Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Haziran '07

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Aşkın mevsimleri ve gamzeli aşıklar

Aşkın mevsimleri ve gamzeli aşıklar
 

Bazı mevsimleri özler insan, o mevsimlerde yaşadıklarını, o mevsimlerin anlattıklarını, insanın üzerinde bıraktığı etkileri ve yaşarken bir parçası hissettiği dünyanın bütünlüğünü; bense ilkbaharı özlerim.

Çünkü aşka ve barışa, en çok ilkbahara yakışıyordu. Patlayan tomurcuklarla, kış boyu sancılanan toprağın yeniden doğumu, renklerin uyumu, ışığın üzerinize inen sessizliği ve yumuşak sesleriyle sizi de uyandırıyordu.

Doğa, kimseye aldırmadan, yine sırayı bozmadan, ciğerlerimize bir yaşam soluğu üflüyordu.

Güzelleşiyorduk baharın ansızın inen, rahatlatan yağmurlarıyla. Yağmur sonrası toprak kokusunu, bir annenin çocuğunun kokusunu içine çeker gibi içimize çekiyordu.

Pencerelerimizi açıyor, terastan izlemeye başlıyorduk benzersiz alacasıyla söken gün doğumlarını, kızıl bir gökyüzünün süslediği gün batımlarını.

Derken içimizdeki pencereler de açılıyor, aşk çıkageliyor, kendimize yeniden başlıyorduk.

Tüm maskelerin tek gerçek yerinin gözlerimiz olduğunu anlamaya başlıyorduk o zaman.

Tanrı'nın dört mevsimlik ömründe ömrümüzü hatırlıyor, kar gibi coşkulu ve soğuk gibi öğretici bir kıştan sonra, gençliği yaşamanın, evrenselleşmenin ve sevişmenin baharına dalıyorduk...

Belki baharda böylesine coşkulu olmamızın nedeni, bu seyyarede "misafir" olduğumuzu unutup, sonsuz hayat bahçesinde kalacak olmamaızı düşünmemizdi.

Biz de tüm faniler gibi aldanıyorduk ölüme. Sonsuz hayatın kapısını aralamış gibi sevdiklerimizi üzüyor, fırsatları kolayca harcıyor, anın muhteşemliğini yaşamak yerine kendimizi maskelere ve üzüntülere veriyorduk...

Kariyer, evlilik, çocuk derken yazın ortasında buluyorduk kendimizi. Güneş etrefımızda, bazı şeyleri kurutucak kadar sıcak dönüyordu.

"Gamzeli aşklar" ediniyor, bir insanı gamzesinden sevmeye başlıyorduk... Ufacık bir jestinden...

Her insan gibi biz de aynı hataları yapıyor hiç geçmeyecek sandığımız kışı ve çocukluğumuzu, yazın ortalarında anmaya başlıyorduk.

Kendimizi yazın gölgesinden kalkıp, tekrar bahara girmeye zorluyor, gençlikte yaşayamadığımız baharı, aşkları, barışı ve sevişmeleri, yakalamaya koşuyorduk...

Olmuyordu. Ne yapsak bahar geri gelmiyordu. Terli ve belirginleşmeye başlayan göbeklerimizle spor salonlarına da koşsak, azalan saçlarımızı saç ektirerek ya da peruk taktırarak kamufle etmeye çalışsak, yorgun gözlerimize taktığımız gözlüklerimizi bir yana fırlatıp lazer operasyonlarına da koşsak, içimiz değişmiyordu.

Gençliğin baharında dimdik kalkık olan o göğüsler yer çekimine yenilmeye başlıyor, vcudumuz da yaz gibi rahatlatıcı bir sıcaklığın içinde, ruhumuzun rahat hamağında sallanıyorduk.

Çoğumuz bir başkası olmaya çalışmanın ve kendinden uzaklaşmanın bedelini böyle böyle ödüyordu.

Hep aynı hatayı yapıyor, evrene ve Tanrı'ya karşı diklenip, nehirlere karşı akmaya çalışmanın ne demek olduğunu anlıyorduk.

Hep bir başka zamana, hep emekliliğe "ertelediğimiz düşlerin" yakıcılığıyla farkına varmaya başlıyorduk, sonbahara girerken.

"Bir başka zaman" yok! Bir başka hayat yok... Hemen paniğe kapılıyor, "başkası olmak istediğimiz", ya da "başkası olduğumuz" ama kendimiz olamadığımız bir hayatın başında, ölü görmüş gibi ağlıyoruz.

Bu sefer ceset tanıdık geliyor birden...

İnsanların bir türlü kendileri olamadıklarını, en çok "kendileri olmaktan" korktuklarını, kendileri olmaktan utandıklarını, saklandıklarını, kendilerini saklayabilmek için gerçek olmayan hayatlar icat ettiklerini, aslında var olmayan "bir başkasını" taklit etmeye çalıştıklarını görüyorduk o sonbaharda...

Ve anlıyorduk bir ömrü, bahar coşkusunda ama her mevsimin de hakkını vere vere yaşamanın gerekliliğini...

Hayatın hakkını verince hayatımızın da güzelleştiğini...

O zaman bahara, aşka ve barışa bakıyorduk uzaktan...

Aldatıldığını, ihanetin acı tadının dudağında olduğunu söyleyenler, baharı, aşkı ve barışı kaçıranlardı. Kendi hüzünlerinin etrafında dönüp, hayat gibi bir aşkın da dört mevsimi olduğunu unutanlardı...

Başaranlar keyfince şezlonguna uzanmış, şemsiyesinin altında yazın ve denizin keyfini çıkarıyordu.

Onlar kışın hayal ettiklerini baharda, baharda hayal ettiklerini yazın, yazın hayal ettiklerini sonbaharda gerçekleştirmiş, keyiflerini sürüyorlardı.

Yalncılar ve hırsızların da keyif çattıkları sonbaharları vardı. Ama bir hayali bir hedefe dönüştürüp, çalışan ve azimle mücadele edenlerin mevsim keyfi bir başkaydı.

Onlar kucaklarında torunları, yanlarında oğulları ve kızları, tatlı tatlı anlatıyorlardı geçen kışı, baharı ve yazı...

Ama sonbaharın da hakkını veriyorlardı.

Hayat gibi, aşklar da dört mevsimdi.

Dört mevsimi bir resital, bir senfoni, bir vals gibi yaşayanlar, bir gün gittiklerinde, sonsuzluğun kapılarını aralıyorlar ve içlerindeki aşkın, baharın ve barışın yıldız tozlarını, sonsuz hayata saçıyorlardı...
 
Toplam blog
: 353
: 3712
Kayıt tarihi
: 28.02.07
 
 

"29 Temmuz 1980’de İstanbul’da doğdu. Celal Bayar Üniversitesi, İşletme mezunu. Şiir, deneme, öykü, ..