Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Mart '13

 
Kategori
Öykü
 

At pazarı

At pazarı
 

Bahar bulaştı ya hayata, ağaca, suya,
içimde öyle bir seyahat kımıldıyor ki, diren direnebilirsen.
Yüreğim bavulunu toplamış çoktan;
ruhum sırtlamış çantasını.
"Uzaklar" çekiyor...

 Can Dündar

                Geniş ve yaygın kaşları, hafiften yassı burnu, aromalı-köpüklü bir kahve tonundaki kısık gözlerinin yer aldıgı, çehresine baktıgınız zaman, bu yüzün gayri ihtiyari ortaya çıkardıgı, farklı sevimliliginin hissine, çok geçmeden hemen kapılırsınız. Yetmiş beşli yaşlarda İç Anadolu’lu tipik bir Kürt kadını olan bu insan, Kürtçede Zewe adıyla, dünyadaki yerini büyük bir  mütevazilikle alır. Sayısız hastalık örgütlenip, bu kadının kilolu bedeninde dayanılmaz rahatsızlıklar yaratıp, huzurunu yok etmek gayesi ile ellerinden geleni, acımasızca artlarında bırakmıyorlar. En çok da dizlerindeki agrılar O’nu, per perişan etmeye yetip, artık yürüyemez hale getirdiler.
            Söz konusu hastalıklar terörist bir örgütlenme ile, Zewe’yi kocası Heyderi Hecike‘nin yanı  başından alıp, çogu zaman yatakta kalmasına neden oluyorlar. Hepten bölücü olan bu sinsi faaliyetleri ile kocasının yanında el ele olmasa da, en azından diz dize ve göz göze olmasına manilik veriyorlar. Aynı eylemlerini Heyderi Hecike‘nin uzun boylu, seksenli yaşlardaki ve hala filinta gibi bedeninde de, sürdüren hastalık denilen ne idügü belirsiz, bölücü teröristler, karşı tarafın savunma güçlerine, her defasında yenik düşüyorlar. Rakipleri Heyderi Hecike‘nin çatık kaşlarından, hala güçlü olan ellerinden, saglam bilincinden, beyninin aldıgı yerinde, stratejik ve bir o kadar da mantıklı kararlarından, bir hayli çekiniyorlar.  
           Heyderi Hecike; 80'li yaşlarda ulu bir çınar. Yıllar yılı şeker hastalıgından muzdarip. Yine de yaşama son derece baglı bir insan. Sofokles:
"Yaşamayı bir yaşlı kadar kimse sevemez" der. O da hayatı seviyor ve olabildigince, kendince dolu dolu yaşıyor. Bunu bedeninde yer alan pek çok mayınlı bölgeyi aşmak isteyen hastalık teröristlerine ragmen başarıyor. Bu terörist gruplardan biri bütün direnmeye karşın, engelleri aşıp, Hayderi Hecike’nin bedenindeki sarp daglarda ve uçurumlar halindeki yar ve derelerde mevzilenip, yer edindiler. İşin garip olan tarafı da, bu grup terörist bölücünün kendisini “şeker“ olarak adlandırması. Bu ayrılıkçılar kendilerini böylesine tatlı, ballı, pekmezli ve kaymaklı adlandırsalar da, aslında zehir zıkkımdan gayri degiller. Asıl şeker gibi olan Heyderi Hecike desem, inanının bu ihtiyar delikanlıyı çok övmüş olmam, ki siz de görüp tanısanız, ne kadar mütevazı bir açıklama yaptıgıma hemen hak verirsiniz.
           Dört gözle diyecegim ama degil. Zewe, “katarakt“ adlı bir terörist grubun saldırısının ardından, bir gözü görme yetisini yitirdiginden, toplam üç gözle beklediler ve Hollanda’da yaşayan, canlarının yongası - hayırsız ogullarının gelmeyeceklerini idrak edip, topladıkları kilolarca cephanelik ilacı siyah bir çantaya doldurdular. Gidecekleri yerde onca insan vardı. Onlara da “karınca kararınca” da olsa, biraz kuru yemiş almak gerekiyordu. Bu nedenle  Ankara Kalesi‘nin içindeki At Pazarı’nın yolunu tuttular.
           Pazarda kıyasıya pazarlıklar yapılıyor, müşteriler kuru yemişlerin tazeligini kontrol etmek için, ellerini yan yana dizili, istiflemesine dolu torbalara daldırıp, agızlarına götürüyorlardı. Başkentin en yükseklerinde bulunan bu kale, iç  ve dış kale olarak iki kısımdan oluşuyordu. Hititler tarafından yapıldıgı söylenen kale, beş köşeli kırk iki kule ile bir çok tarihi Ankara evini ve pazara gelen Heyderi Hecike ve Zewe’yi de kucaklıyordu. Hayderi Hecike’nin gözlerinin merakla süzdügü bir çok tarihi bina turistik, modern restauranta dönüştürülmüş ve her gece “Ankara’nın bagları” adlı benzeri kıvrak müzikler eşliginde, ince belli dilberlerin ve etraflarında pervane gibi dönen, çıt kırıldım beylerin Ankara havalarını, oynandıgı mekanlar haline gelmişlerdi. Hayderi Hecike ve Zewe defalarca bu diyara geldikleri halde bu tarihi kalenin geçmişi, kendileri için hiç bir zaman merak konusu olmamıştı. Onlar sadece burada satılan kuru yemişler ile ilgilydiler.
            Pazarda sürekli müşterisi oldukları Fatik Hanımı çok dolanmadan buldular. Fatik onları oldukça bir güler yüzle karşılayıp, buyur etti. Yanagı çifte benli, biçimli burnu, derin çifte gamzeleri, uzun dalgalı saçlarına bugüne degin kimselerin kızıl güller takmadıgı - allı güllü fistanı ile tezgahının ardında salınan Fatik Hanım adeta yerinde duramıyordu. Tezgahının ardında dans eder gibiydi. Hiç bir terörist grubun saldırısına ugramayan, kıvır kıvır hareket halindeki bu kadının keyfi diyecek yoktu. Akşam marketten ve manavdan iyi bir alış veriş yaptı. Kendisini evine atar atmaz, önce beş yaşındaki maviş gözlü oglu Bora’yı ve sekiz yaşındaki lüle saçlı kızı  Berna’yı bir güzel öptü. Ardından da burma bıyıklı kocası Selim’i güzelce kucaklayıp, bir an için de olsa kucaklayıp, belini kırdırırcasına sıktırdı. Güzel burnunu sevdiginin boynuna dayayıp, kokusunu uzun uzadıya içine çekti. Yemek yapmak için mutfagın yolunu tuttu. Çarçabuk, yüregindeki bütün sevgiyi cömertçe yaptıgı yemeklere katarak, sofrayı donattı. Yemek sonrasında çocuklarını yatırıp, kocasının burma bıyıklarını da bütün bedeninde bir seyri sefere de çıkartırsa, bu dünyada ondan daha iyisi olmayacaktı, ki düşledigini de gerçekleştirdi. Böylelikle pazarda, açık havada yaşadıgı olanca stresi ve elektriklenmeyi bir çırpıda sıfırlayıp, tatlı bir yorgunlugun beraberinde üzerinden attı. Kendisini kanatlanmış gibi hissetti. Üzerinden büyük bir agırlıgı attı.
          Fatik’in sıfırlanan elektrigi, Hayderi Hecike’yi şanslı kılıp, cüzdanından daha az paranın çıkmasına ortam oluşturdu. Giriştikleri sıkı pazarlıkta, Fatik hiç direnmedi. Fiziksel olarak orada olsa da, O’nun aklı, hala kocası ile agız tadı ile geçirdigi güzelim gecedeydi. Dünya alabildigine toz pembe ve herkesin elinde birer cımbız ve ayna vardı. Hayderi Hecike pazarlık için onun elini sallarken, o bedeninde hala kocasının burma bıyıklarının dolaştıgı hissine kapılıyor ve gıdıklanır gibi oluyordu.
“Ayy… Haydar Bey ne diyorsanız o olsun, sizi mi kıracagım.“ deyip, kilolarca kuru yemişi torbalara doldurdu. Zewe olup, bitene şaşkınlıkla bakarken, O da yapılan pazarlıktan memnun gözüküyordu.
          Haydar ve Zewe "ha babam deyip", ilaç ve kuru yemiş bavullarını sırtladıkları gibi; solugu, kapısını tıklatarak, “soguk yüzlü, kapanmak nedir bilmeyen, el kapısı” Hollanda’da aldılar. Yıllardır içlerini kemiren özlem bir anda dagıliverdi. Hasretligini çektikleri ile uzun uzun kucaklaşıp, gözlerinin içine baktılar. Zaten kısa bir süreligine gelmişlerdi. Bu uzun olmayan zaman birimi de, nasıl olsa  göz açıp kapayıncaya dek geçecekti. Havalar soguk ta olsa, Zewe bindirildigi tekerlekli sandalyede, Heyderi Hecike giydigi kalın paltosu ile delikanlılar gibi dolaşıp, geldikleri ve bu şaşılacak derecede   yabancısı oldukları diyarı gezdiler.
            En güzeli de Amsterdam yakınlarındaki Vollendam adlı, bir balıkçı köyüydü. Burası Zewe’nin çok hoşuna gitti. Çarşıda kuytuluklara yerleştirdikleri heykellere bayıldı. Vollendam’li balıkçı Kadınla resim çektirirken, aklından bulutlar halinde pek çok düşünce gelip, geçti. Onlarca yıl önce, birileri çıkıp:
“Zeynep Hanım sen tekerlekli sandalye ile ve Haydar Bey siz hasta da olsanız, yine de dimdik ayakta, takım elbisenizle, seksen yaşlarında bir delikanlı olarak; gün gelecek ve sizler Hollanda’da bulunan, Vollendam adlı bir balıkçı köyüne gideceksiniz. Bu köyde adını, sanını, dilini, öyküsünü bilmediginiz tipik folklorik giysileri içindeki sarı bukleli bir köylü kadının, bronz heykelinin yanı başına oturup, resim karelerinde çocuklarınız ile buruk da olsa, gülümseyerek yer alacaksınız. " deselerdi, elbette inanmazlardı.
           Zewe düşüncelerini onaylamak gayesi ile oturdugu tekerlekli sandalyede başını salladı.
“ Elbette inanmazdım. Degil kırk yıl boyunca, hani yüz yıllık ömrüm de olsa ve düşünsem aklıma gelmezdi. Yüz yıllık ömür mü dedim. Evet ne yalan söyleyeyim o da fena olmazdı tabi.“
           Zewe ve Heyderi Hecike,  güzel insanlar; bu adını-sanını-öyküsünü bilmedikleri, belki de balıga çıkan kocasını bekleyen Vollendam’li köylü kadının, hemen kıyıcıgına çok eski bir dost gibi oturdular. Heykeli tepeden tırnaga inceleyip, dokundular.
           Amsterdam’a dönme vaktiydi. Bir ara, Zewe cebinden bir şeyin düştügünü fark etti. Tekerlekli sandalyesinden egilip, el yordamı aradı. Cebinden düşeni şeyi buldu ve kocası Heyderi Hecike’ye gösterdi.
“Ben de bir şey düşürdügümü sandım. Megerse cebimde kalan, senin Fatik’in fıstıklarından biriymiş.” der demez, Heyderi Hecike’nin yüzünü belli belirsiz, tatlı bir gülümseme kapladı. Ve bu gülümseme, tek gözü ile de görse, yüregi ile bakmasını çok iyi bilen Zewe’den kaçmadı.

Amsterdam, 31 mart 2013


 

 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..