Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Mustafa Çifci Aşk Yazarı

http://blog.milliyet.com.tr/mustafacifci

17 Eylül '13

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Aşk eski bir Fotoğraftı

Aşk eski bir Fotoğraftı
 

Aşk Eski Bir Fotoğraftı


Aşk eski bir fotoğraftı benim için. Uzayıp giden tren yollarına bakmak gibiydi. İstasyonlarda saatlerce dolanır, yüksek bir yere oturup, uzayıp giden raylara bakardım tek başıma. Ve o rayların ilerlerde bir yerlerde birleştiklerini görür, hızlı adımlarla oraya doğru koşmaya başlardım. Ama ne kadar koşsam, ne kadar yürüsem bir türlü o birleşmeyi bulamaz, gün batımlarında yine tek başına geri dönerdim. Aşk hep uzaklarda mıydı, bilmiyorum. Emindim ama, yanımda sevdiğim kadın olmuş olsa, o gitgide daralan ve sonunda tamamen birleşen raylar gibi ardımızdan bize bakanlarda bizi birleşmiş göreceklerdi. Ama ben yalnızdım. Yoksa ben hep aynı yerde mi bekliyordum ve hep aynı yere mi bakıyordum. Bilmiyordum. Bastığım demirler soğuk ve sertti. Ellerim buz gibi üşürken, yüreğim dalından düşmüş bir dal gibi titrerdi. korkak adımlarla ilerlerken gecenin karanlığına doğru asıl mutluluğun hep uzaklarda saklı kaldığını düşünürdüm. Aşkın o doyumsuz tadının, dostluğun o yapıcı gücünün o uzaklıklarda, tren rayları gibi o uzaktaki birleşmelerde saklı kalırdı benim için. Ve bir zamanı vardı aşkın da sevdanın da. Her aşk bir yolculuk gerektiriyordu. Ve o trenler, hep ağır ağır yol alırlardı. Dağların ardından yankılanan hasretin gözyaşı, hasretin yükü, hasretin ağırlığıydı. “Koş çocuk”, diyordu ardımdan bir ses. “Koş, sende yetiş o trenlere...” Ama yalnız, tek başına koşulmuyordu...

Yolun en dik, en yüksek yerlerinden geçmiş son geçide geldiğimizde birden duraklamış, yok hayır, buradan karşıya geçemeyiz, dönmeliyiz demiştik. Oysa nedensiz bir korkuydu bu. Sanki bir adım atmış olsak, dalından düşmüş bir yaprak gibi rüzgarın önünde savrulmaktan korkuyorduk. Kuru bir dal gibi titriyordu zayıf bedeni. Bir uçurumun kenarından boşluğa bakar gibi ikimizde uzaklara bakıyorduk. Sanki uzaklarda bir şey kaybetmiş gibi... Oysa aşk bizimleydi, sevgi bizimleydi ama biz bunun farkında değildik. Cesaretimize yenilerek oradan geri dönmüştük o gün. Bu dönüş hayatımızın hatası olmuştu. Oysa bir adımlık atlayışla karşı kıyıya geçebilir, koşar adımlarla bir dünyadan çıkıp bir başka dünyaya göç edebilirdik. Bulduğumuz her gölgede, her ağaç altında soluklanır, içimizde saklı kalan, konuşamadığımız her duygumuzu konuşarak mutlu birlikteliğimizi yaratabilirdik. Ama olmadı işte. Yapamadık. Başaramadık. Konuşamadık. Elimi bıraktı. Sessiz adımlarla yanımdan uzaklaştı. Az ötede duran bir ağaca yaslanarak oturdu. Uzaktan seyrettim bir süre onu. Kol dirseklerini bacaklarına dayamış, iki eliyle başını tutmuş, kimi zaman gülümsüyor kimi zaman da gözlerini kapatıyordu. Bir kaç defa seslendim. Bir kez daha deneyelim, dedim. Kaçma, böyle yapma ne olur, neden böyle davranıyorsun, yüzünü bana çevir, bak ben yanındayım, uzaklarda değilim, diye yüksek sesle seslendim. Cevap vermedi. Hiç konuşmadı. Yüzünü çevirmeden, “yok” der gibi saçlarını salladı. Bilirdim, bir kez saçlarını rüzgara karşı savurmaya görsün, geriye adım atmazdı. Orada, öylece ağaca yaslanmış hep uzaklara bakıyordu.

Az önce korkup geri çekildiğimiz o geçitten atlayarak hızlı adımlarla en yüksek tepeye tırmandım. O aşağıda, ben tepede bir süre birbirimize baktık. El salladım görmezden geldi. Aramızda sadece bir adımlık geçit vardı. Avazım çıktığım kadar bağırdım. “Gel, sende gelebilirsin, bu o kadar zor değil”, dedim.

“Hayır”, dedi. “hayır, sen tek başına git, ben gelmiyorum. Orası çok yüksek, ben burada kalıyorum, sen kendine başka birini seç.”

Sesinin yankısı kulaklarımda çınladı.

Birlikte gittiğimiz o yoldan o gün tek başına geri dönmüştüm.

Onu orada kaybettim ve bir daha göremedim.

Son defa elini tutamadan, son defa öpemeden, vedalaşmadan onu kaybettim.

Yollarımız ters yönlere uzanıyordu.

Şimdi ne zaman eski bir fotoğraf görsem, o anımı anımsarım.

Kulaklarımda yankılanır o günün yankısı.

Ve bir tutam sarı saçın rüzgarda savrulduğunu görürüm.

Aşk, eski bir fotoğraftır kalbimde.

Silip atamadığım, başka birini seçemediğim ve yok edemediğim eski bir fotoğraf... 

Aşk eski bir fotoğraftı benim için.

Eskilerde kalan, siyah beyaz ve solmuş olsa da içimdeki sevgisi hep tazeydi...

Saçları dağınık bir fotoğraftı...

Kimi zamanda “hayır” diye bağıran bir çığlıktı...

Aşk eski bir fotoğraftı...

Siyah beyaz renklerde kalmıştı en tatlı, en masum sevdam. Daha sonra renkli filmler gibi renklendi her şey. Zaman sürecinde bozuldu, renkler birbirine karıştı. Kalbimizde özenle sakladığımız, cüzdanımızın en kuytu yerlerine birden fazla fotoğraflar girdi. Film renkleri gibi kokularda karıştı birbirine. Hızla akıyordu zaman elimden. Aynı gün içinde sırayla buluştuğum sevgililerim olmuştu. Zor değildi hepsini bir arada idare etmek. Hepsine aynı süslü kelimeleri söylüyordum. Bir yalanın içinde kadınları değil aslında ben kendimi kandırıyordum farkına bile varmadan.

Her şey, herkes yalandı.

Aşk, yok...

Aşk, sahte...

Aşk, sadece bedensel tatmindir...

Aşkla karın doymaz...

Aşk, eski öykülerde kalmış...

Aşkın içi boş, diyerek tüm yaşadıklarımızın suçunu aşka yüklemiş, aşkı suçlu bulmuştuk. Bir boşluk vardı içimizin bir yerlerinde...

Bir gün anladım boşluğun nedenini; benim de duyduklarım birçok kişiye söylenen aynı sözlerdi.

“Aşk yok”, diyorduk hepimiz.

Oysa aşk vardı. Aşk temizdi.

Aşk, en yüce duyguydu.

Yok olan insanın kendisiydi...

 Mustafa Çifci/ www.mustafacifci.com

 

 
Toplam blog
: 297
: 523
Kayıt tarihi
: 16.04.13
 
 

Yazılarında insanı derinden etkileyen yoğun bir duygusallık, hüzün, karamsarlık ve yalnızlık vard..