Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Kuşkayası (Turgut Erbek)

http://blog.milliyet.com.tr/kuskayasi

30 Haziran '07

 
Kategori
Anılar
 

Ay ışığında ağladım (6)

Ay ışığında ağladım (6)
 

Eve girene kadar annem bileğimi bırakmadı. Parmaklarının yeri mosmor olmuştu. Kendi kendine söylenerek başımı sıcak su ve sabunla yıkamaya koyuldu. “Başım ağrıyor, yaram acıyor, ” diyemedim. Sesimi çıkarmıyordum. Gözlerimden süzülen yaşları engellemediğim için sabunlu suya karışıp gitti... Yaranın üstüne temiz bir bez koyduktan sonra eşarpla sıkıca bağladı. Üzerimdeki giysileri değiştirten sonra sekiye çıkıp uzandım.

Annem hem iş yapıyor, hem de Sadi’nin beni kasten vurduğunu yineleyip duruyordu. Ondan çalışkan olduğum, ondan iyi resim yaptığım için beni kıskanıyormuş... Gerçeği yansıtmayan sözlerin çoğuna gülüyordum. Ben kıskanılacak herhangi bir başarı elde etmemiştim. Sıradan bir öğrenciydim. İşin ilginç tarafı, kendine göre sıraladığı nedenlerden hiç birinin benim yaralanmamla ilgisi yoktu. Çocuktuk ve her zaman birbirimize yaptığımız kötü şakalardan birini yapmıştık. Ve ne ilkti, ne de son olacaktı. İyileşip dışarı çıktığım an yine birlikte oyunlar oynayacak, birbirimizi incitecektik. Ama annem öyle şeyler söylüyordu ki, onu duyan da arada adam öldüğünü, kan davası olduğunu sanabilirdi. Yatağına sığmayan bir dere gibi kabarıp coşuyordu. Bunu o çocuğun yanına bırakmayacağını, bir gün mutlaka kulaklarını çekip dibinden koparacağını falan söyledi. Daha neler neler... Sesimi çıkarmadan ve de gülümsediğimi belli etmeden hepsini dinledim. El hareketlerini, mimiklerini izliyordum. Esmer yüzü sinirden geriliyor, gözlerindeki öfke konuşmasına yansıyordu. Konuştukça açıldı, açıldıkça coştu...

Babam hiçbir şey olmamış gibi sırtını direğe dayamış sessizce oturuyordu. Konuşmaya, annemin arada bir yönelttiği sorulara yanıt vermeye niyeti yok gibiydi. Onu iyi tanıdığım için sessiz kalmasına şaşırmadım. Her şeye olumlu yönünden bakma huyuyla olayı çocukluğumuza bağlıyor, sıradan bir kaza gibi görüyordu. Doğruydu da. Çünkü bilerek yapılmış bir hareket değildi. Kimse de aksini iddia edemezdi. Sobadan yayılan sıcaklıkla vücudum gevşemeye, gözlerim kapanmaya başladı. Korkunun ve kan kaybının verdiği bitkinlikle oracıkta uyumuşum.

Uyandığımda evin komşularla doldurulmuş olduğunu gördüm. Erkekli, kadınlı dizilmişlerdi sekilere. Başımın bir kaza sonucu kırıldığını unutup olayı körüklemek, babamı arkadaşımın ailesiyle kavga ettirmek için uğraşıyorlardı sanki. Kıpırdayıp uyandığımı belli etmeden konuşulanları hayretle dinliyordum. Başımın ağrıyan yerine elimi uzantınca uyandığımı anladılar.

Annemin ağzı yine boş durmadı. Hem akrabalara çay ikram etti, hem de makineli tüfek gibi sayıp döktü. Söylediklerini onaylıyorlar mı diye, ara sıra misafirlerinin yüzlerine bakmayı da ihmal etmiyordu. Birileri ona destek olunca da tutabilene aşkolsun. Sel suyu karışmış dere gibi köpürüyor, hızına alamayınca sesini iyice yükseltiyordu. Sanki Sadi’nin annesi ve babası karşısındaymış gibi arada bir parmak sallamasına da gülmüyor değildim. Güldüğümü görse canıma okuyacaktı...

Gürültüden ve sigara dumanından başımın ağrısı iyice arttı. İçmeyin, başım ağrıyor diyemedim. Ev doldukça doldu... Önce gelenler, sonradan gelenlere yer gösterdiler. Minderler dizildi, çaylar tazelendi, sohbetleri koyulaştı... Birçoğu, geçmiş olsun bahanesiyle akşam yemek saatini seçmişti. Anlamlı bakışlardan, imalı konuşmalardan bıkkınlık geldi. Canımı sıktıklarının, annemin damarına bastıklarının farkında değillermiş gibi konuşmalarını keyiflerince sürdürdüler. Hepsinin rahatı yerindeydi. Hiç birinin yerlerinden kıpırdamaya, kalkıp evine gitmeye niyeti yoktu. Bazıları kuluçkaya yatan tavuğun yumurtalarını karıştırması gibi kıpırdanıp, tekrar yayılıyordu. Yapışıp kaldılar oturdukları minderlere. Biraz sonra gelecek olan yemek varken ve sohbet edecekleri bir ortam bulmuşken, kalkıp gitmek kimsenin işine gelmiyordu. Uzun kış gecelerinde tam aradıkları bir ortam bulmuşlardı.

Tezek sobası gürültüyle yanıyordu. Boruların sobaya bağlantısını sağlayan diksek nar gibi kızarmıştı. Dışarıdaki keskin ayaz, içerindeki ısıyı bacadan çekip göğe yayma uğraşındaydı. Üzerine tekrar soğuk su ilave edilen sobanın üstündeki çaydanlık, uğultulu sesler çıkarıyordu. Gaz lâmbasının kör ışında, badanalı duvara yansıyan ve birbirine karışan gölgeleri izledim...

Misafirlerin gitmesini bekleyemeyen kardeşlerim, yemek telaşına düştüler. Annemin azarlamaları fayda etmeyince, sofra kurulmaya başlandı... Onca insana yemek mi dayanır. Tabaklar ağzına kadar dolup dolup boşaldı. Silip süpürdüler, yalayıp yuttular. Kendimize göre yapılan yemekten doymayan, tel peynirle ekmeğe saldırdı. Midelerini tıka-basa dolduranlar, gerinip geriye yaslandılar. Gözler yemek sonrası gelecek olan çaya dikildi...

Resim. www.imrenler.com/foto_album/foto_list.asp?list_type=2

 
Toplam blog
: 72
: 1492
Kayıt tarihi
: 23.07.06
 
 

Edebiyata ortaokul yıllarında şiirle merhaba dedim. O yıllarda şiirlerim ve yazılarım yöresel gezete..