Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Ekim '14

 
Kategori
Sosyoloji
 

Aydın olmak, insan olmak!

Aydın olmak, insan olmak!
 

siz mürekkep yalamışlar                                                                                                                                                           hayranım yeteneğinize sizin                                                                                                                                         ne güzel öğrenmişsiniz yalamayı!          

yalnızca yalamayı değil                                                                                                                                                             zalimlere kul olup                                                                                                                                                             kul olmayanları kalaylamayı…

siz mürekkep yalamışlar                                                                                                                                                           siz yumuşak koltukları kapanlar                                                                                                                                      kim ne derse desin hiç ırgalamaz beni                                                                                                                    

hayranım yeteneğinize sizin!                                                  

( H. E. )

                                                                                                             

                                                                                                                                                               

 

                Biliyorsunuz, İsmail Beşikçi adıyla ünlü bir “aydın”ımız var bizim.

                “- Aa, sahiden, bir zamanlar duymuştum bu ismi ben, ama kimdi?”  mi dediniz.

                Yok canım, unutmuş olamazsınız; ama ben yine de hatırlatayım:

                “Kendi devletine ve egemenlere karşı hakikati söyleyen, tabuları yıkan, yasak konulara değinen, yalanları deşifre eden; ezilen, horlanan ve dışlananların yanında, onların sesi olan, gösterdiği bu cesaret ve ahlâk nedeniyle de çeşitli bedeller ödemeyi göze alan bir kişi…”  (*)

                Biraz hatırlar gibi oldunuz ama yetmedi değil mi, bu kadar ipucu?

                Haklısınız!

                 Yahu kardeşim, bu İsmail Beşikçi denen adam da sık sık televizyonlara çıkmıyor; tartışma programlarında kavga çıkarıp küfretmiyor, dahası karşısındakinin suratına bir yumruk patlatmıyor ki, “Tamam işte, o adam!..” diye kolayca anlatıvereyim; ben size O’nu.

                Ya da, “Boğaz’da gördüğünüz o muhteşem yalının sahibi…” de diyemiyorum; ne yazık ki!

                Benim bu cümlem de laf mı yani! “Kendi devletine ve egemenlere karşı hakikati söyleyen, tabuları yıkan, yasak konulara değinen, yalanları deşifre eden…” Dahası, “Ezilen, horlanan ve dışlananların yanında, onların sesi olan…” bir insanın Boğaz’da nasıl yalısı olabilir ki?

                Böyle bir “akılsız, vatan haini,  millet düşmanı, solcu, komünist…” ve dahi aklınıza gelen ve gelmeyen bütün kötü sıfatlara müstahak böyle bir adamın yeri, yalılar ve köşkler değil, hapishane olabilir ancak! Değil mi ya?

                Nitekim, benim gibi düşünen savcılarımız ve yargıçlarımız da “Türk milleti adına verdikleri kararlarla” benden ve sizden farklı bir insan olan İsmail Beşikçi’yi “lâyık olduğu yere”,  yani hapishaneye göndermişlerdir; haklı olarak!

                Ne yani, “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine / Bu hasret bizim!” diyen Nâzım Hikmet’ten esirgemediğimiz “hapishane” ya da “zindan” da denen, herkese nasip olmayan o “müstesna villayı” İsmail Beşikçi’den esirgeyecek değildik ya!

                Gerçekten de çalıştığı üniversiteden kovulan bu bilim adamını, devlet hazinesini zarara uğrattığı için değil, rüşvet aldığı, haksız kazanç sağladığı için değil, kurduğu çeteyle kimi insanları tuzağa düşürüp korkutarak onlardan milyonlar sızdırdığı için de değil, yalnızca ve yalnızca gerçekleri söyleyip yazdığı için 17 yıldan fazla “zindan”da yaşatmışız ki, alnının teriyle hak etmiştir bunu doğrusu!

                Yalnız… “Tabuları yıkan, yasak konulara değinen, yalanları deşifre eden…” bir adam için “17 yıl zindan” biraz az gibi geldi bana!

                Aman, düşündüğüm şeye bakın… Koskoca savcılardan, hâkimlerden daha iyi mi bileceğim ben bunu? Önlerinde kanunlar var. Mutlaka “kara kaplı kitap”a uygundur her şey!

                Sonra efendim, hani; “Atın şu adama 100 sopa!” diyen “kadı”ya, “Ya bu adam sayı saymasını bilmiyor, ya da hiç sopa yememiş ömründe.” demiş ya cezaya çarptırılan; onun gibi biri çıksa da şimdi;

                “- Be adam!.. Ya sen 17 yılın kaç ay, kaç hafta, kaç gün olduğunu bilmiyorsun; ya da hapiste yatmamışsın hiç!” dese, haksız mı?

                Gerçekten de hapiste yatmadım ben.

                Bir itirafta bulunarak, en büyük ayıbımı söylemiş oluyorum, böylece.

                Geri kalmış ya da gelişmekte olan ülkelerde, hapse girmemiş bir insana “aydın” demek mümkün değildir; çünkü.  Dolayısıyla ben, “aydın”lar arasında yer alamıyorum; maalesef!

                Bu demek oluyor ki, bugüne kadar yazıp söylediklerimle egemenlerin, yani “güçlüler”in arı kovanlarına çomak sokmamışım hiç.

                Ya da devletin ve derin devletin bana ezberlettiklerinin dışına çıkmamışım. “Tabu” saydıklarına asla dokunmamışım. Yasaklarını delmeye kalkmamışım.

                Hele hele “gerçek” diye bellettiği yalanların gerçek olmadığını kanıtlamak gibi bir “hainlik” yapmamışım.

                Pek de farkında olmadan, bilinçsizce, “tabu” sayılan bir konuya dokunmuştum da 1960’lı yılların ortasında, Ankara’dan Kars’a (Sovyetler Birliği sınırındaki Arpaçay’a) şutlanıvermiştim.

                Büyüklerim, uğradığım bu “zulüm” üzerine, çok güzel öğütler vermişlerdi:

                “- Etliye sütlüye karışmayacaksın. Ne derlerse, ‘Emredersiniz efendim, baş üstüneefendim’diyeceksin. Böyle gelmiş, böyle gider; bu düzeni sen mi değiştireceksin? Bir düşün hele: Etin ne, budun ne? Ateş olsan, cürmün kadar yer yakarsın. Aksine hareket edersen; haksızlık yapanlara, zulmedenlere, devlet gücünü elinde bulunduranlara değil, kendine zarar vermiş olursun yalnızca.”

                “- Aklını başına al gayrı. Sana ne elin beş keçisi, üç oğlağından? Sen kendi keçine sahip olmaya bak. Yine dua et ki, meslekten atmamışlar seni! İyi ki, bekârsın da bavulunu alıp gideceksin Kars’a. Ya evli olsaydın; bir de onu düşün. Ya mesleğini alsalardı elinden, o zaman ne yapardın?”

                “- Bak kardeşim; gençsin, heyecanlısın. Bunu anlıyorum; ama devletle zıt gidilmez. Hele hele devletin başındakilerle, devleti yöneten iktidar sahipleriyle, asla!.. ‘Keskin sirke küpüne zarar’demiş atalarımız; boşuna mı söylemişler? Sen sen ol; şefine, müdürüne, müfettişine karşı gelme.”

                “- Sen bir köylü çocuğusun. Hükümette dayın da yok; arkanı dayayacağın yüksek yerlerde oturan bir bey, bir paşa da… ‘Sen garip bir çingenesin, gümüş zurna nene gerek?’ demiş eskiler. Bunu unutma sakın!”

                “- Bak, kendin söylüyorsun; şimdi bile, dost bildiğin meslektaşların, canciğer arkadaşların bile selam vermekten kaçınır olmuşlar sana. Ya meslekten ihraç etselerdi!.. O zaman, yüzüne bakan olmazdı senin. İyi gün dostudur; insanların çoğu. ‘Bir musibet,bin nasihatten hayırlıdır’derler ya, bu ‘sürgün’de inşallah ders olur sana!”

                Sağ olsunlar, büyüklerim böyle güzel güzel öğütler verdiler de, aklım başıma geldi biraz!

                Yoksa, “İlle de aydın olacağım; ille de yalanları deşifre edeceğim!” diye kuru bir sevdaya kapılıp hapislerde çürüyüp gidecektim; nerdeyse!

                Yazık ki, İsmail Beşikçi’nin böyle güzel öğütler veren büyükleri yokmuş herhalde.

                “Vardı; vardı mutlaka. O da bu tür öğütleri çok duymuştur da, bir kulağından girip öbür kulağından çıkıp gitmiştir.” mi diyorsunuz?

                Öğüt dinlemeyenin hâli budur işte arkadaş! Mülkiye’deki sınıf arkadaşlarından sözgelişi Muammer Güler, Kutlu Aktaş, Oya Akgönenç, Gündüz Aktan, Sönmez Köksal ve Yalım Eralp devletin en önemli makamlarında otururken, senin mekânın hapishaneler olur.

                Sanırım, “Kendim ettim, kendim buldum/ Gül gibi sararıp soldum/ Ey vah, ey vah!.. Ey vah,     ey vah!..” türküsünü en güzel söyleyip yorumlayanlardan biri de İsmail Beşikçi’dir!

                Var mı itirazı olan?

Hüseyin ERKAN

 

-------------------------------------------------------------------------------

(*) İSMAİL BEŞİKÇİ, Barış Ünlü – Ozan Değer, İletişim Yayınları, 2. Baskı 2011, İstanbul.

 NOT: Ben yeterince anlatamadım; size Beşikçi’yi. Siz en iyisi, O’na “Armağan” olarak hazırlanmış, içinde 49 ünlünün yazısı bulunan 590 sayfalık bu kitabı bulup okuyun. Çok şey öğreneceksiniz.

 

 

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..