Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Mayıs '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Atlas, ışık ve deniz

Atlas, ışık ve deniz
 

Kadıköy’de gün batıyor... Güneş karanlığa yenilip gitmenin acısıyla daha da bir kırmızılaşmış sanki kızıl ışığı gitgide büyüyor. Derken güneş kendisi de yanıyor kızıl sıcaklığından, ısısının ve kırmızılığının bir kısmını denize döküyor. Denizin üzerinde kızıla çalan bir yol oluyor ışık ve karşı kıyıya bir köprü gibi uzanıyor. Işıktan köprü öyle güzel ki, insanın adımını atıp yürüyesi geliyor. Sanki atlayıversem denize dibe doğru batmayacakmışım, ayaklarımı ışıktan köprüye basıp basıp yürüyüverecekmişim gibi hissediyorum bir an.

Yaşadığım anın kabuğunu kırıp atlıyorum ışıklı yolun taşlarına. O taşlara güvenle basıp denizin kokusunu içime çeke çeke yürüyorum. Ellerimde yaşadığımız iklimin kara taşları var. Onları denize atıp kurtulmak istiyorum ama denizi de kirletmekten korkuyorum hayatın kokuşmuş taşlarıyla. O taşların içinde nefret, hoşgörüsüzlük, sevgisizlik, tahammülsüzlük, saygısızlık ve duyarlı bir insanın ruhuna işkence edecek bilumum kötülük var. Taşları avucumun içinde sıkıyorum. Onları atıp denizi de kirletmek istemiyorum. Etrafımdaki güzelliklere dalıp ellerimde ve yüreğimde gittikçe büyüyen kara taşların varlığını unutmak istiyorum ama o kadar ağırlar ki unutamıyorum bir türlü.

Aklıma dünyayı sırtında taşımaya mahkûm edilmiş Atlas’ın öyküsü geliyor. O an bende bir Atlas oluyorum. Eski Yunan Tanrılarının Titan soyundan dev Atlas’ın tüm dünyayı sonsuza dek sırtında taşımaya mahkum olduğunu bilerek yaşamak zorunda oluşunun acısı içimi burkuyor. Atlas, Eski Yunanlıların zihinlerinde yarattıkları bir Tanrıydı, ama Eskiçağ’ın tüm kadim Tanrıları ve kahramanları gibi o da yaşamın içinden alıyordu varlığını. Eski Yunanlılar daha o zamandan bazı insanların sonsuzluk kadar ağır yükleri hayatları boyunca sırtlarında taşımaya yazgılı olduğunu biliyorlardı ve onun için Atlas’ı yarattılar zengin düş dünyalarında. Atlas, yaşadığı iklimin kara taşlarının ağırlığını avuçlarında hisseden ve o taşları hayatlarının içinden uzaklaştırmanın düşünü kuran tüm insanların çaresizliğinin ve acısının bir simgesi oldu.

Atlas’ın terden sırılsıklam olmuş uzun saçlarını ve ağırlıktan kırışmış yüzünü zihnimde canlandırıyordum ve Atlas efsanesinin sonunu yazmaya koyuluyorum: Kimbilir belki birgün Tanrılar Tanrısı Zeus’un ölümlü bir kadından doğan kahraman oğlu Herakles yani nam-ı değer Herkül, acıyıp zavallı Atlas’ın haline koca bir dağı alıp sürükler Atlas’ın ayaklarının dibine ve alıp dünyayı çileli Tanrı Atlas’ın sırtından, yerleştirir acı çekmek, yorulmak nedir bilmeyen ulu dağın üzerine. Böylece hayatını büyük ağırlıkların ezici gücü altında geçirmiş olan kadim Tanrı Atlas, kavuşur rahata ve yürüyüp gider denizi boydan boya kateden ışıklı yolun üstünde.

Ben Atlas efsanesinin sonunu zihnimde tamamlarken, koyu yeşil bir yosun kümesi uzatıyor ışıklı yolun altından kola benzeyen bedenini ve alıyor içinde yaşadığımız karanlık iklimin kokuşmuş kara taşlarını elimden, kurtarıyor beni. Sonra ılık bir rüzgar esiyor ve kehanet Tanrısı Apollon’un korusunda rüzgarın sesiyle konuşan ağaçlar gibi konuşuyor yosun kümesi benimle: “Yaşadığın dünyanın kara taşları çok ağır, bırakta bir müddet ben taşıyayım taşları senin için”. Konuşan yosun kümesine duyduğum minnet duygusuyla karanlık iklimimizden ve Atlas efsanesinden kurtarıp zihnimi, yürüyorum denizi boydan boya kateden kızıl ve ışıklı yolun üstünde. Denizin kokusunu kara taşların ağırlığını hissetmeden doyasıya içime çekmenin mutluluğunu yaşıyorum.

Blog Resim: Atlas ve Prometheus'un resmedildiği Kylix formundaki siyah figürlü Yunan vazosu.


 
Toplam blog
: 130
: 5076
Kayıt tarihi
: 08.08.06
 
 

Ege Üniversitesi Protohistorya ve Önasya Arkeolojisi bölümü mezunuyum. Şu anda Marmara Üniversitesi ..