Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Mart '08

 
Kategori
Ben Bildiriyorum
 

Aşk için be yav. Öyle işte…

Aşk için be yav. Öyle işte…
 

Bir on dört Mart daha geliyor. Ömürden bir yaş eksiliyor. Türkiye ben kendimi bildim bileli krizde. Her daim kemer sıkma politikaları öğütleniyor. Yeni yeni vergiler geliyor. Çocukluğumdaki toplumun kadına bakışı adım adım geri geliyor sanki. Kötü kötü kokular alıyorum. Ve ben Aynur Sarıkaya bir yaşı daha geride bırakırken oturup düşünüyorum. Benim bu dünyaya gelmemle dünya ne kazandı. Ya da ben?

Bir on dört sabahı güneş henüz arzı endam ederken, çok pencereli, az ışıklı bir köy evinde, otuz aylık asker arası izinde doğumuma neden olan eyleme imza atan annemle babam ne istediklerini biliyorlar mıydı gerçekten. Beni gerçekten istemişler miydi? Önce istemişlerdi de sonra nerden yaptık biz bu kızı demişler miydi? Daha küçücük yaşlarda bir gelin gördüğünde; ilerde âşık olur evlenirsem bir başkasına dönüp bakabilir miyim acaba diye bir soru sorabilir miydi küçük bir kız o yaşlarda. Ya da böyle sorular sorması hayra alamet miydi? Hani derler ya; ben doğuştan bir tahtası eksik olarak doğanlardan mıydım yoksa.

Ciddi ben ne kattım bu dünyaya ya da dünya bana. 42 yıllık ömrüme neler sığdırdım. Mutlu muyum? Mutlu edebiliyor muyum?

Ben doğmasaydım çocukken gittiğimiz köyümüzün çardağında halam kimi sevecekti mesela hoppidi hoppidi. Ya da ilk doğan kızının adını Aynur koyar mıydı yine. Ya bir gece uyumak için yattığı yatakta, henüz kır beşinde kalbi niye durdu birdenbire. Köyde kucağıma alıp yattığım sarı beyaz kedim şimdi nerde. Onu Tames Trader kamyonumuzla köyden gelirken, çamura çakılıp da inmek zorunda kaldığımız yerde avare avare gezerken bulmuş ve getirmiştik. Neden ölmüştü peki. Ben onu o kadar severken durduk yere.

Ya dedem. Dedem yalvarmıştı bana resmen. Ölmeden önce iki ay kadar yattığı hastanede. Kızım bana bir sigara bul ne olur diye. Kırk elli yıl sigara içmiş bir adama, son iki ayda yasaklanan sigara ne kadar yararlı olmuştu? Ömrüne ömür katmış mıydı? Ya da ne kadar katmıştı?

Ya üstüne ikinci hanımı aldığı ve cennete gidecek biri varsa odur dediğim babaannem onu affetmiş miydi gerçekten. Desem de yalan olur. Babaannem ona hiç küsememişti ki zaten. Hiç laf söyletmezdi dedeme. Üç dönem muhtarlık yapmış ve ayakkabı olmadığı dönemlerde diktiği çarıklarla tüm köylüyü giydiren dedeme. O dönemde köylülerin bütün kapı penceresini yapan dedeme. Ve biliyor musunuz o evin tahtadan yapılmış pencerelerini gördükçe dedem ta 50-60 yıl önce keşfetmiş panjuru diyorum. Üstelik de plastik içermeyen, çok daha sağlıklı. Gündüz canınız uyumak mı istedi? Kapatın tüm pencereleri tahtadan yapılan panjurları, ortalık zifiri karanlık. Üstelik her odada yine ahşaptan yapılan banyolar var. Bu kurban bayramında resmini çektim. En son galerime de koydum. Fakat dedem yok ya artık ya. Ev bir hayli yıpranmış. O ocakta; yani modern adıyla şömine de yufka açanda gelini. Yine kurbanda çektim. İşte o odada babaannem otururdu tek başına. Yemeğini orada yer, orada yatar, orada kalkardı. Dedem iki defa evlenmişti ya ondan. Ah babaanneciğim. İki kez evlenmişti ama dedemi çok severdim yine de... Çok iyi bir insandı. Neyse…

Ya kaç kez aşık olmuş, kaç kez sevmiş, kaç kez sevilmiştim bu yaşıma kadar. İlk aşkım kimdi?

İlk aşkım, çocukluk aşkım olan ilkokul öğretmenimdi. Ne tesadüf ki 18 yaşında olsaydım kaçıp evleneceğim ilk aşkımda öğretmendi. Birisi 33 yaşında ülsere yenik düşmüştü. Birisinin sokağından ise 12 Eylül geçmişti. Ya son aşkım. O da… Neyse boş verin. Düşündüm de hepsinin ortak özelliği müzikle, bağlamayla olan ilişkileri, gözleri ve yürekleriydi.

İlk oğlum. İlk oğlum doğduğunda 19 yaşımın içindeydim. Ne olduğunu nasıl olduğunu bile anlamamıştım. Evlenmiş, dokuz ay sonra da anne olmuştum. Düşe kalka büyüdük beraberce. Bir sürü hatalar yaptım belki de. Hatta durun birkaç tanesini anlatayım. Doktor bir bebek beslenme kitabı vermişti. Orada hangi ayda hangi besine başlayacağı yazılıydı. Ben de o kitaba uygun beslemeye çalışıyordum oğlumu. 6. Ayda yumurta sarısına başlayın diyor, ben yumurtayı haşlayıp, sarısının hepsini birden yediriyordum. Yoğurda başlayın diyor. Koca bir tabak yoğurdu yediriyorum zorla. Haydiii. Çocuğun karnı davul gibi ondan sonra. Davul çal oyna yani. Meğer ufak ufak başlanacakmış. Ben nerden bileyim. Annemler Amman çocuğu üşütme demişlerdi ya… Sobayı bir yakıyordum. Aman Allah’ım bütün demirleri alev kırmızısı. Çocuğu ise bulduğu her fırsatta marleyin halıdan açık kalan soğuk zeminine yanağı dahil tüm bedenini yapıştırmış biçimde buluyordum ondan sonra. Oysa bizim çocuk devamlı hasta, yan tarafta kış günü külotla gezen çocuğun arada bir burnu akıyor. Ne doktor ne ilaç. Hey Allah’ım. Akıl işte. Acemilik yani. Haydi, ben acemiydim de. Şimdi anlıyorum ki kitabı yazan da acemiymiş. Hele bir de haşlanmış et yedirme maceramız vardı ki evlere şenlik. Kitap da çocuk 7 veya sekiz aylıkken ete başlayın diyor ve tarifini de veriyordu. Tarifinde: eti iyice haşlayıp, suyunu süzüp, havanda dövdükten sonra eti çocuğa yedirin diyor. Eti haşlıyorum, çocuğa yedirmeye çalışıyorum ama ne mümkün? Yiyemiyor. Eee ben yiyemiyorum ki suyu süzülmüş, kupkuru kalmış eti çocuk yesin. Deniyorum boğazımdan geçmesi imkansız. Dönüyorum bir daha bakıyorum kitaba acaba yanlış mı okudum diye. Yok doğru. Kaç kavanoz et boşa gitti öyle biliyor musunuz? Yani tek kara cahil ben değilmişim o zamanlar. Şey gibi oldu bu. Hani bir masal vardı. Üvey anne masalı. Yemeklerin suyunu üvey kızına, posasını öz kızlarına yediren. Yani bilmeden ona iyilik eden. Bizimki öyle değildi tabii ama ortaklaşa bir aptallık işte.

Ama gerçek olan tek şey vardı. Onu çok sevdiğim. Annelik duygusunun ne menemen bir mucize olduğunu bana tattırması, yaşatmasıydı. İkinci oğlumda 32 yaşındaydım. Belki biraz büyümüş, biraz daha ustalaşmıştım ama gerçek olan ve değişmeyen tek şey sevgiydi. O hep amatör bir sevinçte, yoğunlukta ve aynı kıvamda kaldı. Eee. Ne diyorduk.

Ben dünyaya gelmesem dünya ne kaybederdi sorusunda değil mi? Hiçbir şey aslında. Ne dünyayı, ne insanlığı bir adım ileri götürecek kayda değer bir buluşum olmadı mesela. Ya da dünyayı sallayan bir kitabım. Ha nedir. Belki çok çalışmak ve hiç kimseye muhtaç olmadan yaşamakta bir başarıdır. Başarının en alası belki de. Tabi ya. Annem ben daha dördüncü sınıftayken köye gider yaklaşık iki ay kalır, onun yokluğunda babam ve abimin yemeklerini yapar, çamaşırlarını yıkar bütün evi temizlerdim. Pamuk da toplardım. Rekorum 103 kiloydu. Annem her pamuk başlangıcında altın küpe alacağım diye bizi kandırırdı. Hala da almadı iyi mi? Değer miydi? Eylül aylarında dizlere kadar çamurun içinde pamuk toplamaya. Ne çok ağrırdı oysa belim. O ilk günlerinde hele. Ah anne ah! Kandırdın bizi. Yazında çapasını yapardık kırk derece sıcağın bağrında.

Hiç unutmam, ilk günümdü. Herkes çizinin sonuna varmış ben daha başındayım. Çavuş geldi bak şöyle yapacaksın dedi. Bir sağdan bir soldan üstün körü. Ne bileyim ben? Kendi tarlamızı kazdığım gibi eni konu kazıyor, yaban otlarını ayıklıyorum. Ve ilk gün aldı bani sıranın karşı ucuna geçirdi ve diğerleri ile eşitledi. İlk hileyi öğrenmiş oldum böylece. Ondan sonra Aynur’u tutabilene aşk ola. Herkesten önce çizinin sonuna varıyor, on dakika dinlenerek diğerlerini bekliyordum. Pamuk kilo hesabı, çapa ise yevmiye hesabı yapılıyordu.

Keçilerimiz vardı birde. Bazen iki bazen üç oğlak doğururdu. Doğum anını izlerdim saniye saniye. Yazık keçiye. Sancılar içinde kıvranır, ilk oğlağı dünyaya geldiğinde, diğerinin sancısı devam ederken, o bir yandan sancı çeker bir yandan da ilk göz ağrısını kuruturdu yalayarak. Ve biz yürümek için bir yıl beklerken onlar iki dakika sonra hoppp ayakta. Bu ne biçim bir mucizeydi. Hey gidi günler hey. Onları otlatmaya götürürdüm hep. Uzağa gitmemize gerek yoktu. O zaman bizimkinden başka uzak tepede geceleri ışıyan bir iki gecekondudan başka bir şey yoktu evimizin etrafında. Yalnızca irili ufaklı otlarla, ormanlarla doluydu Manavgat ve mahallemiz. Bir kere keçinin ipini taşa bağlayacağım diye kocaman kaya başparmağımın üstüne düşmüş ve tırnağım çıkmıştı. Canım çok acımıştı ama ağlamamıştım. Ağlamazdım öyle kolay kolay.

Bir kere de bir kaplumbağa bulmuştum. Vakit akşam olup ortalık hafiften kararmış, keçilerimle birlikte eve dönmeye hazırlanırken yolda. Onu öyle dışarıda gezer görünce gece üşür diye çalı, çırpı ve topraktan bir ev yapmış, kaplumbağayı içine koymuş, sabah keçilerimi alıp koşar adım ona bakmaya gitmiştim. Yerinde yeller esiyordu. Ne çok üzülmüştüm onu özene bezene yaptığım yuvasında bulamayınca. Sonra ikinci en büyük üzüntüm; annemlerin keçimi oğlakları ile birlikte kamyonumuzun şoförüne satmaları olmuştu. Çok üzülmüştüm. Hele o kar beyazı oğlağım yok muydu? Sabah karnı birbirine yapışık bir biçimde otlatmaya götürür, akşam dokuz aylık hamile misali şişirdikleri karınları ile eve getirirdim. Ne büyük hazdı onları izlemek. Bir işe yarayabilmek. Ben o hazzı nasıl yaşayacaktım bundan sonra. Bana ne bana ne. Ben keçimi ve oğlaklarımı geri istiyordum. En azından güneşte pırıl pırıl parlayan bembeyaz tüylü oğlağımı! Şoför; babamın dördünü sattığı paranın tümünü verirsen geri getiririm sana oğlağını demişti. Onu öldürmek istemiştim o an. O oğlakları ben büyütmüştüm. Nasıl satardı ki babam? Ya da o adam nasıl alırdı. Ne kadar insafsızcaydı.

Bir de bahçemiz vardı. Bahçede kuyumuz. Kuyunun tepesinde yuvarlağına ip bağlayıp, tenekelerle su çekerek bahçeyi suladığımız çıkrığımız. Suyu tenekelerle hep ben çekiyor, annem ise taşıyordu arıklara. Bazen de belime ip bağlayıp beni salarlardı 12 metre derinliğindeki kuyuya. İp koptukça içine düşen tenekeleri çıkartmak için. Onları tek tek ipe bağlar, tenekeler bitince de kendimi bağlardım ipe. Dört beş yıl sonra dinamo alınmıştı. Ne çok sevinmiştim. Bir düğmeye basınca su bahçedeydi. Hem de şarıl şarıl akıyor, bizim dört beş saatte suladığımız tarlayı yarım saatte suluyordu. O zamanlar Nisan dedi mi yemeye başlardık bahçemizi çevreleyen iskenetlerdeki üzümleri. Simdi de var ama ancak Haziran da oluyor.

Bir de annemin babasının bağında üzümler vardı. Köyümüzde. Dört tane dağ aşıp giderdik diğer dedemin çardağından oraya. Yolda zakkumlar vardı. Nişanlık kız gibi pembe pembe açan. Bir de dere. Bir de çakal ulumaları. Annem söyledi çakal olduğunu. Çakal insan yiyen bir hayvandı belleğimde. Öcü gibi. Korkutucu. Özellikle küçük, sarı saçlı, mavi gözlü kızları yiyen bir çakal! Meğerse yorulup mızmızlanmaya başlayınca hızlı koşayım diye beni kandırıyormuş. Oysa ben ondan önde gidiyordum. Koşa, koşa. Yalancı. Özellikle sarı saçlı mavi gözlü kızları yiyen çakal mıydı neydi orasını bilemem ama ulumalar gerçekti. Bazen deve yükleriyle göçenleri görürdüm o dağlarda. Sonra dedemin bağına varırdık. Öyle bir bağdı ki siyah üzümlerin bile çekirdekleri sayılırdı güneşte. Dedem yoldan geçen hiç kimseyi yemek yedirmeden salmazmış. Dedem Manavgat’a 30 km olan köyümüzden katırla gelirdi yanımıza. Yol yoktu o zamanlar. En çok dikkatimi çeken ise hep gülen yüzüydü. Anne dedem niye hep gülüyor durduk yere dediğimde… Kızım onun duruşu öyle derdi. Ve sonra…

Sanırım yedi sekiz yaşlarımdaydım. Geceleri onun inlemesiyle uyanırdım. Günde sekiz on iğne vururdu babam dedeme. Karaciğer kanseriydi. Bir hayli yanımızda kaldıktan sonra ben evimi özledim evime gideceğim dedi ve gitti. Köye gittikten bir ay sonra artık ağrılara dayanamamış ve gece uyanan anneannem öbür odada sallanan ayaklarını görmüş sadece. Ne garip bir tesadüftü ki anneannemin de bir deri bir kemik kalana kadar eriyen bedenine de tanık olacaktım dokuz on yaşlarımda. Onu da hastalığı başladıktan sonra iki ay içinde götürdü akciğer kanseri. Babaannemi ise suratındaki küçücük siğil götürecekti aynı tanıyla. İlk oğlum henüz bir haftalıkken az mı koşturmuştum Antalya Kepez Tıp Fakültesinde ameliyatı için. Bir tarafta çok sevdiğim babaannem, diğer tarafta henüz bir haftalık emzirdiğim bebeğim. Ne kadındı ya… İki yıl boyunca her gün girdi rüyalarıma… O kadar gerçekti ki. Sabah kalkıp bakıyordum rüya. Artık hiç biri yok hayatımda. Şimdi çocuklarım var. Ve sevdiğim birçok insan. Ve siz. Ve hala sevmekten yorulmayan, uslanmayan bir kalbim. Düşmüşlüklerim, kalkmışlıklarım.

Yaşıyor ve ölüme her gün biraz daha yaklaşıyorum. Tıpkı onlar gibi. Sizler gibi. Biz yoruluyoruz ama hayat hiç yorulmuyor. Devam ediyor doğmaya ve yeniden doğmaya. Ölümde. Şimdi duruyor ve tekrar soruyorum kendime. Dünya benim doğumumla ne kazandı? ya da ben. Bilmiyorum…

Fakat şu bir gerçek ki yaşamayı çok seviyorum. Hem de çok ve sizlerle tüm bunları paylaşmayı. Bana ne. Ben iyi ki doğmuşum beee. Dünya yapsın kendi hesabını. İyi ki sevmişim. Sevilmişim. Keçilerimi otlatmışım. Tavuğumuzu gözümün önünde pompalı tüfekle vuran ve bana parça parça savruluşunu izlettiren komşumuzun tavuğunu iyi ki yakalayıp bizim tavukların içine katmış ve bizim tavukların onu halledişini izlemişim. Bana ne. O bizim tavuğumuzdu. Ve tavuğumuzun hiç bir suçu yoktu. O başlattı. Neden öldürdü? Öldürmeseydi kocaman adam küçücük tavuğu pompalı tüfekle. Sadece açık bulduğu kümes kapısından çıkarak biraz hava almak istemişti. Ne olmuştu yani bir iki tıkladıysa otlarına ya da domatesine. Onun tek derdi bize yumurta yapmaktı. Eden bulurdu.

Her neyse öyle işte!.. Madem doğduk yaşamak boynumuzun borcu. Madem doğurduk çocuklarımızı koruyup kollamak da boynumuzun borcu. Neymiş. Doğmuşsak en iyi biçimde, becerebildiğimiz kadar yaşamayı becerebilmek ve sevmekmiş hayat sevebildiğimiz kadar. Hak edeni ama… Yoruluyor insan canım. Hep aldığından fazlasını verince! Ne dersiniz? Öyle değil mi arkadaşlar.

Birde küçükken kolay kolay ağlamazdım demiştim ya hani. Büyüyünce bi hayli ağladım. Ne için olacak? Aşk için be yav. Öyle işte… Aşk için. Olsun... Canı sağ olsun onun. Aşkın yani. O hep yaşasın. Yokluğunu hissetmektense… Onun için ağlamak bile güzeldir. İnci inci dökülüşünü hissetmek yanaklarında…

Onun için... İyi ki doğmuşum.

Çünkü aşk var.

 
Toplam blog
: 669
: 1503
Kayıt tarihi
: 19.01.07
 
 

Bir on dört mart sabahı güneş henüz arz-ı endam ederken üzeri yongalarla kaplı, küçük pencereli, ..