Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Mart '10

 
Kategori
Siyaset
 

Atalarımızın Geçmişine Dair Bu Denli Kesin Bir Kefillik Neden?

Atalarımızın Geçmişine Dair Bu Denli Kesin Bir Kefillik Neden?
 

Hayatımın önemli bir zaman dilimini geçirmiş olduğum İstanbul’da, oturmuş olduğum semtin gençleri, sıradan, kendi halinde, her biri birer mazlum figür insanlarıydı. Gündelik yaşamlarının en renkli anlarını oluşturan kısmı, kahvehanede geçirdikleri zamanlarıydı ve sistemin dışlanmışları olarak hayatlarını sürdürmeye çalışırlardı. Küfür edebiyatının her türü bu semtlerin gençlerinin dilinde birer hiciv tadına dönüşürdü. Yaşamalarının çoğunu işsiz geçiren bu gençler, öylesine bulabildikleri kimi işlerde zar zor çalışır, mutsuz bir halde oturdukları semtin yolunu tutup, kendilerini kahvenin o is kokulu salonuna bıraktıklarında, kafesinden kurtulmuş saka kuşu misali mutlu olur ve küfür edebiyatı ile birlikte şakırlardı.

Sistemin dışına atılmış olan bu gençler, sistemin dışına atılmış olduklarının dahi farkında değillerdi. Dışlanma ne kelime, tam aksine, bu edilgen gençler kendilerini sistemin, ülkenin ve devletin güvencesi olarak görürlerdi. Garip bir durumdu ama, bu düşünce dünyasında oldukları somut bir gerçekti. Onlar için Avrupa bir düşmandı ve bildikleri yegâne slogan, Avrupa’nın sesimizi duyması gerektiğiydi ve iyi duymalıydı o sesi Avrupa, zira Türkler ayaklarını vurarak geliyorlardı.

Bu gençler öylesine çalışırlardı dedim ya, çünkü iş bulamazlardı ama devletine ve ülkesine bağlılıkta kusur etmeyen bu gençler yarı aç, yarı tok hayatlarını sürdürdükleri bir anda, es kaza devlete ve millete gıyabında bir laf duyduklarında, ortalığı velveleye vermekten beri durmazlardı. Eğerki birisi veya birileri devletlerine, milletlerine ve ecdatlarına laf söylemişse o lafı edenin vay haline olurdu. Lafı edene her türlü eziyeti etmeyi kendilerinde hak olarak görürlerdi. Öyle yağma olmazdı ve kimse bu toprakları kanları ile sulamış olan atalarına tek laf edemezdi. Ecdatları ile övünürler ve ecdatlarının yolundan gitmeyi bir ayrıcalık olarak nitelendirirlerdi. Böyle yetişmişlerdi gençler. Sadece bu gençlerinde böyle yetiştiğini söylemek zor, bütün bir toplum böyle yetişmişti. Kuşaktan kuşağa aktarılan bir kültür halini almıştı devlete ve millete bağlılık edebiyatı. 1991 yılı genel seçimleri öncesinde siyasi liderler televizyonda açık oturumda tartışıyorlardı. Erdal İnönü, “Demokratik açılımları gerçekleştirdiğimiz takdirde Avrupa Birliği bizi kendi içine almaya layık görecektir” minvalinde bir laf söylemişti ve bu laf üzerine, hemen yanı başında oturan Necmettin Erbakan, şöyle bir yanıt vermişti. “Sayın İnönü Bey kardeşimi çok severim amma, biraz önce etmiş olduğu laf ecdadımızın kemiklerini sızlatmıştır. Onlar kim oluyorda bizi layık görüyorlar? Biz onları layık görür veyahut görmeyiz.”

Biz toplum olarak bu şekilde büyümüştük ve kültürümüz buydu bizim. O gençleri yadırgamak pek tabiki haddimizi aşan bir durumdur. O halde lanet olsun böyle bir kültüre demekten öteye söylenecek çok fazla bir lafda göremiyorum doğrusunu isterseniz.

Geçtiğimiz hafta, gecenin yarısını geçtiği saatlerde, televizyonun kumandasına basıp, bir iki zap takılayım istedim. Karşımda “maalesef” ile maruf TTK’nın eski başkanı Yusuf Halaçoğlu Bey, o engin! bilgilerini üniversite öğrencileri ile paylaşıyor. Ermeni Hadisesi üzerine kelamlar ediyor. En nihayetinde, muhteremin kendisi TTK’nın eski başkanıdır ve bu ülkenin remi tarih yazımının merkezi konumundaki yerin eski idarecisidir. Söyleyeceği ve edeceği laflar, malumunuz hali ile maluldur. Lakin bir öğrencinin kalkıp eline geçirmiş olduğu mikrofonda etmiş olduğu laf, işte tamda yukarıdaki gençlerin bahsindeki klasik özelliğine denk düşen türünden bir laftı.

Ne demişti genç üniversite öğrencisi? Hatırlayalım…

“Atalarımızın alınları açıktır ve alınlarında tek bir tane dahi leke yoktur.”

Bu denli iddialıydı bu genç Etmiş olduğu laf ortada bu gencin ve atalarına her koşulda, sorgusuz vede sualsiz sahip çıkmıştı. Nedenine kısaca yukarıda değinmeye çalıştik. Yusuf Halaçoğlu, ağzı kulaklarında gencin ifadelerini dinliyor. Zira kendiside o gencin şekillenmiş olan düşünce harcına bir şeyler katmışlardan. Memnuniyeti yüz hatlarındaki hafif yollu sırıtışından belliydi.

Tabi sormak gerekiyor bu zihniyet dünyasına, “Atalarımızın geçmişine dair bu denli kesin bir kefillik neden?”

Atalarımızın hata yapmayacağına dair kendimizi neden bu kadar inandırmışız ve atalarımıza bu vesile ile kayıtsız vede şartsız sahip çıkıyoruz. Atalarımız hata yapamaz mı? Alınlarına yüz karası bir leke yapıştıramaz mı?

Pek tabiki resmi tarih yazımı bize böyle öğretmişti. Yani, atalarımızın kayıtsız ve şartsız hatasız olduğunu. “Hatasız Kul Olmaz” şarkısı bile iflas bayrağını çekiyordu resmi tarih yazımı karşısında.

Fethe giden Osmanlı orduları, fet etmiş oldukları topraklarda, bir ağacın dalından bir elma koparıp yemişlerse, o ağacın dalına kese ile altın asarlarmış. Bu rivayet dolu söylemi henüz yedinci sınıfı okuduğumuz dönemlerdeki Sosyal Bilgiler dersinde öğrenmiştik. O zamanlar kafam dank etmişti. Hem adamların toprağını işgal ve ilhak edeceksin ve sömürge olarak bağlayacaksın kendine, hemde öyle bir tarih yazımı yapacaksınki, işgal ve ilhakı meşru gösterip, birde ne kadar insancıl ve dürüst olduğumuza dair övgüler dizeceksin. Örtki ölem. Biz bu resmi tarihle büyüdük. Ne zamanki o resmi tarih tedrisatını bir kenara koyup, yapay insancıllık söylemleri insanın zihnini gıdıklayıp, iğreti bir hale dönüştü, işte o zaman resmi olmayan tarihe merak saldıkki, gördüğümüz, bildiğimiz her şey gaz olup uçuverdi. Helal süt emmiş olanların yazdıkları gayri resmi tarih, resmi tarih anlatımlarının suratına şamarı bir bir vurmaya başlamıştı. Bildiklerimizin tam aksine şeyleri öğreniyorduk ve o öğrendiklerimiz, gözlerimizin fal taşı misalinde açılmasına neden oluyordu. Okuduklarımız karşısında şaşkınlık duyuyor ve en nihayetinde gözlerimizi patlatarak ve hayretlerimizi ulu orta yerlere açarak öğrendiklerimizi tekrar ve tekrar okuyorduk.

Bu günlerde o işte sahip çıkmaya çalıştığımız atalarımızın birinci dünya savaşından sonra memleketi nasıl bırakıp kaçtıklarını düşünseler veya bu gençler, ittihatçi çetenin birinci dünya savaşındaki liderlerinin memleketi mahva sürükleyip, nasıl parça pinçik ettiklerini bilseler ve sonrasında memleketi nasıl terk eylediklerini az buçuk okusalar, onlara sahip mi çıkardı, yoksa lanet mi okurdu?

Savaş sonrasını hatırlayın. Enver, Talat, Cemal, Bahaaettin Şakir, Doktor Nazım nasıl kaçmışlardı? Bilen var mı? Bir bakmakta fayda var. Alman denizaltısı Yeniköy’e yanaşır ve muhteremleri gizlice gecenin bir yarısında boğazdan alıp, Karadeniz’e doğru yol alır. Kaçış planları insanın aklını durdurmaktadır. Dileyen o geceyi açıp okusun. Koca bir devleti dünya savaşına sokup, o dünya savaşında darmadağın olmasına neden olanlar, Ermenilere uyguladıkları tehcir, sayelerinde bir silah dahi atmadan Sarıkamış’ta ölen on binlerce şehit ve kaybedileceği kesin olan kanal seferleri ve kanal seferlerinde ölen altmış bin asker. Atalarımızın yaptıkları buydu. Alenen ortada olan gerçekler. Lakin halen vatanperverlik hadisesinde ellerine su dahi dökülmeyecek olan mümtaz şahsiyetler, ittihatçi çetenin yaptıkarını savunmakta ve yetmezmiş gibi, gencecik beyinleri atalarımızın o yüz kızartıcı tarihine sahiplenmeye çağırıyorlar.

 
Toplam blog
: 1509
: 1145
Kayıt tarihi
: 07.08.07
 
 

Yazarım... Okurum... Öğrencilik yıllarımda çok yazdım... Kompozisyon derslerinde yazdım... Duvar ..