Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Temmuz '09

 
Kategori
Siyaset
 

Atatürk'ün ifadeleriyle "Cuntacılar"ın halet-i ruhiyeleri...

Atatürk'ün ifadeleriyle "Cuntacılar"ın halet-i ruhiyeleri...
 

Meşrutiyet inkılabından sonra, o inkılabın meydana gelişinde amil görünen genç kurmay subayların, askerliğin esaslarından başlıcası olan hiyerarşıye riayet etmediklerini ve iktidarı ele alan İttihat ve Terakki ile münasebetleri dolayısıyla devlette yüksek mevkiler alanlara ve zamanın hükümdarlık müessesesinin teşrifatına riayetsizlik gösterdiklerini gören Mahmut Şevket Paşa, bu mahzuru izale, onları da bu süretle tatmin için Enver Bey'i Berlin, Hafız Hakkı Bey'i Viyana, Sultan Mehmet V'in başyaveri olan Selanikli Remzi Bey'i Petersburg, Ali Fethi Bey'i de Paris Büyükelçiliklerine askeri ateşe tayin etmişti.

Bu süretle Harbiye Nazırlığı, Erkanıharbiye Dairesi ve birliklerin başlarındaki yaşlı başlı komutanlar, bu gibi tesirlerden kurtulacaklar, gidenlerin de dünya görgüleri artmış olacaktı.

Fethi Okyar, eski arkadaşını özlemişti; onun için bir yolunu bularak, M. Kemal'in ilk Avrupa seyahatini hazırlamıştı. M. Kemal, bazı vesilelerle bu seyahati, tatlı bir hatıra olarak şöyle anlatmıştı:

"-Bizim Ali Fethi, o zaman Paris Büyükelçiliği askeri ateşesi idi. Bir yolunu bulmuş, benimle, Binbaşı Kemal adında bir arkadaşıma bir Fransa yolculuğu sağlamıştı. Meşrutiyet inkılabımızın ilk ayları idi; bu inkılabı yapmakla cihana ün salmışız. Hele Türk subayı denince, sanıyorduk ki, dünyada bize açılmadık kapı yok... Onun için binbaşı Kemal: Ben bu seyahata üniformamla çıkarım, diye tutturdu. Fakat bunun imkansızlığını ona anlatınca, ikimiz birlikte Stein adlı hazır elbise mağazasına giderek, birer sivil kostüm aldık. Kemal'inki alacalı bulacalı bir kumaştandı; benimki ise nefti fon üzerine kırmızı kareli... Mağazadaki satıcı bunun, klasik bir seyahat elbisesi olduğunu, söylemişti.

Binbaşı Kemal'e "şimdi de birer şapka almalıyız" dedim. O, buna asla yanaşmak istemedi: "Hayır, ben fesle gideceğim" dedi; müteassıptı, diyemem. Şu meşrutiyet şerefine, madem ki üniforması ile gidememişti; hiç olmazsa fesini muhafaza edecekti. Onunla her yerde itibar bulacağından kesinlikle emindi...

Böylece Belgrat'a vardık; en büyük olay orada oldu. Binbaşı Kemal başında fesi olduğu halde, vagonun penceresinden dışarı uzandı, meyve satan bir çocukla bilmem ne almak için pazarlığa girişti. Pazarlık o kadar uzamıştı ki, tren hareket etti. Bunun üzerine satıcı çocuk, gözlerini öfkeli öfkeli Kemal'in fesine dikerek, bir küfür savurdu. Sırp dili ile savrulan bu küfürde anlayabildiğim yalnız şu söz oldu: "Türkos"

Bununla beraber, Avrupa'nın eşiğinden itibaren başından geçen bu olay, yol arkadaşımın fesinin şerefine karşı itimadını bir an sarsmamış, onu Paris'e kadar iftiharla taşımıştı. Lakin Paris'e varınca bu itimadı epeyce sarsılacaktı. Buna sebep de Fethi'nin bizi görür görmez:

"-Bu ne hal, ne kıyafet!" demesi olacaktı. Fethi, yalnız Binbaşı Kemal'in fesini değil, alacalı bulacalı elbisesini değil; benim kırmızı kareli nefti kostümümü de acayip bulmuştu."

Bu ilk seyahatinde "fes" yüzünden izzeti nefis kırıklığına uğrayışını daima kendinden duyardık.

*****

Yukarıdaki metin, Atatürk'ün en yakınındaki gazetecilerden biri olan Naşit Hakkı Uluğ'un "Üç Büyük Devrim" adlı kitabından alınmıştır. Metnin devamında da, Atatürk'ün yine Paris'te, asker kişiliğiyle ilgili yaşadığı utancını ve hayal kırıklıklarını anlatmaktadır.

Metnin giriş kısmında değinildiği gibi, Paris'e gitmeden önce, yani kendi ülkelerinde Atatürk ve Binbaşı Kemal ne kadar da mutluydular ve gururluydular! Sadece ikisi değil, tüm cuntacılar; İnkılap yapmışlar, Meşrutiyet'i ilan etmişler, padişahı değiştirmişlerdi! Onların psikolojik hayatlarında, bütün dünya, işini gücünü bırakmış onların kahramanlıklarını konuşuyormuş! Bu psikolojiyle gözleri hiç bir şey görmüyordu; ne komutan, ne paşa! Padişahı tanımamışlardı, onlar da kimmiş ki!!!

Burada Atatürk'ün farkı hemen anlaşılıyor; her ne kadar bu psikoloji, bir insan olarak, onun da gururunu okşuyorsa da, o, hayal dünyasına saplanıp kalmıyor, gerçeklerle yüzleşmesini biliyordu. Atatük'ü Atatürk yapan da zaten bu özelliği olacaktı.

Diğerleri için tehlikeli bir patalojik durum söz konusudur. Çünkü bu kişiler ellerinde legal silah bulundurmaktadırlar. Nitekim onların sarayda ve orduda bir sürü problem çıkarmakla kalmadıkları, Balkan Savaşları'ndaki yenilgilerden sonra, I. Dünya Savaşına da balıklama atlayarak ülkeyi maceradan maceraya sürükledikleri ve Osmanlı'nın sonunu da getirdikleri tarihen ispatlanmıştır.

Bu anlattıklarınız geçmişte kaldı, onlar Osmanlı dönemiyle ilgiliydi, diye düşünebilirsiniz... Maalesef durum hiç de öyle değildir. Sonraki dönem cuntalarını da analiz ettğimizde şaşırtıcı derecede birbirleriyle benzerlik arzettiğini görebilirsiniz. 27 Mayıs bunun en bariz örneğidir. Genç subayların her biri bir Atatürk edasındadırlar. Bıraksalar, yüzerek Yassıada'ya geçecekler ve orada yargılanan tüm DP'lileri kurşuna dizeceklerdir. Onları durdurmak için, önemli görevler de dahil olmak üzere, bir çok tavizler verilmiş, hatta onlar için evrensel hukuk ilkelerine aykırılığı bile bile kanun da çıkarılmıştır. "Genç subayları durduramıyoruz" sözü en üstteki komutana kadar herkesin söylediği moda sözcük haline gelmiştir!

Emekli Koramiral Atilla Kıyat, Mehmet Ali Birand'la söyleşisinde: "Darbeler en çok TSK'ya zarar vermiştir. 27 Mayıs'ın izleri yıllarca silinememiştir" dedi. Atilla Kıyat ordudan geldiği için orduduki tahribatı söylüyor, en az ordu kadar ülke ekonomisine ve sivil siyasete de zarar verdiği inkar edilemez.

9 mart 1971'de bir komünist darbe planlayan cuntalaşmış genç subaylar, 12 Mart cuntacıları tarafından etkisizleştirilerek ordudan uzaklaştırılmışlardı. 12 Martçıların efsane komutanı Org. Faruk Gürler, çantada keklik gibi gördüğü cumhurbaşkanlığı için Genelkurmay başkanlığından istifa etmişti ama evdeki hesap çarşıya uymamıştı da öylece ortada kalıvermişti!

12 Eylül emir-komuta zinciri içerisinde gerçekleştirilen bir hareketti. Evren'in, her şeyin en doğrusunu bilen bir Atatürk edasıyla, toplumu yeniden dizayn etmeye kalkıştığı ve bugün bile hala zararlarını gördüğümüz bir sürü yanlışlar yaptığı ortadadır.

28 Şubat'ın gündemdeki komutanları ne kadar da popüler olmuşlardı. Bu dönemde emekli subayların, belki de bir sus payı olarak, KİT'lerde yönetim kurulu üyeliklerine atandıklarını görüyoruz.

Bütün cuntacıların ortak ve bariz özellikleri heyecanlı oluşları ve hamasi duygular taşımalarıdır. Sadece onların bildikleri en doğrudur. Onların hayali dünyalarıyla çelişen her şey onlar için açık bir düşmandır. Bu, bazen Avrupa olur, bazen Amerika olur, bazen Rusya olur ve bazen de kendi vatandaşları olur! İdeolojik olarak söylemek gerekirse, düşman ya emperyalisttir, ya komünisttir, ya da hain vatandaştır. Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur, noktasına gelinir ama burada da bir bakarsınız vatandaşların çoğu hain damgasını yemişlerdir. Onlara göre ülke sorunlarının çözümü bellidir ve de basittir ama gerçekte ülke yönetiminden de, siyasetten de, ekonomiden de bihaberdirler!

Cuntacıların davranış biçimlerinin birbirlerine benzemesi gibi cuntanın oluşma şartları da yine birbirine benzerlik arzetmektedir. Bunun için üçlü sac ayağı gerekmektedir; birincisi: Ülkenin geri kalmışlığı ve bunun oluşturduğu aşağılık kompleksi, ikincisi: Bu aşağılık duygusuna karşı bir savunma mekanizması olarak, şanlı tarihe dayalı kahramanlık duygusu, üçüncüsü: Dışarıda, aynı duyguları taşıyan, aynı ideolojiyi savunan bir siyasi yapılanma ve bir grup basından oluşan sivil oluşum.

Yeri gelmişken hemen belirtmeliyim ki, üçüncü ayak olmadan bir cuntanın değil başarılı olması, harekete geçmesi bile mümkün değildir. Nitekim Atilla Kıyat da, yukarıda bahsettiğimiz söyleşide "rütbeniz büyüdükçe, paşam daha ne bekliyorsunuz, diye kapınızı çalan o kadar çok olur ki" diyerek bu gerçeği açık açık dile getirmiştir. 27 Mayısçıların "biz Akis okuyarak bu harekete başladık" beyanları ve İnönü ile diyalogları, Hasan Cemal'in 12 Mart dönemiyle ilgili yazdıkları bunu ispatlamaktadır. Günümüzdeki Ergenekon'un medya ayağıyla ilgili, sadece Cumhuriyet Gazetesi'nin kampanyalarını hatırlatmakla yetiniyor, siyaset ayağını da sizlerin takdirlerine bırakıyorum.

Cuntacıların amaçları, ülkeyi yeniden layık olduğu yere çıkarmak gibi asil ve yüce duygular olsa da, bu, gerçekte ülkeyi, sonunun ne olacağı belli olmayan bir maceraya sürüklemekten başka bir şey değildir. Çünkü;

1- Ülke soğukkanlılıkla ve tecrübeyle yönetilir. Aşırı güven, heyecen ve hamasetin sonu fiyaskodur. Ülke yönetimi bir poker oyunu değildir; asla rest çekemezsiniz, ya rakibin eli daha iyiyse!!!

2- Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, cunta ruhu aşağılık kompleksinden kaynaklanan patalojik bir durumdur. Hastalıklı bir omurgadan sağlıklı bir hareket beklenemez.

3- Cunta ruhu sadece kendi doğrularını kabul eder. Ya askerin içinde başka doğrular da varsa! Bu, ülkeyi bir iç savaşa sürüklemez mi? Nitekim 27 Mayıs sonrası süreçte Hava Kuvvetleri, Kara Harp Okulu'nu bombalamaya kalkışmıştır. Ve yine 1971'de 9 martçılara karşı 12 Martçılar ortaya çıkmıştır! Tüm cunta olayları ile ilgili, kamuoyunun bilmediği, kimbilir daha ne olaylar yaşanmıştır...

4- Tüm hayatlarını kışla içerisinde geçiren kişilerin ülke gerçeklerini derinlemesine bilmeleri, siyasetten ve ekonomiden anlamaları fiilen mümkün olmadığı gibi zaten görevleri de değildir. Nitekim İttihat ve Terakki'ciler Osmanlı'yı batırmışlardır. 27 Mayıs sabahı ülke yönetimini bir anda sırtlarında bulan 27 Mayısçılar da sudan çıkmış balığa dönmüşler ve hemen soluğu İsmet İnönü'de almışlardır ve ona "biz görevimizi yaptık şimdi görev sırası sizde" diyerek ondan yardım istemişlerdir. 12 Eylülcülerin, devirdikleri hükümetin başbakanını Zincirbozan'a gönderirken, ülke ekonomisini onun müsteşarı Turgut Özal'a teslim etmeleri çok ilginçti. Ve yine 28 Şubat'ın çok önemli bir komutanının emekli olduktan sonra, borç stokuyla ilgili "Merkez Bankası'nı sabaha kadar çalıştırırsın, ortada borç falan kalmaz" diye beyanatta bulunması, askerin ülke yönetiminde ne kadar bilgisiz olduğunun bir diğer kanıtıdır.

Cunta hareketlerinin ülkeye zarar verdiği ve ülkeyi geriye götürdüğü, bugün için neredeyse ittifakla kabul edilmektedir. Ve yine ittifakla ileri sürülen bir görüş vardır ki, o da, artık darbeler döneminin kapandığıdır. Gerçekten öylemidir, acaba? Tabii ki klasik anlamda bir darbenin gerçekleştirilmesi, konjonktürel olarak, neredeyse imkansızdır. Ama 28 Şubat'ın "post modern" müdahalesi ve Ergenekon davasının konusunu oluşturan son eylemler, hala askerin gölgesinin demokrasinin üzerinde olduğunu kanıtlamıyor mu?

Ne yazık ki, Atatürk'ün de şaşkınlıkla izlediği İttihat ve Terakki ya da Binbaşı Kemal ruhu hala yaşıyor...
 
Toplam blog
: 337
: 4184
Kayıt tarihi
: 03.08.07
 
 

Hukukçuyum... Hukukun üstünlüğünün ve hukukçunun saygınlığının ülkemde gelişmesini ve kalıcı olma..