Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Kasım '14

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Ayvalık'da haftasonu

Erkenden çalan alarm ile uyanıp hızlı hızlı hazırlanıyorum. Sıcacık yatağında uyuyan oğlumu doya doya öpüp koklayıp sessizce çıkıyorum evden. Selin’in gelmesiyle arabanın içi sıcak poğaça kokuyor, acıktık mı ne… Sohbet muhabbet derken bir anda geliveriyoruz Yenikapı’ya. Araçlı geçiş gişesinden geçtikten sonra idrak ediyoruz, Şive’nin bileti bizde, o nasıl binecek feribota ! Neyseki çok uzun sürmüyor bizi bulması ve hemen gemideki koltuklarımıza yerleşiyoruz. IDO  gemisinin çayında iş yok ama Selin in poğaçaları enfes. Dalgalı denizdeki seyahatimiz 2 saat sürüyor.

Bandırma – Ayvalık arası yol rahat, ara ara yağan yağmurun keyfimizi kaçırmasına izin vermiyoruz zira ufukta güneş var. Nitekim öğlen saatlerinde ulaştığımız Murateli köyünde güneş içimizi hemen ısıtıveriyor.

Bu yıl 10.cusu yapılan Ayvalık Zeytin Hasadı şenliklerine evsahipliği yapan Murateli Köyü yolu araçlarla gidilemeyecek kadar dolu. Biraz yürümek iyi geliyor hepimize, ne de olsa üç saattir arabanın içindeyiz. 

Köy meydanı cıvıl cıvıl hareketli. Yol kenarında el işi ürünlerini satmaya çalışan teyzeler; dev kazanlardan çorba-pilav-nohut-keşkek ikram eden gençler; gösteri yapmaya hazırlanan heyecanlı minikler, köylüler, Ayvalıklı zeytinyağı üreticileri, Kaymakam ve ekibi, Arda ve Arda’nın mutfağı ekibi, Mehmet Yaşin, birkaç kameraman ve köy sokaklarında topuklularla yürümeye çalışan makyaljlı röfleli kadınlar….

Kısa bir süre öğrencilerin gösterilerini izledikten sonra, yoldan aşağı inip göz alabildiğine uzanan zeytin tarlasına giriyoruz. Hayatımda ilk kez bu kadar çok zeytin ağacını bir arada görüyorum. Asil gövdeli yemyeşil yapraklı bu bereketli ağaçlara baktıkça Nazım Hikmet’in meşhur dizeleri düşüyor aklıma.

Yani öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı / yetmişinde bile mesela, zeytin dikeceksin, / hemde öyle çocuklara falan kalır diye değil, / ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, / yaşamak yani ağır bastığından.

Çok fazla duyurulmamış ve programı özenle yapılmamış bir hasat şenliği bu. Okul gösterisi formatından sıyrılıp, zeytin dalının mitolojik anlamı da düşünülüp, bembeyaz giysili, zeytin dalı taçlarıyla genç kızlar modern dans gösterisi yapsa, güzel bir müzik ziyafeti için ünlü bir sanatçı gelse, pilav-nohut yerine, Ege otları ile hazırlanmış zeytinyağlılar ikram edilse, medyamız biraz ilgi gösterip bu bir kaç gün süresince zeytin hasadına, zeytin dalı ve “barış” temasına yer verse ….

Zeytin tarlasından çıkıp arabamıza doğru yürürüken yüreğimden geçiyor bütün bu düşünceler. Yaşadığımız büyük kentlerdeki ağaçlık alanlar birer birer yok edilip AVM ler için yer açılmaya çalışılırken, zeytin ağaçları kesilip yerlerine termik santral yapılmaya çalışılırken ne kadar da iyimser ve saf bir dilek bu….

Öğleden sonra Cunda’ya geçip otelimize yerleşiyoruz. Florina; kapısından girdiğimiz andan itibaren bizi büyüleyen samimi ve nostaljik bir taş rum evi. Annneanneme bayram ziyaretine gelmiş gibi huzurlu hissediyorum, tüm yol yorgunluğum akıp gidiyor. Antika bir büfe, duvarlarda siyah – beyaz aile fotoğrafları, dantel örtüler, basıldıkça gıcırdayan ahşap merdivenler ve beyaz sabun kokusu.

Cunda’nın daracık ve parke taşlı yollarında kısa bir yürüyüş ile Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı Panorama Kafe’ye (Değirmen yani) ulaşıyoruz. Kitaplığa girince üçüzünde aklına aynı mekan geliyor: Dame de Sion kütüphanesi. 1924 mübadelesinin ardından uzun yıllar boyunca harap halde olan değirmen ve kilise (Agios Yannis Kilisesi), Rahmi Koç un girişimleri ve maddi ve manevi katkılarıyla restore edilmesiyle Cunda önemli bir kitaplığa kavuşmuş. Kitaplığa binüçyüzü aşkın kitabını bağışlayan merhum Emekli Büyükelçi Necdet Kent ve Sevim Kent in ismi verilmiş. Gün batımı keyfi yapmak için çok güzel bir mekan ama deli dolu esen rüzgar izin vermiyor bize maalesef.

Cunda sahilinde kısa bir yürüyüşün ardından Boncuk Restaurantta enfes bir sofra kurduruyoruz. 3 eski dost, leziz mezeler, Ege’nin tuzlu rüzgarı… Büyük kentin karmaşasından, rutin sorumluluklardan 2 gün için bile olsa biraz uzaklaşmış olmak üçümüze de çok iyi geliyor. Taş kahvede soba başında kahve keyfi de yapıp günü bitirmek üzere otelimize yürüyoruz.

Gece sessizliğinde Cunda sokaklarının sahipleri başıboş dolaşan cins köpekler. Parlak tüylü asil görünüşlü canayakın bir sürü köpek bize eşlik ediyor yol boyunca. Keşke onlara verebilecek yemeğimiz olsa. Kimbilir hangi aile tarafından hevesleri bitince sokağa salıverildi bu eğitimli cins köpekler.

Mor kadife perdelerin arasında ince ince sızıyor güneş odaya. Ahşap bir eve özgü sesler geliyor aşağı kattan. Kolumda saat yok ama henüz kalmak için erken olduğunu tahmin ediyorum. Perdeyi birazcık daha aralayıp izin veriyorum sonbahar güneşine. Mis gibi börek kokusu sarıyor tüm evi yavaş yavaş. Hazırlanıp aşağı indiğimizde bizi bir süpriz karşılıyor. Bahçeye kurulumuş enfes bir sofra. Bu vesile ile öğreniyoruz ki yaz sezonunda terasta yapılırmış kahvaltılar. Çeşit çeşit peynirler, zeytinler, ev reçelleri, çift sarılı yumurta,  domates & salatalık ve meşhur “girit böreği”. Florina’nın tatlı sahibesine gösterdiği özen için teşekkür ediyor, en kısa zamanda çoluk çocuk gelmeyi planladığımızı da söyleyip oradan ayrılıyoruz.

Üç sene önce Cunda’ya geldiğimde ziyaret ettiğim ve yıkılmak üzere olan harap haline çok üzüldüğüm Taksiyarhis Kilisesi, 1873 senesinde eski temelleri üzerine adalı rum ortodoks cemaati tarafından inşa edilmiş. Neo klasik mimari özellikleri taşıyan bina yığma tekniği ile ve sarımsak taşı ocaklarından çıkartılan taşlar kullanılarak yapılmış. Tek bir kubbesi olan, kemerli pencereleri ve ion başlıklı  sütünları olan bu bina, Rahmi Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı’na tahsis edilmiş ve uzman restoratörler, sanatçılar, mühendislerden oluşan bir ekip ile günümüze müze olarak kazandırılmış. Mayıs 2014den bu yana teneke oyuncaklardan buharlı modellere, bebek arabalarından denizcilik malzemelerine geniş bir yelpazede ürünler sergilenmekteymiş.

Çok karışık duygularla geziyorum, geziyoruz. Dilim varmıyor Taksiyarhis Kilisesi demeye. Belki de bu mistik yapıyı bir nevi oyuncak müzesi olarak kabullenemediğimden. Binanın ne kadar harap halde olduğunu bizzat kendi gözlerimle görmüştüm. Restoratörlerin, mimarların, tüm ekibin büyük bir iş çıkartıp binayı ayağa kaldırdığı aşikar elbetteki. Ancak yüreğimin derinliklerinde bir sızı var. Geçmişte ayinlerin, törenlerin, nikahların, cenazelerin yapıldığı bu kutsal taş yapının duvarlarının böylesi parlak renkli motiflerle süslenmesi, bit pazarını andıran şekilde “oyuncaklar” ile doldurulması…. hüzün. Hissettiğim duygu bu, “ hüzün”.

Dilerdim ki, kilise restore edilsin ve kilise olarak hizmet vermeye, mübadele döneminde çok acılar çekmiş tüm yaşantıları bir kalem darbesiyle altüst olmuş “kardeşlerimize” vefa borcumuz, gönül borcumuz olarak, devam etsin… Balkanlarda bir cami restore edilip müze haline getirilse ve bu şekilde objelerin sergilendiği bir mekan olarak kullanılsa sadece hüzünlenmekle kalmaz sinirlenirdim diye düşünmeden edemiyorum. İstanbul’daki Koç Müzesini çok seven, sık sık ziyaret eden bir kişi olarak eminim ki, Ayvalık’ta bir  “Koç Müzesi” yapılacak bir mekan rahatlıkla bulunabilirdi.

Vaktimizin kısıtlı olması nedeniyle Patricia (Ayışığı) tarafını ziyaret edemeden Ayvalık’a geçiyoruz.

Meydanda kurulmuş zeytin üreticileri çadırlarını ziyaret edip zeytinlerin tadına bakıyor ve ardından deniz kıyısında güneşi nazır keyif kahvelerimizi içiyoruz. Ayvalık’ın parke taşlı sokaklarında kısa bir yürüyüş yaparak ulaşıyoruz 1928 senesinde camiye dönüştürülen müdabele dönemi öncesinde Ortodoks Hıristiyan cemaatinin mabedi Ayos Yannis Kilisesine. Bir depremde yıkılan çan kulesi tekrar inşa edilip saat kulesi olarak kullanılmaya başlandığı için bu cami, Saatli Cami olarak isimlendirilmiş. Saat kulesinde hem daire hemde dörtgen saatler var. Geniş bahçesinde sarımsak taşı kullanılarak inşa edilen minaresi 2003teki bir fırtınada yıkılıp tekrar inşaa edilmiş. Saatli cami şuan ibatede açık.

Daracık sokaklarda ilerliyor ve 1844 yılında inşa edilmiş olan ve iyi durumdaki Taksiyarhis Kilisesi’ni ulaşıyoruz. Burası ne müze haline getirilmiş ne de camiye dönüştürülmüş. Bu büyük güzel taş yapı tüm ihtişamı ve gizemiyle ayakta ve içerisindeki fotoğraf sergisi ile ziyaret edilmeyi bekliyor.

Dönüş yoluna koyulma vakti yaklaştıkça hüzünleniyoruz. Çarşıda rastladığımız köylü amcadan aldığımız mandalina ve narları, çeşit çeşit zeytin kavanozları, sakızlı kurabiye kutuları özenle yerleştiriliyor bagaja. En az riskli köşeye de karadut suyu kavanozu yerleştiriliyor. Ve teker dönüyor, istikamet Mudanya feribot iskelesi.

Akşam karanlığında şehirlerarası yolda araç kullanmaya pek alışgın olmadığımdan üç kişi pür dikkat hep birlikte kullanıyoruz arabayı. Yoldaki tabelalarda belirsizlik had sahfada, Mudanya hızlı feribot iskelesi kaç km uzaklıkta tam bir muamma. Öyle ki yol hiç bitmeyecek sanıyoruz. Neyseki sağ salim ve zamanında feribota ulaşıyoruz. Bu kez mesafe daha kısa, 1,5 saat sonra Yenikapı’dayız.

Bu kısacık ama dopdolu geçen haftasonumuzda  ZAZ – Yavuz Akyazıcı – Pink Martini – Adele – Kazım Koyuncu – Şevval Sam ve MFÖ nün bize eşlik ettiği 550 km yol gittik, leziz mezeler ve barbun ile tatlı tatlı demlendik, dostluğumuz muhabbetin en âlası ile taçlandı ve çok güzel enerji topladık.

Bir kez daha teşekkürler güzel dostlarım Selin ve Şive.

Meltem Berk (1-2 Kasım 2014)

 

 

 
Toplam blog
: 43
: 340
Kayıt tarihi
: 24.04.12
 
 

Notre Dame de Sion Lisesi ve İstanbul İktisat Fakültesi İktisat Bölümü mezunu, hayatla mücadelesi..