Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Aralık '09

 
Kategori
İlişkiler
 

Aşk sevgi ve hüzünlü yalnızlıklara dair

Aşk sevgi ve hüzünlü yalnızlıklara dair
 

 

Kahramanlar vardır yaşam boyu arayıp da bir türlü bulamadığı bir dosta kavuşmanın buruk sevincini yaşatan okuruna. Neredeyse benzer yazgıları paylaşmışız dedirten, demek ki tek ben değilmişim dedirten, çevredeki parıltılı yaşamlarla karşılaştırınca , sorunun kendisinde olduğu kuşkusuyla derinlere gömdüğü kaygılarını çözümleyen, yumuşacık bir sesin fısıltıyla yazdığı kitaplardadır ki umutlanır kişi, satırlarını hızla paylaşırken.

İşte Feyza Hepçilingirler' in " Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar " adlı romanını okurken her satırda böylesi buruk hüzünler yaşadım. Ah neden sevgili Feyza Hanım, neden bu kitabı daha önce yazmadınız diye sitem etmeye başlamıştım. Sonra kitabı okuyup bitirdikten sonra künye sayfasına göz atınca, şaşırdım. Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar ilk olarak Simavi Yayınları'ndan 1993'de basılmış. 2-4. basımları da Remzi Kitabevi'nden 1998-1999 yılları arasında. Elimde tuttuğum kitap ise Everest Yayınları'ndan 5. baskı olup Nisan 2009' da yayımlanmış. Oysa ben Feyza Hepçilingirler'in Tanrı Kadın romanını biliyordum.

Kitap hakkında yazmalıydım , duyurmalıydım, iş işten geçtikten sonra okuyup da üzülmesin kadınlar ve hatta erkekler de, en baştan okusun diye yazmaya karar verdim. Çünkü aydınlanma yolunda ilerlemeye çalışan modern , özgür insanın özellikle de başlangıçta önüne çıkarılan engeller her devirde aynı. Yaşanmış deneyimlerin ışığında bir rota çizebilmek çok yaralı olurdu. Acıları yaşamakta olanın da yaşatanın da alacağı dersler vardır okuyunca.. Sanırım bunu düşünerek Feyza Hepçilingirler de bu güzel kitabını “gençlere” armağan etmiş, henüz yokuşun başındakilere, yaşam yokuşunun.

Bu kez de kitapla ilgili yazma sürecinde bir donukluk benliğimi ve kalemimi esir aldı. Yazamıyordum. Okurken bir okyanus kadar coşup taşan ben, tek sözcük yazamıyordum Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar için. Böyledir ender de olsa bazı kitaplar, hem okurken, hem de okuduktan sonra kişiyi uzun süre etkiler ve belki de zamanında okunmuş olsalar " bu romanı önceden okusaydım, hayatım değişecekmiş " pişmanlığını yaşatırlar.

Birden fark ettim ki, Türkçemizi yıllar yılı korumak için ince, duyarlı bir çabanın içinde uğraş veren, anadil sevgisi edebiyatının bile önüne geçmiş olan yazarımızın, sevgili Feyza Hepçilingirler'in kitapları hakkında tanıtım yazısı yazabilmek çok zor. Yanlış kullanacağım bir sözcüğün, yerini bulamayan bir deyimin, yanlış değerlendirilmelere neden olacak bir sözcüğün tedirginliğini yaşıyordum. Biliyorsunuz Feyza Hepçilingirler Türkçemizin yılmaz bir koruyucusur. Bu uğurda çoğunlukla edebiyatçı yanını bastırarak, öyküler romanlar yazmayı bir kenara bırakarak Türkçemiz için yapıtlar vermesi bu işlevinin en güzel belirtecidir. İşte o anda fark ettim ki belki başka yazarlar ya da eleştirmenler de aynı kaygıya düşüyor olabilirler. Bu sözlerim yapabileceğim küçük hatalar için şimdiden bir özür yerine geçebilir mi?

Edebiyatının ana malzemesini gerçek yaşamdan alan Feyza Hepçilingirler'in Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar romanı bir akademisyen kadının, Sibel'in yaşam öyküsü ve yazarın özyaşamından ögeler taşımakta. Tam bir otobiyografi değil, demişti Feyza Hanım ama yaşadığı pek çok olayı katmış romanına.

Kanımca özellikle 12 Eylül zihniyetinin aşırı baskıcı tutumları, kadını yok saymaya eğilimli tutumları, ne kadar eğitimli olsalar da içlerine işlemiş babaerkil zihniyeti her zaman yüceltme fırsatı arayan bazı erkeklerin saldırgan cesaretini arttırarak, asırlardır süren fakat Cumhuriyet sonrası okumuş, eğitimli çevrelerde kısmen bilinç altına itilmiş olan “kadının ikinci sınıf varlık olduğu " KÖLECİ ” bakış açılarının bu çevrelerde bile yeniden hortlamasına neden olmuştur.

Kadınsın işte, okuduysan okudun be kardeşim, diploman kaçmıyor ya, otur evinde bak çocuklarına, kaynananın sözcüklerini, kışkırtmalarını da el etek öperek yutuver, günler yap, sahte kahkahalar at sözde dost meclislerinde, konken partileri yaşa, özgürlüğünü kazan... şeklindeki kısır ve acımasız döngüler yaşamaya itilen okumuş ve eğitimli kadınların dramını ele alan kaç roman var sorarım?

Bu da çok üzücü, köylerde kırlarda ezilen hemcislerimizin yaşamları kadar üzücü. Erkeklerle aynı eğitimi göreceksiniz ve aynı işte dirsek çürütmeye ve ömrünüzü vermeyi göze almışken, içten içe “ çalışmasa da olur “ samimiyetsizliği ile fısıldayan bu korkunç hortlak karşısında yalnız başına mücadele veren, eğitimli kadını anlatmış Feyza Hanım.

Evlilik yaşamı bir paylaşımdır. Acıların, sevinçlerin ve sorunların paylaşımıdır. Hele aşk eviliklerinde, çiftlerin ayaklarının yere basmadığı o mutlu aylardan sonra, sorunları ve dertleriyle yapayalnız bırakılan kadınların en güzel çayırlarda mutluca otlatıldıktan sonra aslında atlaması için bir uçurumun kenarına kadar götürülüp orada bırakılan, kandırılmış masum koyunlardan ne ne farkı kalır.

İşte kuvvetli karakterler bu dönüm noktasında aldıkları baht dönüşümü diye adlandırabileceğimiz kararlarla yaşamlarına çeki düzen verip gerçek anlamda özgürlüklerine sahip çıkan ve kişliklerini yok etmeye yönelik saldırıları aldıkları soğukkanlı karalarla püskürtebilenlerdir. Diğerleri saflıkla baş eğer ve tüm yaşamları da uçurumun kıyısında atlamakla atlamamak arasında verdikleri bir içsel mücadele ile geçerken, yaşamda pek çok mutlulukları ve hazzı ellerinden nasıl da kaçırdıklarını fark edemeden ölür giderler, yaşam biter.

 

Evlilik bazen de aşk olmadan, bir kurtuluş, çocuklukta sıcaklığına erişilemeyen yuvanın özlemiyle mantığın kavuşmasından oluşan bir birliktelik de olabilir. Madalyonun bir başka yüzü, çocukluk sürecinden sonra evlilik sürecinin beklenen , umulan ve hak edilen o parlak yüzünde parlamaya başlıyacak. Ama hayır, parlayamıyor, o yüz de ilkinden daha beter bir karamsarlık ve anlayışsızlık denizinin yosunlarıyla örtülmüş baştan sona.

 

Anne yoksunluğu ve özlemi içinde, buyurgan bir anneannenin despotluğu altında tüketilen mutsuz çocukluk yıllarından sonra gelen evlilik süreci bırakın mutluluğu bulmayı, çekilen o çocukluk sıkıntılarının, anne yoksunluğunun bir suçlama olarak her dakika yüze vurulacağı bir karabasana dönüşmüşse ne yapar kadın, ne yapabilir? Evliliklerden beklenen bu mudur? Kafan kızınca, eşin değil sanki ringdeki rakibin, zayıf noktrasını bul ve oradan acımasızca vur. Sözcüklerle vur ne fark eder, vuruyorsun ya.

Uyudu mu o diye soruyor. Yanıtımı beklemeden de ekliyor: Nasıl götüreceğiz eve? Niye izin veriyorsun uyumasına?Yarım saat daha uyanık kalamaz mıydı? Haluk'u kızdırmamalıyım. Haluk düşmanım değil, dostum, kocam." ( s 12)

Romandaki ana karakter ve anlatıcı akademisyen Sibel, eşi Haluk için bunları düşünüyor bir arkadaş ziyaretinde çocuğun uyuyup kalmasını ve taşınmasını eşinin sorun ettiği noktada.

Aslında düşündükleri o an farkında olmasa bile yaşadığı hayatı ve eşini yargılamasıdır, doğal olmayanı görmesidir ama tüm iyi niyeti ve alışkanlığı ile yine dönüp kendisini suçluyor. Henüz bilinçlenmemiştir kahraman. Soru sorma safhasındadır. Ama kendi sorularına verdiği yanıtları kendini suçlar niteliktedir. Çünkü Sibel öyle yetiştirildi. Birşeylerin, bir davranış biçimlerinin kendi hakkı olamayacağı fikri, ellerini avuçlarını yakan, minicik bedenine kaya kadar ağır gelen süpürge çalısının acı deneyimiyle, önce fiziksel ağırlık olarak kollarına, bedenine oradan da algısına aktı yıllar yılı, sevgi yoksunu çocukluk sürecinde.

 

“Başını kaldırıp anneannesinin kendisini gözlediğini bildiği köşeye hiç bakmadan, tam onun istediği biçimde, var gücüyle süpürmeye çalıştı ama o, bu kadar çaba harcarken, süpürge durmadan ağırlaşıyor elinde. Kaldırmaya neredeyse iki eli bile yetmeyecek. Bırakıp azıcık bileklerini dinlendirmeye çalışsa ya da avuçlarına hohlamak için azıcık doğrulsa... Ne olacağını biliyor. Çok mu yoruldu küçük hanım? Yazık, yazık!...” ( s 12)

 

Yitirilmiş bir anne, arasıra çıkagelen ve çocuğun beklediği sevgi gereksinimini anlamaktan uzak gibi duran bir baba ve despot bir anneanne ki kızların okumasına bile karşı. Yalnızlıklarla sarılmış bir çocukluk. Bu evden, bu koşullardan kurtulmak, zarar görmeden, ayrı bir cesaret işi. Ne kadar kurtulunsa da despotluğun elleri, erik çiçekleri kadar saf ve temiz o ilk aşkları, o ilk yürek çırpıntılarını lekeleyip savuşturmaya da uzanacaktır.

Böyle Sisifos koşullanmışlığı içinde geçen bir çocukluktan sonra kişi ergenlikte, evlilik yaşamında başına gelenlere de derviş sabrıyla karşılık vermeye çalışır kuşkusuz.

Derviş sabrı kadının geleneksel rolüdür toplumumuzda, acılara, hakaretlere,haksızlıklar, anlayışsızlıklara, yazgı diye bakıp kahramanca göğüs germek. Döner dolaşır ve kendisini suçlayacak nedenleri var eder usunda. Çünkü birey olma bilinci bastırılmıştır. Çocukluğunda dayatılan o korkunç suçluluk yarasası, kömür karası kanatlarıyla hep bilincinde dolanacak, her ediminde , her davranışında kendini suçlamasına neden olacaktır. Savuşturulması, tamamen kovulması zaman alacaktır, belki de ömrünün uzun bir dönemini gölgesiyle bile olsa çalacaktır.

“Birdenbire kendimi çevreye ne kadar yabancı bulduğumu anlıyorum. Ben bu insanlardan biri değilim, diyen bir tokmak vurup duruyor kafamın içinde. Her şeyi aşağılamaya yatkın bu insanlar dostum olamaz. Bu ses kendi yankısını yaratmakta gecikmiyor. Sen kimsin ki diyor karşı ses olup. Sen de onlardan birisin işte, kendine payeler yakıştırıp herkese üst basamaklardan bakma sevdasından vazgeç.” (s.12)

Evet kişi çocukluğunda şansız, evliliğinde mutsuz olabilir ama eğitim görmüşse ve de çalışıyorsa işinde mutlu olamaz mı? Olamaz, önce emperyalizmin yırtıcı dişlerinin şekil değiştirip bir 12 Eylül umacısına dönüşüp ortalığı kasıp kavurduğu dönemde, bir üniversitede öğretim üyesi olarak bir kadın, aydınlık bir kadın, Nazım Hikmetlerden, Sabahattin Alilerden söz edebilen bir kadın öğretim üyesiyse hele, hiç de rahat bırakılmaz. İşte sevgili Feyza Hepçilingirler ile paylaştığımız ortak sorunlardan en önemlisi tam da burada, çalışma yaşamında yatıyor.

Dekan beni özel olarak çağırtmamış oluyor odasına, yalnızca bir tören hazırlığıyla ilgili buyruklar verecek. Sözü dolaştırıp bu okulda bir temizlik yapılmasının gereğine getiriyor. Çok akla yakın nedenleri var. Sakıncalı birtakım adamlardan söz ediliyormuş hâlâ sınıflarda. Her yerde gözüm kulağım var benim, diyor. Sizi de izletiyorum, demek bu. Bir çeşit gözdağı. Daha sonraki bir toplantıda da, benim antenlerim uzundur, diyecek bir dekanın bu açıklamaları hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Sakıncalı adlara ait kimi adlar veriyor. Nazım Hikmet, Sabahattin Ali...Hâlâ bu insanlardan söz edilebilir mi, bunların ismi ağıza alınabilir mi, diye soruyor bana. Alınabilir tabii, diyorum gülerek. Siz bile ağzınıza aldınız demin, bana sorarken, demek ki gerekirse ağza alınabiliyormuş...”

Sonunda dümen çevirip ulusal törenleri iptal etmekte hiçbir sakınca görmeyen, sözünü esirgemeyen öğretim üyelerini sakıncalıdır diye derslere girmekten alıkoyan, varlığını ve yükselişini 12 Eylül'e borçlu dekanlar, yöneticiler. Acı olan Sibel ile aynı saflarda olduğu halde, hiç sesini soluğunu çıkarmadan inanılmaz bir itaatle sistemin acımasızlığına entegre olan ama dost meclislerinde de mangalda kül bırakmamacasına sistem karşıtı ve solcu kesilen maskeli dalkavuklar. Dalkavuklardan dost olur mu?

Dostsuzluğun dibe vurduğu noktada Sibel'i anlayan, düşüncelerini paylaşan karşı cinsten birine Faik'e duyduğu yakınlık belirsiz bir sevgiye, kısacası "hayallerde tutunulacak bir dala" dönüşürse eğer suç mudur?

Sonra Anadolu'nun Karadeniz kıyılarındaki bir kente, Trabzon'a sürgün. Sibel'in tayini kabul edip akademik yaşamına devam etmesi ya da etmeyip başkalarının deyimi ile özgürlüğüne kendi deyimi ile de eşinin eline tam anlamıyla muhtaç olacağı duruma düşürüleceği o önemli yol ayrımındaki iç çatışmaları, mücadelesi, kararları.

Bırakmayacağım peşlerini ve mücadeleyi sürdüreceğim. Öyle kolay kolay kurtulamayacaklar benden. En zayıf yerimden vurmaya kalktılar, anneliğimden. Çocuklarımın küçük olduğunu ve onlardan ayrılamayacağımı bilmiyorlar mıydı? İstafa etmek zorunda kalacağımı, böylece benden kurtulacaklarını mı hesapladılar. O kadar kolay olmayacak.” ( s61)

Şimdiye değin çekilen sıkıntılar aydınlık, modern bir kentimiz olan İzmir'de yaşananlardı çoğunlukla. Bunda İzmir'in ne suçu var diyeceksiniz. Orada yaşananlara dahi katlanılamayacak dönemde, içine kapalı bir Anadolu kenti, özgür ve aydınlık bir kadını nasıl karşılayacak? Eski dostlar neler yapacak, ya Anadolu geleneğine bağlı öğretim üyesi eşleri, yeni gelen akademisyen hanımı hangi gözlerle görecekler? Akademisyen bile olsa bir annenin çektiği azap onu sürüldüğü yerde rahat bırakacak mı? Çevresindekiler onun bu acılarını anlayabilecekler mi gerçekten?

Ayrılış anında öğrencilerinden gelen kırmızı karanfiller, öğretmeni gidiyor diye ağlaşan ve birkaç ay sonra kendileri de öğretmen çıkacak gençlerin içten üzüntüsü ve orada bir kenarda yavru kuşlar gibi bekleşen kendi çocukları.

Uzun bir yolculuk yer yer geri dönüşlerle ileri gidişlerle anlatılan. Çok etkileyici bir bölümü daha payşamak isterim.

Hemen herkesin horultulu düşlere daldığı anda mantosunu alırken, otobüsün karanlık aynamsı camında kendisiyle gözgöze gelir Sibel:

...Aynadaki görüntüm doğrulup kalkıyor oturduğu yerden, elini bir adamın eline vererek dağlara doğru yürüyor. Bir gece otobüsünde değil, sürülmemiş, ardında bıraktığı gözü yaşlı çocuklar yok. Yalnızca o anı yaşamaya çalışan bir kadın. Az sonra bir çamın altında oturuyorlar. Adam, ceketini çıkarıp ilkbaharın taze çimenlerine yayıyor. Kadın yorgun olmayan bedenini biraz cekete biraz adamın göğsüne kaydırıyor. Parlak gün ışığı saçaklanarak eteklerine düşüyor kadının. Dudaklarının hemen altında, çiçek kokularıyla uçuşan saçları kokluyor adam. Yüzünü görmeye çalışıyorum. Haluk değil. Faik de değil. Bu katışıksız bir sevgili. Öylesine “arı” ki yaşamda insan olarak karşılığı bulunmuyor. Ben olmam gereken kadın, bu sevginin dudaklarında bir bir sıcaklıkla somutlaşmasını istiyor. Adam eğilip usulca öpüyor kadını. Öpüşten çok yumuşak bir dokunuş....”( s.77 )

Sibel artık insan olduğunu hissettirecek, insanca dokunuşların, insani sıcaklığın varlığını duyumsamak istiyor. Huzursuzluğun silikleştirdiği bulanıklaştırdığı yaşamlarından uçup giden hazları değil sadece, yüzü olamayan hayali kahramanların müşfik elleriyle kendi teninin ve varlığının da sevgi ile kutsanabileceği hayallerinin ılıklığıyla avunuyor. Hayal kahramanı ne Haluk, ne de Faik. İşte Sibel bu noktada dönüşümü arzuluyor aslında. Kendisini sımsıkı sarıp bunaltan çemberi parçalayıp, kendisi olmak, kendi benliğine ve birey olgusuna erişmek istemenin hayallerdeki izdüşümünü yaşıyor. Umutsuz zamanlarda içinde debelenilen bataklık yokmuşçasına hayallere dalmak da bir sağaltım mekanizmasıdır ve belki de böylesi hayallerin gerçekleşme olasılığını kavraması kişiye çıkış yolu olabilir. Bu müşfik bir dost, yeni bir yaşam, yeni bir iş, yeni bir kent de olabilir, hiç bilinmedik birinin sunduğu bir sap mavi Lavanta çiçeği de.

Hayaller olmasa dayanabilir miydi Sibel? Çekilenler yazgı olabilir mi? Neden değiştirmesin ki ? Neden kırmasın çeperleri, neden içinde taşıdığı bireyi hapsetmeye devam etsin?

Aynı düzenleri, aynı dolapları burada da görmek hiç şaşırtmadı beni. Büyük bir oyun bu ve ben sadece küçük bir taşım, kaleyle yenilecek bir piyon. Ama yenemeyecekler. Çekilmiyorum oyundan. ..”(s.61)

Soruşturmalar, mahkemeler, derslerinizde Kadro Hareketi'ni bir bir sempatizanlık, bir propaganda amacıyla işlediğiniz iddia edilmektedir sorguları, dönemin tüm sıkıntıları, toplu kopya çekimleri ile mezun edilen öğrencilere göz yumulmadığı için diş bilemeler, yine soruşturmalar, yetmeyince tehditler, gözdağı vermeler....

Sibel pek çok mücadele veriyor sonunda ikinci baht dönüşümünü yaşadığı önemli bir yaşamsal karara ulaşıyor. Burada anlatamadığım ve insan ilişkilerine, yaşamda büyük önemi olan pek çok küçük ayrıntıyı da bulacak okur satırlar arasında. Sırf bu nedenle bu kitabın gençlerce okunmasını öneriyorum. Orta yaşta olanlar içinse belki de kendi geçmişlerinden kopup gelen anılar uçuşuyor olacak okudukça, belki de yaşam boyu taşıyor oldukları suçluluk duygusunun anlamsızlığını görüp hafifleyecekler.

12 Eylül'ün sıcak günlerinde sürgün edilen bir öğretim üyesinin Sibel'in kendisi ile hesaplaşmasının arka planında, dönemi tüm çıplaklığıyla anlatan bir "12 Eylül romanı, bir kadın romanı ve bir yol romanı diye tanıtılıyor arka kapakta. Ben bir eklemede bulunmak istiyorum. Şimdiye kadar bizden okuduğum ve kadın psikolojisini derinlemesine kazıp, incelikle irdeleyen çok önemli bir psikolojik roman olduğunu da düşünüyorum Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar 'ın. Kadınlar adına, ezildiğinin bilicinde olan ya da olmayan insanlar adına da buradan teşekkür etmek istiyorum Sevgili Feyza Hepçilingirler'e.

Biliyorum ki bu roman birilerine çoban ateşleri yakacak, yaşamların acılı yalnızlıklarında içtenlikli bir dost sesi olarak paylaşılırken.

İzmir'den Trabzon'a geliş... Yalnızca üç gün önceydi. Kırmızı karanfiller hâlâ masamın üzerinde ve yalnızca biri solmuş. Neden biri öbürlerinden önce solar.”

ezgi umut ağustos 2009

Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar

Feyza Hepçilingirler

Everest Yayınları nisan 2009 , 5 basım

 
Toplam blog
: 566
: 1338
Kayıt tarihi
: 11.07.06
 
 

Edebiyatla ilgileniyorum. Ayrıca amatörce belgesel film çalışmaları yapıyorum ve kültürel etkinlikle..