Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Eylül '15

 
Kategori
Psikoloji
 

Ayrılık Sendromu

Ayrılık Sendromu
 

Oturdum sandalyeme, şu ayrılık çekenlerin psikolojini anlamaya çalıştım. Açtım penceremi sonuna kadar, elime sıcak kahvemi aldım. Boş boş gökyüzüne bakmaya başladım. Baktım mal mal gökyüzüne bakınca herhangi bir acı duymuyorum. Hemen kalkıp acıklı bir müzik açtım. O kadar acıklı, o kadar acıklı ki anlatmak mümkün değil. Şarkıyı söyleyen sanatçının sesi zaten anadan doğma ağlamaklı bir tonda, içimi parça pinçik etti. Dinliyorum sözlerini, ihanet, yas, aşkım yarıda kaldı, ben ne yaparım, başımı duvarlara mı vurayım, şehiri yakarım, tavukları pişirmişem suyuna da... pardon pardon bu şarkı o değildi, araya karıştı. Baktım içimdeki kıpır kıpır çocuk beni yalnız bırakmıyor, ayrılanların hep yaptığı gibi kitap okumaya başladım. Okuduğum kitap, sözüm ona aşla ilgiliydi ama okudukça içinde pornoğrafik öğelerin de olduğunu fark edince, konudan uzaklaştım. Acı bir kenara, zevk almaya başladım!  Yok, bu da olmadı.
 
Bu sefer internette sosyal medyadan, aşk acısı çeken insanları takip etmeye başladım. Baktım ne yer, ne içer, nereye gider, nasıl hayatlarını idame ettirirler vesaire. Anam onlara da en fazla 45 dakika sabredebildim. Offfff, öyle bayık, öyle vıcık vıcık, öyle normalin dışında romantiklerdi ki, içime darallar bastı. "Yahu dedim" içimden, bu kadar süper ötesi lafları yazabilen milyonlarca adam varsa bu ülkede, niye benim karşıma çıkmazlar acaba? Adamlar öyle romantik, o kadar naif, o kadar aşk dolu, sevgi pıtırcığıydı ki, okuduklarıma inanamıyordum. Bu adamlara böyle acı çektiren karıları bi bulsam, o saçlarını başlarını yolacaktım.  Yazık günah ya! Mecnun gibi yapmışlar adamları. Ama bir de ne göreyim, normal hayatlarında 3 kere evlenip boşanmış. Aynı anda 5 sevgilisi olan adamlarmış! Ne diyeyim, hayal kırıklığı. Yani kısacası bacım, ayrılığı yaşamayan biri empati de yapamıyordu.
 
Aradan bir iki sene falan geçti. Ben yine her zamanki gibi komedi salonundan çıkmış gibi, kakari kikiri yapıyordum. Taa ki o karşıma çıkana kadar!
 
Kaarşim, aşk her zaman acıdır be... Kim derse "Hayır ne acısı, ben çok mutluyum" diye, bil ki yalandır, bil ki saçmalıktır. Aşk ve ayrılık nasıl oluyor biliyor musun? Bak ben sana yaşadıklarımı anlatayım;
 
Hani o mal mal baktığım ve hiçibir şey göremediğim gökyüzü var ya, işte orda göremediğin her şeyi görebiliyorsun. Bulutlardan fal tutuyorsun. Şekillerine bakıp geleceğine dair ip uçları arıyorsun. Yağmur yağınca, "Bak gökyüzü de benimle ağladı" gibi ileri derecede saçmalama krizlerine kapılıyorsun. Sanki bu memlekette normalde hiç yağmur yağmıyormuş gibi davranıyorsun. 
 
Ardından, zamanında içtiğin kahveden bile garip anlamlar çıkarabiliyorsun. "Şimdi o da benimle aynı kokuyu duyabiliyor mudur?" Tarzında uçuşa geçiyorsun mesela.
 
2 sene önceki ben olsaydım, "Kahve kokusunu o nasıl teee ebesinin nikâhından alsın kızım, iyi misin sen? Belki adamın burnunda burun eti vardır?" diyip işi sulandırırdım. Öyle olmuyor işte. Olayın içine vücudun kimyası girince, öyle olmuyor...
 
İki sene önce şarkı dinlerken, mesela çok romantik bir şarkıda bile parmaklarımı durduk yerde şıklatabiliyordum. Şarkı ikinci kıtaya girdiğinde ben şarkıdan kopup, "Tavıkları pişirmişem" moduna giriyordum. Ama şimdi öyle değil. "Bundan sonraki şarkıyı O bana söylesin" diye şapşalca işlere kalkışmaya başladım. Şarkı sözlerinin içinde ayrılık geçse, "Zaten biliyordum beni bırakacağını, git ya tamam..." diye ağlamaya başlıyordum.
 
Ya da aşkın en dibini anlatan, sevgi sözcüklerinin  bol bol geçtiği şarkılar olduğunda, gözler bir anda bir noktaya sabitlenir. Kulakların şarkıdan başka hiçbir ses duymaz olur. Adeta sağırlaşırsın. Yanında trafik kazası mı olmuş, birinin kafası mı yarılmış, çocuğun teki anasını mı kaybetmiş, otobüs üç durak ileriye mi gitmiş, hiç bir gelişme beni o şarkının büyüsünden uzaklaştıramıyor. 
 
Sonra kendi kendine konuşmaya başlıyosun. "Evet, o da bana bunları söylüyordu" , "Demek benimle ilgili böyle düşünüyor", "Ben de seni seviyorum"
 
Hani o vıcık vıcık bulduğum sözler vardı ya! İşte onları okudukça ağlar bulurdum kendimi. Okurken, "Ya ne kadar da beni anlatıyor," diye hemen hayıflanıyorum. Anında o sözleri twitterdan ve Instagram'dan paylaşmalar, altına da imalı laflar eklemeler. Bir de bakarsın ki şair olup çıkmışsın! İşin garip tarafı, ayrılık acısı çekmediğin dönemlerde aklının ucundan geçmeyen kelimeler kullanabiliyorsun mesela. Tuhaftır ki, senin kelime dağarcığının içinde aslında 90 tane kelime yokmuş. Bir bakıyorsun 90 kelime oluyor sana 900 kelime, 900 oluyor 9000. İşin enteresan tarafı da, üstüne bir de kafiye falan da uydurabiliyorsun yani. Bir anda, kendimi Kemal Sunal'ın filmindeki gibi, kendine kafiye ararkenki haline dönüşüyorum.
 
Hele ki geceleri... Geceleri, "kikir kikir döneminde"yken cipsleri alıp, komedi filmleri izlerdim. Arkadaşlarla buluşup sinemaya, konsere giderdim. Dışarda buluşup alış veriş yaptıktan sonra, bir cafede zamandan habersiz saatlerce güler sohbet ederdim. Ama aşk sonrası ayrılık yaşayınca insan, o gecelerde sana zebaniler musallat oluyor! Uyumak unutmak için çok büyük kaçış oluyor. Ama gel gör ki gözüne uyku muyku da girmiyor. O mide var ya mide, içinde ilk zamanlarda dolaşan kelebekler, yerini çekirgelere bırakıyor. Habire çekirgeler mideyi kemirip duruyor. O çekirge mideyi kemirdikçe sen yatağın içinde kıvranıp duruyorsun. Telefonu alıp sürekli saatine bakıp duruyorsun. Saat henüz 02.50! Daha milim bile geçmemiş. Her bakışında uyumak için zorlarsın kendini ama nafile. Aklına sürekli bir şeyler hücum edip durur.
 
Zar zor sabahı edersin. Uykusuz uykusuz kalkarsın yataktan, homurdanarak ve acı çeke çeke. Yüzünü yıkamaya banyoya gidersin, yüzüne bakarsın. Bebattır yüzün o hali. "Kikir kikir" gülen yüzden eser kalmamıştır. Gözlerin içi kan çanağına dönmüş, gözlerin altı mosmor olmuş, kaşlar, saçlar birbirine girmiş. İçinden bir şeylerin koparılıp götürüldüğünü hissetmeye başlarsın. 
 
İş yerinde sürekli suskun ve durgunsundur. Herkes sorar, "Neyin var? Bir şey mi oldu?"  Hani şöyle avazın çıktığı kadar bağırmak gelir ya içinden "Defolun gidin başımdan, size her şeyimi anlatmak zorunda mıyım?" diye, ama diyemezsin işte. "Yooo, dün misafir geldi de. Geç kalktılar, o yüzden yorgunum," falan dersin yalancıktan. Bir de yüzüne şöyle sahte bir gülümseyiş yerleştirdin mi, hahh tamamdır.
 
Yürürken keyif aldığın yollar artık sana zulüm gibi gelmeye başlar. Gittiğin cafeler sana öcü gibi gelir. Evde bir an yalnız kaldığında, ağlama krizlerine girersin. Hatta bir gün çok iyi hatırlıyorum, ağlarken öyle kaybetmişim ki kendimi, yatağın üzerine attım kendimi. Öyle hınçla atmışım ki kendimi yatağa, üstünde tepinirken farkında olmadan gümbedenerek yere düştüm. Allahtan depresyondaydım da kendi kendime gülmedim yani. Yatağın boyutunu unutarak tepinince demek ki... Burda "Tek kişilik yatakta, çift kişilik ağlamamayı öğreniyorsun," işte.
 
Vay be, ne laftı ama :) Yani kısacası şapa oturuyorsun, nanayı yiyorsun kaarşim. Ağlıyorsun, sızlıyorsun, küfrediyorsun, kendini yerden yere atıyorsun, yemek yiyemiyorsun, (acıkıyorsun ama nedense yiyemiyorsun, bunu ben de anlayabilmiş değilim.) Vücudun böyle bir macera geçiriyor. İnanın vücudunuzun her organı yaşadığınız acının farkında.
 
Zaten bu işin mokunu yiyip, bizi bu hallere koyan ilk organ "Kalbimiz" yandıkça yanıyor. Ardından beynimizi kaybediyoruz, çünkü tozutmuş oluyoruz. Midemiz zıvanadan çıkıyor. Gözler her daim bizden şikâyetçi olmaya çalışır gibi ağlak ağlak dolaşıyor. Burnumuzun da suçu yok ama gözler ağlayınca, o da ister istemez kendine düşen acıyı çekiyor. Sürekli elinde mendille, burnunu çeke çeke, ortalıkta öyle saftirik gibi dolanıp duruyorsun. Dil, ona da bir haller oluyor nedense. Hep susuyor, hiç konuşmuyor. Bizi en zor durumda bırakan organımız galiba dilimiz. Konuşması gereken yerde susuyor. Bizi de böyle öksüz gibi ortada bırakıyor.
 
Ben bütün bu aşamaları sizin için test ettim canlarım. Bizzat gittim, yerinde kendim, sizin için araştırdım. Sırf siz bu acıyı çekmeyin diye, kendimi siper ettim. Aynı zamanda aşk ve ayrılık acısıyla ilgili bir takım bilimsel verilere de baktım. Bakın ne diyor İsviçreli Bilimadamları (yalan be, ne İsviçrelisi bildiğin Türk);
 
" İlişkinizin kaç ay ya da kaç yıl sürdüğü önemli değil. Beyin her ayrılıkta aynı tepkiyi veriyor. İlk günlerde her şey size onu hatırlatıyor: Bir fotoğraf, birlikte gittiğiniz yerler, gün içinde aklınızdan geçen otomatik düşünceler... Beynin içindeki nöronlar tetikleniyor ve her şeyde ondan bir iz buluyorsunuz. Beyindeki bu bölüm aynı zamanda, uyuşturucu ve nikotin bağımlılığında da tetikleniyor. Anlayacağınız aşık olduğunuz insanı bırakmak, beyinde sigarayı bırakmak gibi tesir ediyor.
 
Romantik ilişkilerin ruhunuzdaki ve beyninizdeki etkisi, bir anda değil yavaş yavaş yok oluyor. Tabii bu, onu tamamen unutacağınız ve bir daha hiç acı çekmeyeceğiniz anlamına gelmiyor. Hayatınız boyunca zaman zaman onu hatırlamaya devam edeceksiniz (maalesef). Ancak ayrılıktan hemen sonra başlayan ve gittikçe çoğalıyormuş gibi gelen 'dayanamıyorum' hissi, elbette zamanla azalacak ve üstesinden gelmeye başladığınızı göreceksiniz. Beyin hala romantik olarak iyileşmeyi talep ediyor olacak; ancak beklentilerine cevap bulamadıkça, hissettiğiniz şey, uyuşturucu bağımlılarının hissettiği gibi bir duygu olacak. Azalacak, ama asla tamamen yok olmayacak."
 
Ben, her ne kadar kendimi sizin için siper edip, aşk acısı çektiysem de, biliyorum siz bu yazdıklarımı okuyacaksınız ama hiç birini yapmayacaksınız.
 
Yine aynı benim gibi gideceksiniz aşık olacaksınız ve benim gibi acı çekeceksiniz. Üstüne gidip twitterda, facebookta ya da instagramda acı dolu ayrılık şiirleri paylaşacaksınız. Ne diyim, Allah akıl fikir versin size. Ama şöyle bir müjdem var size panpişler, aşk acısı 6 ay ile 2 yıl arasında sürermiş. Ve bitermiş. Yani ölmüyorsunuz, boşuna "Ölüyorum Allah'ım" diye dramatize etmeyin olayı.
 
Fazla kendinizi kaptırmayın. Şair olmak için kendini paralayanları görüyorum. Heba olursunuz sonra, demedi demeyin. Söz uçar gider ama acı... Onu hiç kimse yaşamadan bilemez.
 
Toplam blog
: 28
: 2562
Kayıt tarihi
: 16.04.13
 
 

Yazar, çizer  ..