Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Ocak '07

 
Kategori
Eğitim
 

Aykız

Aykız
 

Sorunlar, dertler, zorluklar söz konusu olduğunda; insanın dayanabileceği dertlerin ve zorlukların sınırı, sanıldığının aksine hiç de az değildir. Sorunlarla birebir olarak boğuşulduğunda, her ne kadar zaman zaman yalnızlık duygusu zorlasa da, başkalarına zarar vermeden derdinizin ceremesini sırtlanışınız, insanı daha dayanıklı kılabilir. Çekilen acının boyutu ne kadar fazla olursa olsun sevdiklerinizi koruyor ve onları üzmüyor oluşunuzla çektiğiniz acıya karşı direnciniz artabilir.

Ama sorun, dert, yokluk ve zorluğun, sizi değil de sevdiklerinizi vuruyor oluşu, sanırım insanı en kahreden durumdur. Üstüne bir de elinizden bir şey gelmiyor ve sadece boynu bükük izlemek zorunda kalıyor iseniz, o an işinizin bittiği andır desem yeridir. Sevdiklerinizde şahit olduğunuz acı dolu bir ses, hareket ve mimikleri görmek ise kocaman bir çaresizlik duygusu ile yüreğinizi adeta çelik bir mengene gibi sıkar, sıkar, sıkar.

Uzunca bir süre böyle bir durumda kalmak kişiye onulmaz yaralar açar. İnsanda derin izler bırakır. Öyle ya da böyle, yakın ya da uzak bir süreç de bunun faturası ile mutlaka yüzleşmek zorunda kalırsınız.

İnsanın düşmanının dahi başına gelmesini dilemediği böylesi durumlar, bazen bizim, bazen dost ve sevdiklerimizin maalesef ki başına gelebiliyor. Yüklenilen sorunun faturası olarak, doğacak hasarın boyutunun insanın kişilik özelliklerine göre de değişebileceğini belirtmekte yarar var.

"Parayı sevmiyorum, paradan nefret ediyorum". İşte bu girişin nedeni bugünlerde sık sık dilime takılıp adeta pelesenk olan bu cümledir. Basında, görsel medyada, filmlerde bolca karşılaştığımız bu cümlelerin yakıcı - yıkıcı etkisini başınıza geldiğinde hissetmemek mümkün değil inanın. Bu cümleyi bir öğrencimin yazdıklarında ilk okuduğumda ne hissettiysem, bugünler de benim için çook özel bir insanın kökeni aynı dertleri karşısında boynu bükük bir çaresizlik hisleri ile tekrarlayıp duruyor olsam da; bugün bu cümleyi ilk okuyuşumun öyküsünü yazmakla yetineyim dilerseniz.

Dal gibi ince ve uzun boyu, koca koca bakan ürkek gözleri ile hemence dikkatinizi çekiverirdi. Çekine çekine kaldırsa da, parmağını her derste görürdünüz. Ablası baba şerrinden cahilliğe mahkûm edilmiş, mesleğe yeni başlayan bir öğretmen için, fakir ama her zorluğa inat çalışkan kız çocukların taşıdığı anlam ve değerin tarifi zordur. Onun için kısaca adı Aykız olup garip alihocasının can kızıydı O, deyip öyküsüne geçelim.

Hazine arazisine bir gecede kondurulan iki göz odaya kira verirlerdi üstelik. Fakir ama gururlu ve dik duruşlu bir anacığı vardı. Çilekeş kadının zengin evlerine haftada iki üç kez temizliğe giderek kazandığı üç beş kuruşla geçinirlerdi. Eh, baba denirse eğer o da vardı. Vardı da anadan zor yolu ile aldığı paraları içki ve kumarda kaybetmekti o günlerdeki en baş görevi. Eksik olaydı demeyin lütfen! Günü gelince öylesi bile özlenir ve öyle değerlenir ki şaşar kalırsınız.

Mesleğin ilk yıllarında ki ceberutluğumdan rahatça dertlerini anlatamazlar diye ara sıra yaşam öykülerini yazdırırdım. Kimisi katıksız bir dobralıkla yazar, takır takır sayar, dökerdi. Kızıp küsenlerin rahatça eleştiri yapabilmeleri, dertlerinden utanıp sıkılanlar içinde isim ya da numara koymadan yazmayı serbest bırakırdım. İşin yoğunluğu azalan akşamlarda oturur bunları bir güzel incelemeye alır, yazılı kâğıtlardan yazılarını tespit edebildiklerimle çaktırmadan ilgilenmeye başlardım.

Evde yemeği bir gün önceden yaptığım günlerin akşamı eve gelmek keyifliydi Allah için. Yine böyle bir akşam, bulgur bulamaç ne varsa atıştırıp, yamacıma yerleştirdiğim çaydan aldığım yudumlar eşliğinde yazdıklarını okurken, onu daha çok tanıma fırsatı bulabilmiştim. Hiç unutmam. Kâğıt biraz buruşuk ve nemliydi. Bu nemin, yazarken akan gözyaşlarının eseri olduğunu okudukça anlamamak mümkün değildi. Üzerine kapaklanıp saklı gizli yazıldığını ise kâğıdın buruşukluğundan çıkarabilirdiniz.

Yazdıkları ‘Parayı hiç sevmiyorum. Paradan nefret ediyorum, öğretmenim.’ satırları ile başlıyordu. Babasının sarhoş geldiği bir gece yarısı, sakladığı paralar için anasına zulüm ederken ne yazılırsa sıralamıştı peş peşe. Kışın soğuğunda odun kömürsüzlükten, yetersiz kazançla yiyecek, içecek, giyecek sıkıntısına, anacığının çektiklerinden sık sık hastalanışına varıncaya kadar zibil gibi dert saymış dökmüş garibim.

Yaşadığı her şeye ama her şeye rağmen okul birincisiydi desem inanın lütfen. Dört kardeşin yediği, içtiği, televizyon seyrettiği, yattığı odada da ders çalışmak ne kadar zor olur, değil mi? Aykız’ım ise akşam eve gelir gelmez kulağına bir şeyler tıkayıp uyumayı başararak ve herkes uyuduktan sonra kalkıp gecenin sessizliğinde sabaha kadar çalışarak bu zorluğu çoktan aşmış ve birincilikle ortaokul diplomasını almıştı.

Yetti bitti desem iyi ama yetmedi, bitmedi maalesef. Kendisi, annesi ve kardeşlerinin çektikleri karşısında yüreğinde çöreklenen çaresizlik duygusu ile herkes yaz tatili yaparken, o lösemi denen illete yakalandı. Fakirlik bir yana, bulup buşurulan tedavilerin zorluğu güçlüğü bir yana, her ay kan verilip, radyasyon -şua tedavisi görürken okulunu bırakmamaya çalıştı desem inanır mısınız?

Tedavinin en yoğun olduğu lise birinci sınıfta okula devam etme şansını maalesef ki bulamadı. Ama aynı sınıfa ikinci yıl radyasyon tedavisi ile dökülen saçları yerine takma saç takarak olsa bile, devam edebildi. Gel velakin işte bunu gören bu gözlerin halini, ne siz sorun, ne ben anlatayım. Hadi bir de, ölümle pençeleşirken dershanelerin deneme sınavlarında en yüksek not almayı başararak bursluluk kazandığını söyleyeyim de, inanın lütfen.

Biraz önce dertlerini anlatırken yetirip bitirememiştik. Başarıları da anlattıklarımızla yetmedi, bitmedi şükür ki. Hadi, liseyi ikincilikle bitirip girmeyi başardığı üniversitede, biri devlet biri özel olmak üzere kazandığı burslardan ailesine bile yardım edişine şahit olduğumu da yazayım. Hatta üniversite ev arasındaki ulaşımın getirdiği zaman ve para kaybına, devlet yurduna girmeyi başararak çözümünü ürettiğini de ekleyivereyim.

Gel zaman git zaman derken ürke korka getirdiği arkadaşı ile kapımızı çalıverdi bir gün. Üniversiteden getirip tanıştırdığı arkadaşı ile yaşadığı mutluluğa şahit olmak bile çook güzeldi. Güzeldi lakin evlilik hayalleri kurarken, tedavi aşamasında gördüğü radyasyon nedeni ile çocuğunun sakat ya da ölü doğabileceğini bildiğinizde, teselli için söylenebilecek o kadar az şey kalıyor ki sormayın gitsin.

Hangi üniversiteyi kazandığını ve şimdi hangi mesleği yaptığını merak etmiş olanlar için de küçücük bir not düşeyim. O şimdi bir doktor. Hatta kendisine çok bi faydası dokunamayan öğretmeninin ikiz çocuklarının doğumuna koşup gelecek kadar vefalı yüreğe sahip bir doktor olduğunu söyleyebilirim.

Hadi, evlendiğini ve güzeller güzeli bir evlat sahibi olduğunu da söyleyerek Aykız’ın öyküsünü, her zerresini hak ettiği mutlu bir sonla bitirelim artık.

Sağlıcakla ve hooş kalmanız dileği ile

Saygılar

 
Toplam blog
: 15
: 1788
Kayıt tarihi
: 15.01.07
 
 

1960 yılında doğmuş, kendi tabirimle ''Kayıp Kuşak'' olarak adlandırdığım 1970 kuşağından, Eğitim..