Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Eylül '12

 
Kategori
Felsefe
 

Ayşe Şasa, bana ne diyor?

Ayşe Şasa, bana ne diyor?
 

"Cinnet"ten "Cennet"e Yolculuk...


“DEKADANS”TAN “RÖNESANS”A

“GERÇEK” BİR KÖPRÜ;

AYŞE ŞASA

 

Bazı yolcular vardır; yaşama ilk adımlarından îtibâren aşağıya doğru yüz seksen derecelik sancılı bir kavis çizerek hızla düşmeye başlarlar ve gelip gelecekleri en dip nokta olan bu hikmetli kuyu dibi, onların mîlâdıdır artık!

‘Hayy’at açısından fevkalâde kutsî bu mîlâda hiç de kolay gelinmez; ancak “yaşam dâiresi” diyebileceğimiz o müjdeli turu tamamlayıp “bengi dönüş meyvesi”nden tatmanın da başkaca bir yolu, kestirmeden bir gidişi yoktur pek.

Dizgesinde“bengi dönüş”ü oldukça kutsayan Nietzsche gibi, çoğunlukla tersinden okunsa da çok ciddî bir zirve olan nâdide bir vizyonun bile tam turu tamamlayamadan tazyikli bir ruh hâletinde hayata vedâ ettiği düşünülürse; istisnâîdir, başlangıç noktasına, “Zaman, döne döne aynı noktaya geldi!” şuuruyla ermek…    

Zîrâ yolcuların ekserîsi, gelip gelecekleri en dip noktadan sonraki o ikinci yüz seksen derecelik turu tamamlayamadan, üç yüz altmış derecelik bir seyr-i âlemden sonra ‘Hayy’âta başladıkları sıfır çizgisine, yâni fıtrat denilen o öz noktaya bambaşka bir idrâk ile ermeden Hak’ka yürürler ve ‘Âdemoğlu’nda dercolmuş o biricik hakîkat çekirdeği, “kemâle ererek tadını bulmuş ‘Hz. İnsan’ meyvesi”ni veremeden yeni bir toprağa, bambaşka bir rahme düşer.

Ve bütün sıkıntı da, yaşarken ya da ölürken zorlanarak taşıdığımız bu derin yarım kalmışlıktan başka bir şey değildir aslında…

İşte o, her yolcuya nasîb olmayan bu zorlu ve kutlu turu tamamlayıp “cinnet”ten “cennet”e gidişin izlerini sürerek sükûnetle “öz mâbedi”ne çekilmiş, sonuna kadar içtiği, ciğerlerine kadar tozunu yuttuğu “dekadans”tan kendi bireysel devrimiyle “hakîkî bir rönesans”a yelken açmış, “yeni”den doğuşu kendi öz adımlarıyla mümkün kılmış yüzde yüz gerçek bir seferî…

Acımasız önyargı ve ötekileştirmelerle ruhsuz, kör bir mantıktan doğan derin bir mânevî açlığın kararttığı, ciddî incinme ve örselenmelerin oldukça sıcak bir yabancılaşma sürecine iterek büyük bir çöküş ve çürüme hâlini doğurduğu bireysel dekadansını şizofreni gibi marjinal bir deneyimle sonuna kadar solukladıktan sonra “Öldüm!” dediği an yepyeni bir doğuşa tâzecik adımlar atıp nice yolcuya kısmet olmayan köklü dönüşümünü, ferdî rönesansını gerçekleştirmiş, uzamı fevkalâde geniş ve asil bir rûh!

Dip yaptığı son derece entelektüel bir şizofreni ile pik yaptığı o lâhûtî zirve arasındaki sıradışı mesâfeyle “yaşam aralığı”nı oldukça geniş kılmış alışılmadık bir savaşçı...

Ve uzun bir târihî periyodun son sigortası diyebileceğimiz Gâzî’nin Hak’ka yürümesinden sonra iyiden iyiye yaban ellere bırakılan mâsum Anadolu neyse, savaş psikolojisi içinde iyice insanlıktan çıkmış Batılı mürebbiyelerin avuçlarına teslîm edilen küçük Ayşe de o aslında!

Anadolu’yu, hasımları tarafından kurtarıldıktan sonra karada ırzına geçilen mâsum bir geline benzeten hakîkatli bir ufuğun betimlediği gibi; o da bâkir Anadolu misâlî, o bütüncül ve rahmânî ufuktan nasîbini almamış ham ruhların can yakan kabalıklarıyla fazlasıyla örselenmiş, incitilmiş, bir ömür emniyet duygusuna hasret bırakılarak acımasızca yalnızlaştırılmış bir gönlü kırık.

Tanıyanlar, rûhî mâcerasında Mısır’a sultan olmadan önce kuyunun dibine dâir ne tür kâbuslar biriktirdiğini iyi biliyorlar onun! Onda dercolmuş gerçeklerin ne denli konsantre ve çok yönlü olduğunu, onun çok yüksek yoğunluklu bir târihî, siyâsî, sosyâl, sanatsal, sosyolojik, tasavvufî ve mânevî tablet konumunda bulunduğunu, âdetâ yaşayan bir âyet sûretinde bambaşka bir dâvânın sıradışı işçisi olarak gizliden gizliye büyük bir cehtle iş gördüğünü hayret ve memnûniyetle “oku”yorlar.

Onun, yaşamında keskin bir viraj niteliği taşıyan “Füsûs’ül Hikem”le nasıl da şaşırtıcı bir biçimde özdeşleştiğini görüp, her ne kadar fazlasıyla acı olsa da bir hikmetler zinciri olan hayat serencâmesinin “hikmetlerin özü” ismi ile derûnî bir birlik arz ettiğini mânîdar bakışlar eşliğinde gâyet mütebessim izliyorlar.

Hakîkat anlamına gelen ‘truth’ kelimesine güçlü bir ilgisi olan Şasa’nın daha on altı yaşındayken, yıllar sonra ağır ataklarla kapısından içeri gireceği hastahânenin önünde durup ‘Hakîkati bulmama vesîle olacaksa buradan geçmeye râzıyım!’ deyişinden sonra gelen o trajik seyrin bugünkü kâmil meyvelerini hamd ile topluyor ve “okumasını” bilen gözlere hitâb eden bu çok yönlü ikramlardan dikkatle istifâde ediyorlar…

Sonradan utanacağı hızlıca vardığı yargılarla kendi dekadansını yaşayan aceleci ve ukalâ zihnimin belirli bir süre önce hikâyesine kulaktan dolma bir yarım yamalaklıkla âşinâ olup, “Keskin bir dönüş yaparak hidâyete erip tesettüre girmiş kendi hâlinde biri işte!” diyerek bir çırpıda ucuzlaştırdığı sıradan bir isimdi Ayşe Şasa.

Tâ ki, bir İstanbul ziyâretinde arkadaşımın kitaplığında “Bir Ruh Mâcerâsı” ve “Delilik Ülkesinden Notlar”la burun buruna geldiğim o an, “Şasa’yı okumanın tam vaktidir!” deyip kitaplara vakumlanmış gibi çekildiğim zamana kadar!

Matrix’deki Neo kırmızı hapı yutmuştu ve kitapları evirip çevirip gözyaşlarıyla içtikten on beş gün kadar sonra, samîmî bir dostun da aracılığı ile Ayşe Şasa’nın karşısındaydım!

Bazı kitaplar vardır hâni, siz kitabı okumazsınız da o sizi okur! Öyle bir tarar ki tüm labirentlerinizi, en gizlinizi ve mahreminizi; yarattığı güçlü anafordan çekip alamazsınız kendinizi! Ve almak da istemezsiniz aslında! Kitaptan çok gerçek bir el çıkar ansızın ve alır sizi yanına! Zîrâ sizin hikâyenizdir o ve son damlasına kadar hakîkattir, duyarsınız…

İşte öyle bir şeydi okuduklarım ve uzun zamandır hakîkate dâir teoriler içinde debelenip dururken tam yerinden rûhuma ilişen bu yüzde yüz gerçek dokunuşa çok ciddî bir acıkmışlığım vardı; tadınca bildim!

Hikâyesi beni hızla içine düşürdüğünde, zaten rûhundaki meltemsi hafifliği görmüştüm ya, gözleri de yalancı çıkarmadı sezgilerimi…

Hele bana göre fazlasıyla uzun bir boy ancak neredeyse içinden geçip gidebileceğiniz oldukça şeffaf, huzûra dâvet eden homojen bir beden, rahmânî ve son derece dikkatli bakışlarıyla röntgeninizi çekebilecek denli kristalize bir nazar ve bu tabloyla oldukça uyumlu, naif, mütevâzî bir ses, Türkçe’nin asâletine hâkim bir telâffuz…

Ayrıca ismiyle de derûnî anlamda müsemmâ biri belki! Zîrâ “Şasa”nın ok ve yay anlamına geldiği göz önüne alınırsa; “ok”la sembolize edilebilecek denli tazyikli bir rûhun tam devrini gerçekleştirerek sadağa inkılâb oluşu ve bu büyük turdan sonra bir Hz. Ayşe rûhu ile yeni oklara yol ve yön verişi gün gibi ortada!   

O her ne kadar ince bir tevâzû ile “Yapacak pek bir işim kalmadı! Yazıp söylemek istediklerimi paylaştım ve bir hayli sâde bir yaşam içinde kendi tekbaşınalığımı soluklamaktayım.” dese de, gözlerin görmediği ancak hassas ruhların iyi bildiği oldukça zengin bir mânâ halkasında arı gibi hızlı, karınca misâlî sessiz sedâsız çekiç sallamakta.

Zîrâ bir “kartal yuvası”nı andıran Gayrettepe’deki müşfik hânesi, kendi kabuğuna çekilmiş bir büyük yalnızın perdeleri örtük, sisli ve hüzünlü mekânı değil aslâ! Hakîkatin kokusunu alıp kapısını çalan uyanık ruhlara farklı farklı boyutlarda maya çalıp, onları âit oldukları üst boyutlara doğru lâtif hamlelerle itekleyen bir sıçrama tahtası, bilinç skalasında gözünü yukarılara dikmiş heyecanlı ruh yolcularının, inşaallâh daha çok uzun yıllar işlek bir uğrak yeri olacak mânîdar ve bereketli bir kavşak noktası.

Ve ayrıca internet çağının görüntülü görüşmelerinin hâkim kültürü altında mektuptan sonra telefonun da ruhsuzlaştırıldığı bir dönemde “Beni insanlara bağlayan en etkili araç bu!” diyerek elindeki âhizeyi işâret eden çok ilginç bir sîmâ o! Zîrâ Kemâl Sayar’ın “Telefonda o varsa, bir rüzgâr çoktan çiçek tozlarını üzerinize serpip gitmiştir!” cümlelerinden de hissedileceği üzere telefona rûh, mânâ ve hayat veren, heyecanlı dimağları ansızın ses verip karşılarına çıkarak yüreklendiren, onurlandıran, oldukça hassas ve selîm bir kalp…

İlerleyen süreçlerde“Sancılı Türkiye’nin Etkili Bir Tanığı” ana temasıyla târih, felsefe, siyâset, sosyoloji gibi alanlarda lokomotif tezlere, “Cinnetten Cennete Açılan Kapı” bâbında daha köklü psikiyatrik araştırmalara, “Gerçek Bir Senaryo mu, Gerçek Bir Senarist mi?” eskizleri paralelinde Türk sinemasını hakettiği holistik vizyona taşıyacak etkili düşünsel egzersizlere ve “Maddî ve Mânevî Şifâyı Getiren Gerçek Bir Transformasyon” ekseninde derinlikli tasavvufî analizlere bereketli kapılar açacağını duyumsadığım Şasa, canhıraş koşturmacası, sahih gayreti ve nihâyetinde lütf-u ilâhî ile yerleştiği o huzurlu tepede bir zümrüt gibi durup, onunla göz göze gelen tüm iştiyaklı ruhlara hikmet ve muhabbetle göz kırpıyor.

Bu gözü, göz görürken görmeli! Roger Garaudy gibi zamanında es geçip, kaybedince çok geç kalınmış jestlerle durumu kotarmaya çalışan tembel bir mantıkla yeniden yeniden sınıfta kalınmamalı!

Harıl harıl üzerinde çalışılan Kemâl Tâhir senaryolarıyla, zamanında pek hakkını veremediğimiz eril bir rûhu anlamanın ve anlatmanın gayretleri hoş da, “Ve kitapçı tezgâhının en önüne sıralanır, bir şâirin, öldükten sonra bütün kitapları…”  diyen Sunay Akın’ın resmettiği gibi de olmamalı sanki...

...

“Hayâtımın ilk yarısı bir korku filmi gibi geçti. Vâroluşuna sahih bir neden bulamayan insan, bilsin yâhut bilmesin korku, endişe ve vehim içindedir. Ben bu marazî hâli bir imtihandan geçiyor gibi ve en ağır derecelerde yaşadım. Allâh hepimizi ve özellikle yeni nesilleri böylesi azaplardan esirgesin.”diyerek içine düştüğü dev karadeliği samimâne paylaşan Şasa, cumhûriyet Türkiyesinin içinden geçtiği sosyo-psikolojik tüneli en iyi örnekleyenlerden biri olarak etkili bir prototip olduğunu kabûl ediyor ve aslında süptil bir biçimde, bu etkili prototipe yönelik çok yönlü bir okumanın makro ve mikro planda oldukça bereketli açılımları getirebileceğini gâyet naif işâret ediyor.   

Atomlarına kadar ayrışıp hakîkî bütünlüğü öz ayaklarıyla arşınlamış sarsıcı varlığıyla gizliden gizliye “Beni ‘okuyun’, anlayın ve yaşam aralığımdaki tüm ekstra kareleri, tecrübe ettiğim bütün gel-gitleri birer sıçrama tahtası olarak değerlendirip daha âkil ve avantajlı seyirlere açılın!” mesajı veren Şasa’nın sanatsal, sosyolojik, psikolojik, siyâsî ve felsefî travmasına dokunarak, mecazların ötesindeki tasavvufa ve yaşamın bütününe dâir çok sarsıcı ama bir o kadar gerçek ve ruhsal, düşünsel, eylemsel bazda ciddî bir katalizör işlevi görebilecek etkili bir paradigmaya ulaşmak mümkün!

Zâten böylesi “tevhîdî” ve ufuk açıcı bir okuma yapılamayacaksa eğer, “Ayşe Hanımefendi ermiş murâdına, biz çıkalım kerevetine!” noktasından ne kadar öteye gidebilir ki iş!

Bu mânâda onun “Bizim burjuvazimiz Batılı burjuvazi gibi değil. Ne kültürden, ne fikirden nasîbini almış bir garâbet!” şeklindeki sosyolojik durum tespîtinde kendi çarpık bireysel duruşumuzun, verdiğimiz güdük, sığ ve mâlûmatfuruş fotoğrafla hakîkat üzerinde ahkâm kesmeye kalkan traji-komik hâlimizin holistik bir yansımasını göremiyorsak, onun çok uzun yıllar sürmüş içler acısı susuzluğunda kendi kıyıya vurmuşluğumuzu seyredemiyorsak; elbette, “uzun bir şizofrenik süreçten sonra hidâyete ererek maddî ve mânevî anlamda şifâ bulmuş bir senarist”tir Ayşe Şasa! Ya da “bir dönemin Türkiyesinde Yılmaz Güney’den Aziz Nesin’e, Kemâl Tâhir’den ikinci eşi Âtıf Yılmaz’a, Cihan Ünal’dan İsmet Özel’e kadar birçok farklı ismi tanıyarak onlarla birlikte olmuş renkli bir karakter”dir sâdece!  

Oysa, kökünden, besleneceği ana damardan kopmuş, “çakma elit”, omurgasız bir sûnî kültürün insan varlığını iğdiş edici hâkimiyeti altında Şasa’nın ne bir ressam ne de bir anne olabilmiş vâlidesinin çizdiği “yatağını bulamamış anomali insan” profili; hem Doğu-Batı makasında âit olduğu noktada konumlanamamış, özgüven yoksunu, kendi sâhip olduklarına yabancılaşmış olduğu için Batı budalalığından mustarip, görgü fukarâsı ve absürd bir Türkiye’nin, hem de Sünnetullâh’a dâir köklü ve bütüncül bir okuması olmadığı için sisteme ayamamış, “haddini bilme” ufkundan yoksun olduğu için “haddini aşma”nın kurbânı olduğunu bile farkedememiş günümüz insanının anolojik bir uzantısı değil midir?

Plastik bir yaşamın hâkim atmosferinde hem kendini, hem neslini, hem de tüm yakın çevresini mağdur etmiş bu çarpık insan figürü sâdece Şasa’da, onun, anneliğin rahmânî bütünlüğüne bir türlü adım atamamış vâlidesinde, güçlü konumunu kaybetmemek için dönüp içine bakacak vakti bulamamış Avrupâî pederinde ve yakın çevresinde mi çıkar karşımıza; yoksa “Ne gülüyorsun! Anlattığım senin hikâyen!” diyen Horatius’un o estetik tokadı, bu manzara için de bir o kadar geçerli midir?   

Ve “kalbin, rûhânî ve âlî olanın nurlu fenerinden kopup teorik zenginliği yükseliş sanarak kibirli burnunun dikine giden sahte akıl”ın ipliğini pazara çıkararak etkili bir modernite eleştirisi yapan Şasa’nın “şebek” eğretilemesiyle resmettiği “insansı” profili ne kadar uzak, ne kadar yakındır bana?  …

Velhâsıl idrâkım o ki; Şasa uzaktan bakılıp üzerine söz söylenemeyecek denli gerçek! “Samîmî” ifâdesinin, yanında çok hafif kalacağı cinsten bir gerçek! Ona bakan tüm nazarları bir bir tutup, hakîkat denizine atmak adına alaşağı eden çok güçlü bir anafor! Bu anlamda,“Şasa’ya bir sembol diyemem! O olsa olsa güçlü bir metafor!” diyen Yusuf Kaplan’ın bu net tasvîri de son derece içsel ve bir o kadar da yaşamsal. Zîrâ “Beni mutlu eden filmlerim değil onlar!” dediği kitaplarından ansızın çıkıp yakanızı tutuveren o el, bu temel tezin en keskin kanıtı…

Ve ayrıca bütün o Yeşilçam mâcerâsı, tüm o meşhur senaryolar ve nice etkili senaryoya konu olabilecek denli uzun metrajlı bu sıradışı yaşam, okuru içine alıp sonunda sâhil-i selâmete çıkarmak adına tepetaklak eden, rûhuna hikmet kokusu sinmiş o özel kitapların kaleme alınıp hakîkâte müşteri olacak iştiyaklı ruhlara ulaşması içindi sanki! …

“Çocukken, rûhunu aç bırakan o anlamsız kalabalıklar içinde köşkün demir parmaklı kapısına tutunarak yolunu gözlediğin o koz helvacı bendim!”diyerek uzun yıllar sonra “hak edilmiş bir bengi dönüşün sırrı”nı aralayan mânevî büyüğünün ısrârlı ve hikmetli işâretiyle fazlaca zorlanarak da olsa ortaya çıkarabildiği “Bir Ruh Mâcerâsı” isimli kısa fakat mânâ hacmi oldukça geniş yapıtsa, birçok açıdan abartısız bir zirve! Zîrâ her şey onda mevcut! Bu ekstrem hikâyeye dâhil; keşfedilmeyi bekleyen tüm gizli koylar, eski Türkiye’yi ve bu topraklarda nefes alıp veren, bir şekilde mağdur edilmiş tüm güzel insanları içine alan o dev trajedi...

Ve dahası, Şasa’nın çok zor da olsa incitici geçmişinde bambaşka bir şuurla gezinerek tüm kilitli kapıları yeni bir bilinçle araladığı ve nihâyetinde geçmişiyle ebeden barışıp hamd hâlinin doruklarına tırmandığı bu seçkin yapıt, bir psikanaliz niteliği de taşımakta! Hem “okuyana” sırrı dökülmemiş, parlak bir ayna, hem de gâyet estetik bir biçimde oldukça fonksiyonel bir metodoloji sunan çok yönlü ve fevkalâde bereketli bir paylaşım. 

“Öz” denen, derûnumuzdaki o mâsum çocukla barışmak ve geçmişin “ân”a blokaj koyan tüm sanal ketlerinden âzâde olmak adına yürünmesi elzem bir yolu edebî bir üslûpla işâret eden çok etkili bir hap.

Varsa geçmişinde hür bir zihin ve bambaşka bir idrakla gezip tüm kilitlenmişliklerine meydan okuyabilecek, varlığını “acı-beden” hapishânesinden özgürleştirip yaralarına berrak bir şuurla merhem olabilecek müşfik bir kalp, “ibn’ül vakt” olabilmek adına risk alıp keskin kayalıklar üstünde zirvelere tırmanmaya aday korkusuz bir kâşif; çıksın Şasa’nın gâyet mert yürüdüğü o şeffaf yolculuğa! Çıksın, halının altına süpürdüğü tüm geçmiş hesaplardan rahmânî bir soluk ve gerçek bir farkındalıkla hür kılsın benliğini ve ebeden barışsın kendiyle, tüm geçmişiyle…

Işığın çok uzunca bir müddet köşesine çekildiği o karanlık dehlizlerden sonra İbn-i Arabî Hazretleri’nin mânevî tasarrufuyla aydınlığa dokunan ve nihâyet şimdi, yetmişli yaşların huzur kulesinden huşû ile evreni seyredip o hikmetli sükûnetin hamd ile tadını çıkaran Ayşe Şasa; tekâmülde birer basamak olan, zamanında attığı tüm sancılı ve gözüyaşlı adımların köklü birer gerçeğe dönüştüğü bu tepe noktada, Sümeyye Karadoru’nun “İçinizde bir kaos olmadan bir yıldız doğuramazınız! Bu söz tam da Şasa için söylenmiş olmalı!” sözleriyle tasvîr ettiği o büyük doğumun nekâhat hâlini yaşıyor bugün!

Onun bu köklü ve sarsıcı dönüşümünü idrâk edebilecek ve samîmî bir uzanışı fazlaca hak eden bu canlı hikâyeye şefkatle omuz verebilecek bütüncül vizyondan yoksun “kıraç ruhlar” onu incitmekle kalmayıp bir mânâda da görmezden gelerek güçlü bir bastırma ve yadsıma mekanizmasının oyuncağı oladursunlar; o, yedi sekiz yaşlarındayken içine “Ben çok yalnız bir çocuğum! Bu kâğıdı bulan lûtfen beni arasın!” yazılı bir not kağıdı koyup denize attığı şişeye oldukça uzun bir seferden sonra gelen o üst yanıtla gâyet mesûd.

“Denize atılan her şişe bir kitap. Asırlar, kumsalda oynayan birer çocuk. İçine gönlünü boşalttığın şişeyi belki açarlar, belki açmazlar…” diyen bir büyük yalnız Cemil Meriç’in hayat vererek düşünce târihine şerh düştüğü bu güçlü metafor, Şasa’nın bir prizmayı andıran çok boyutlu hikâyesinde yerini bulmakla kalmıyor; zamânında anlaşılamamış, omuz verilememiş bütün büyük yalnızlara revâ görülenler, onun zarif, mütevâzî ve kanaatkâr şahsında geç kalınmış köklü bir vicdan muhasebesi ve zamânı gelip de geçen bir büyük duâ gibi hikmetle yerine oturuyor.

Ne mutlu; baktığını görüp “okuyarak” o geç kalınmış vicdan muhasebesinin hakkını verip insanlık târihinden arta kalan tüm kırıkların inşâsı adına huşûyla o “büyük duâ”ya duran âkil ve ehl-i kalp dimağlara!

Ne mutlu; berrak bir zihinle, kafasını kuru sayfalardan kaldırıp her karşısına çıkanı bir âyet bilerek tevhîdî bir “okuma” ile “taklîdî ilim”den “tahkîkî ilim”e ebedî bir kapı açan o uyanık ruhlara…

Şasa, bunları da diyor bana…   

 

  • Temrin Dergisi’nin Eylül 2012 tarihli 53. sayısında yayınlanmıştır.

 

 
Toplam blog
: 27
: 1562
Kayıt tarihi
: 19.01.07
 
 

İsmim Ayten Çalış. Tanıyanlar soyadımla müsemmâ olduğumu söylerler, bilmiyorum! Ama "Sen kendini ..