Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Ağustos '17

 
Kategori
İlişkiler
 

Askıda Aşk Var mı?

“Aşk”. İnsan kusurumun cezası, eksik hayatımın sebebi, hayat bestesinin notası, huzur rüyasının teması sensin. Ey Aşk! Çık gel o gözlerden evine. Gözler görmüyor seni, eller tutmuyor elini, tenler bilmez kıymetini, eksiltme değerini. Yalnız gecelerimin karası, günsüz günlerimin devası, kansız yaralarımın sızısı, cansız resimlerimin nefesisin. Ey Aşk! Çık gel o gözlerden evine.” Sevgili Ferhat Göçer için yazdığım “Aşk” isimli şarkının sözlerinde anlatıldığı gibi insan hayatının içerisindeki tüm tanımların bütünü değil mi?

Aşkın başlangıcı bir çift gözdür. Gözlerinden giriş yaparsın aşk bedeninin zihnine, ruhuna ve hücrelerine yerleşirsin.  Sonra hafif bir dudak esnemesi ile gelen belli belirsiz gülümseme. Ellerin çaresizliği, saçların fazla gelmesi, üstünü başını düzeltme isteği. Temas etmeden yakınlaşma arzusu, dokunma isteği, sesindeki cıvıltılanma. Aşk bedeninin her söylediğine anlam katarak, ona komik gelen her şeye gülerek, onu üzen her şeye üzülerek, onu kızdıran her şeye kızarak, mutlu eden her şeyden mutlu olarak onda yaşamaya başlarsın. kendi merkezinden taşınırsın.

Aynadaki görüntünden daha çok onu izlemek istersin. Onun için giyinmek, süslenmek, sevmek, anlamak, anlatmak, hissetmek, planlamak, hayaller oluşturmak ve her birini gerçekleştirmek istersin. Sesindeki sadece sana göre sihirli gelen melodide kaybolursun. Saatlerce konuşma arzun olur. Sürekli dokunma arzusu ne demek anlarsın. Bu öyle sevişme gibi değildir. Belki de sarılmak sevişmekten daha fazla haz verir hale gelecektir. Aşkın kapısı gözlerden içeri girmeye gör, aşkça yaşama bir kere bulaştın mı, hiç olursun.

Ne “asla yapmam” kalıbıyla kurduğun cümleler, ne de “bana göre değil” içerikli eylemlerin kalır. Fobilerinin üzerine gider, hobilerini bile ertelersin. Bunları aşk bedenin istedi diye değil, gönül rızasıyla kendi arzunla yaparsın. Kaybolursun. Kimliğin tanınmaz hale gelir. Vücut sıvılarının limitleri hormonlarının içerikleri değişir. Limitsizlikteki limit aşktır işte. Aşkın emirlerine amade olursun. Önemli olan bu sürecin içerisinde limitsizliğin ve o emsalsiz sihrin keyfini çıkartmaktır. Zihinsel her şeyden uzak tutacak, seni etkileyen o durumu görmezden gelmeden teslim olmak şarttır. Hayatında kaç kere böyle bir hale gelebilir ki insan. Neden teslim olmasın? Neden mi?

  

 Nedeni belli. “Ben” tanımı. Ben diye başlayan cümlelerinin esareti. Kısaca zihnin aşk ile susturulamamış, egonun desteği ile açılmış gedikleriniz, geçmişin tozlu basamakları, sızısı geçmemiş ego yaralarınız zihni sürekli uyaracaktır.

Aşk yarası diye bir şey yoktur ve kimse bunu anlamaz. Aşk yaşarken yaralı hissetmez ki insan kendini. Seni yaralayan egonun tatmin olmayışıdır. Zihnin beğenmediği durumlardır. Senin aşk dediğinin sana aşk demediği için sahip olamamanın verdiği hırstır. Aşk acıtmaz seni, sahip olamamak hırslandırır. Terk edilmek acısının aşk ile ne ilgisi olabilir sizce. Aşk yaşanırken hayatınızı etkisi altına alan o iç huzuru ve keyfi bir düşünün, nasıl  canınızı yakabilir ki? Aşk günah keçisi tabi. Kimse kendini yanlış bulmayı tercih etmiyor. Hoşuna gitmeyen bir olay yaşadığında mutlaka bir suçlu peşinde. “Ben olsaydım” diye başlayan o manasız cümlelerin arkasına sığınır. Her şeyi sen olsan doğru yaparsın değil mi? E karşındaki kişi de “ben olsaydım” demiyor mudur? Ona da kendi doğruları zihin tarafından bir bir sunulmuyor mu sanıyorsun?

Sonra utanmadan “Aşka inanmam ben” diyoruz bir de. Aşkı başkalaştıran, yanlış tanımlayan biziz. Aşk acısını yaratan da biziz. Kendi duvarlarınıza sırtınızı yaslayıp, etrafınıza da zihninizden olma dikenli tellerinizi de ördünüz mü, ohh ne güzel kimse zarar veremez, içeri aşk giremez değil mi? Peki. Girmesin bakalım.

Madalyonun diğer tarafına bir bakalım. Nasıl geçiyor hayat? İşler, aile, arkadaşlar, ara sıra tensel geçici dokunuşların hazzı ve anlam eksikliği ile öyle değil mi? Bir şey hep eksik. Gerçek anlamda bir eksiklik hissi var. Keyifliyiz, arkadaşlarla ailemizle de mutluyuz. Kendimizle? Kendimizle de dönem dönem mutluyuz. Ya hayat? Ya beden? Mutlu mu? Kendine sarılmak, kendi elini tutmak, kendi gözlerine keyifle bakmak hissi ile aşksal bakış ve dokunuşlar aynı mıdır? Denedin mi aradaki farkı?

Bu hayatın son gününde tüm bedenin ve ruhun gerçek bir doyum içinde mi tükenecek? Aşk gibi görkemli gücün için hizmet etmeden yaşadın diyelim, bana göre yaşadın sandın ya neyse, her şeyin tamam mı o beklenen bilinen bitişte? Egon zedelenmesin, hırpalanma, kontrolün dışında olma diye ertelediğin, korkudan tir tir titrediğin aşkın tadına bakmadan mı gideceksin bu dünyadan? Biliyor musun var oluşuna ihanet ediyorsun. Tanrı seni aşktan yarattı ve sen bunu anlamıyorsun.

Şükür ki şimdilerde gıda satan dükkanlarda “askıda” diye anılan bir yöntem var biliyor musun? Bir kahve alıyorsun, üç kahve parası ödüyorsun ve ikisini de parası olmadığı için o kahveyi içemeyenler adına ödemiş, onlara kahve ısmarlamış oluyorsun. 4. Levent de bir fırında askıda ekmek uygulamasını görünce aklıma geldi bugün yazdığım bu yazı. Ofluoğlu Fırınındaki artı iki ekmek ile hissettiğim tamamen şuydu; o askıda bırakılan ekmeklere ihtiyacı olan insandan daha çok aşkı yaşamaya ihtiyacı olan insan var bu hayatta. Nerede askıda beklediği bilinmez ama eminim bu dönemde ego baskısından askıda bekletilen milyonlarca aşk var sahibini bulamamış. Bir gün o askıdan birinin senin aşkını bulmasını mı bekleyeceksin, yoksa cömertçe hediye mi edeceksin?

Hazır olmayı bekleme. Aşk hazırlık istemez. Ansızın yaşanmak ister. Askıdaki aşkları indirin ruhlarınıza ve sunun. Hayatı anlamlandırın. Vakit kalmamış olabilir. Unutmayın.

 
Toplam blog
: 158
: 253
Kayıt tarihi
: 22.08.15
 
 

Karşı kıyıdan kendi topraklarına geri dönmüş bir ailenin İstanbul'daki bolca edebiyat kokan evinde ..