazaki sakinlerinin enkazları nasıl büyük ve geçen onca yılların ardından hala görülebiliyorsa, işte öyle!

Aslında günümüzden iki buçuk asır önce Jean- Jacques Rousseau’ ya göre (1712- 1778) “… İnsan, aynı zamanda hem kendi içinden gelen, hem de benimsemek zorunda kaldığı bir yönelişle, bağımsızlık ve karşılıklı şeffaflık temeline dayanan bir asli masumiyet durumundan uzaklaşmış bulunmaktadır. Giderek doğanın verilerine aykırı yapay ihtiyaçlar yelpazesine yeni, yeni “katkılar” ekleyen ve bu yüzden değişip bozulan “doğanın insanı”, ”insanın insanı” haline gelmiştir. Böylelikle de kendisini bir dış görünüş, oyun ve eşitsizlik dünyasına sokmuştur…". Günümüzdeki modern iktisat biliminin kururcusu sayılan Adam Smith’e göre ise;”… Amaçlarla araçları birbirine karıştırmasından doğan, bu yüzden de onları ancak oyuncaklar kadar değeri olan ıvır zıvırı elde etmek için uğraşıp didinmekle harcamaya iten bir yanılgının insanı...” dır artık insan!

Diğer taraftan alternatiflerini pervasızca rafa kaldırış sonrası, bu acımasızca, dijital ve sanal cilveleriyle her taraftan üstümüze gelen küreselleşmenin verimli beşiği olan anamalcı sistemin amaç, araç, gereçleriyle, yani onun kültürel toplamlarıyla birlikte yaşayabilmeye çalışırken doğal olarak unutuyoruz tüm bunları. Çünkü ihtiyaç ötesi, aşırı tüketime, “öz”e değil de “görünüme” ve ”görünür olma ”ya, “olmaya” değil de “sahip olmaya” , “başarıya” değil de “yenmeye ve geçmeye” , üretmekten çok başkalarının alın teri edinimlerini kestirme yoldan kendine mal etmeye odaklı bir yapıdır bu yapı. Bu yapı ne yazık ki sadece kendisine fayda sağlayacak olan kültürel edimlerin ve eylemlerin yaşamasına izin verir. Bu durumun dışında kalan kültürel olgulara ise sadece kar getirdiği ölçüde, bazen de insanlar üzerinde bozulum yaratmak amacıyla destek olur ya da tasarlanmalarına göz yumabilir.

İnsanların “var” hissetmek için her şeyi deneyebildikleri” ( Engin Gençtan ) günlerdeyiz.

Her an bir şeylerin olduğu, bunların 24 saat kesintisiz yayında olan her çeşit kitle iletişim araçlarıyla duyularımıza şiddetli debilerle aktığı, ama o olan şeylerden ötürü bir şeylerin ( hele de asıl değişmesi gereken şeylerin) hiç değişmediği ve sadece sersemlediğimizi hissettiğimiz bir ortamdayız.

Yine insanlarımızın bir alanda yeterince, onurlu ve güçlü mücadeleler ver(e)meden oradan oraya, önlerine atılan yiyecek parçacıklarına üşüşürcesine, serçeler misali zıpladıkları dönemlerdeyiz. Diğer taraftan ise, yine Sn. Gençtan’ın tanımıyla “…çoğunluğun kendini müsamereye büyük rolü yapmak üzere çıkmış çocuklar gibi gördüğü…” yarı çılgın, kuralları pek takmayan ve tahripkar bir toplumda, bu “değersizleşme” nin mor renk baskın olsa da, bazen silik bir gökkuşağı renkleri de alabildiğine tanıklık ediyoruz.

Ve başa, o malum hastalığa geri dönüp “…hezeyanlı temaların sezgi ve yorumlama yoluyla yanlış öncüllerden türetildiği ve sinsice geliştiği…” tanımını yeniden ele alırsak; yukarıda ana izlek itibariyle yanılsama, simulakra ve sorunlarına değindiğimiz “sistem”in kendisi yanlış öncüller t-üretiyor, bunları sinsice geliştiriyor ve hızla yayıyorsa, mantık gereği bu yanlışların yanlış olarak algılanması doğru olmaz mı? Bu çerçevede, tıpkı ilk çağlardaki insanın doğal kaygıları gözönüne gelmez mi? Bu kadar belirsizliğin ve kayganlığın olduğu bir ortamda, Amerikalı bir yazarın veciz deyişiyle " En büyük sorumsuzluk, önümüze çıkan sorumlulukların üzerine atlamak" olmaz mı? Bu durumda da tıp literatüründe “paranoya” denilen şey “asil masumların” tertemiz ve bembeyaz zihinlerinde bir Murathan Mungan titizliğiyle “temize çekilip” de aklanmaz mı? Yine aramızdan biri, usta kalemiyle Bekir Sıtkı Gürler’in hümanizmanın asırlar boyu parlayan güçlü ışığı Erasmus’u ve onun “Deliliğe Övgü”sünü durup dururken dile getirmediği gerçeği de daha net anlaşılmaz mı?

Ve bu bağlamda son sözü de Can Yücel üstada vermek isterim;

Aslında bir kül tablasıdır dünya / İçine güneş bastırılmış / Amma da izmarit ha!

Fotoğraf:www.firtinamersin.blogspot.com

İ.Ersin KABOĞLU,

10 / Mart / 2008, Ankara

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..