Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Temmuz '07

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Azıcık caz yaptım festival için

Azıcık caz yaptım festival için
 

Uluslararası İstanbul Caz Festivali, etkileyici programlarından biriyle 14. kez müzikseverlerle buluşuyor. Festival programına kısaca baktığımızda öne çıkan başlıklar şöyle; geçtiğimiz yıl yitirdiğimiz iki büyük yapımcı Arif Mardin ve Ahmet Ertegün anılacak. Geleceğin usta caz müzisyenlerine, ilk festival deneyimini yaşatacak, yeni sesleri keşfetmemize olanak sağlayacak Genç Cazcılar, küresel sıcağında Boğazın sularında salınacak Caz Vapuru, sokak konserleri ve birbirinden değerli yerli yabancı pek çok müzisyenin katılımının yanı sıra, Norah Jones’u festivalin olağan süresi dışında özel bir konserle izleme imkanı bulacak caz severler. Röportajları ile Okay Temiz, Sibel Köse, Ayhan Sicimoğlu, Önder Focan ve Timucin Şahin dosyasını ilgiyle okuyacak, Caz müziğin Türkiye’deki serüvenini ilgililerinin açıklamaları ile değerlendirebileceksiniz...

İşin ortamına uygun birisi olsaydım, belki program belki de çok sevdiğim Norah Jones üzerine bir yazı yazabilirdim, ama mutlaka başka sayfalarda yazanlar olacaktır değindiğim başlıklara... Ben de bu yazıya ya başlamayacak ya da içimden geldiği gibi yazacaktım. Öyle de yaptım!..

Köken olarak, Batı Afrika’nın ruhani törenlerine uzayan Caz, belki de pek çoğumuzun hayatına ilk gençlik yıllarında, “Caz yapma” türünden argo bir deyim olarak girmiştir. Zaten, Caz kelimesinin de, çıkış döneminin argosundan geldiği düşünülmektedir. Önerilen anlamları ise enerjik; ruhani ve titreşimle ilişkilidir. Geneli alaylı olan zenci müzisyenler, kendi çaplarında ufak gruplarını kurmuş; gösterişsiz tamamen kendilerine özgü söylemlerini dile getiriyorlardı. Gezici olan ve cenazelerde çalan bu gruplar, yaptıkları müziğin kısa sürede çok fazla kişiye ulaşmasını sağladılar. İşte, her ne kadar Afrika ya da daha genel tarifi ile zencilerin yakarış müziği olarak, müzik ansiklopedilerine kaydedilmiş olsa da, gelinen nokta da, artık o yakarışın; yoksulluk ve ölümün müziği olarak değil de, ille de parası olan bir zümrenin dinleyebileceği bir hale dönüşmüş olmasındandır belki bugünkü trajik görünümü. Hayatımda hiç “Caz yapma”dım ama günümüzde, caz müziğin “trendy” olmuş konumunu sorgulamaktan da kendimi alı koyamadım. Festival öncesi, bu yazı caz yapıyormuş gibi gelebilir, ama napalım artık birazcık da katlanın… Soner Olgun’un sevdiğim bir sorusunu belki vicdanınızla baş başa kaldığınız bir anda, sessiz bir şekilde kendinize fısıldayarak cevaplayabilesiniz diye, eklemeden de geçemeyeceğim; “Elalemin köylüsünün müziğini, hem de söylenen dili bile bilmeden dinleyenlere, acaba kendi köylüsü ne yapmıştır ki, kendi köylüsünden utanmakta ve ısrarla dinlememektedirler?..”

İşin garip tarafı; türkülerle caz müziğin mantık ve içerik olarak benzeştiği bir ülkede; toplumun daha geniş kesimlerince dinlenmesi, kapalı duvarların dışına, sokaklara dökülmesi gerekirken, uzun bir arayla takipçisi olduğumuz Batı’nın tarif ve biçimlerine göre; türkü ( ya da caz müzikle daha benzeştiğine inandığım atışmalı âşık geleneği) etnik, caz evrensel ve uğruna uluslararası festivaller yapılabilir, seçkinler toplantısını hak eder bir değer biçilmiştir. Elbette, caz müziği önemsiyorum, buradan bir kıyaslama yaparak önemsizleştirme eylemi gibi algılanmasın kurduğum cümleler, ama pek çok Avrupa ülkesinde düzenlenen caz festivaline, doğru ve yerinde bir tercih olarak davet edilen Sabahat Akkiraz ya da bir başkası, bizde ki festivallerde söylese, sözüm ona, seçkin caz dinleyicilerinin tepkileri nasıl olurdu acaba?

Bugün bütün dünyada o bahsedilen ruhani geleneğini hip-hop ve rap türlerine terk etmiş olan caz, en iyi kulüplerde, en pahalı barlarda, en seçkin salonlarda; yüksek zenginlikle ilişkili sınıfsal yapı ile hiçbir benzerliği olmayan, Sayın sonradan parayı bulmuşlar arasında değer buluyorsa, biraz da Samuel Beckett’ın dediği gibi; “aç sınıfın laneti”nden mi ileri gelmektedir. Öyle ya; parayla birlikte, biz de genellikle ilk önce semt ve dostlar değiştirilir. Doğal olarak, gidilen mekanlar, arabalar, manzaralar, taşındığı semte kendisinden önce gelen komşusunun evinde ilk kez gördüğü yağlıboya “FOTOĞRAF”ın sanatçısına sipariş edilen koltukla birlikte gösterimlik resimler, daha önceleri önünden geçmediği, ama artık en ön sıralarda yeri ayrılmış olan konser salonları, utanılacak bir geçmişi olduğunu elbette yüzüne vuracaktır. Bir an önce yüzleşme tamamlanmalı, geride ne kaldıysa derhal çağdışı sayılmalı ve bir an önce unutulmalıdır. Sonrasında utanç sayılan arabeskin cümle üretemeyecek figürleri maksat muhabbet olsun diye hatırlandıkça bol bol kullanılacaktır.

Batı, bilim ve teknoloji alanları dışında da pek çok şey keşfetti ve ihraç etti diğer ülkelere. Özellikle, 19. yüzyılın başlarında (Ki; Batı’nın sağlam kökleri olan bir burjuva sınıfı olduğunu unutmayalım), sonradan zengin olanların kültürel eksikliklerine tahammül edemeyen burjuva sınıfı, sırf kendi farkını koyabilmek/ koruyabilmek için modern sanatı desteklemeye ve koleksiyonlarına, dönemin sanat akımlarına dahil olan sanatçıların işlerini eklemeye başladılar. Bu büyük bir yol ayrımıydı, devam eden süreçte 60’lı, 70’li yıllarda şirketlerin sanata desteği, el atması kamu kurumlarının önüne geçmeye başladı. Kamu özellikle eleştiriliyor bir yandan da sanat müzelerine ve diğer kültür kurumlarına katkıda bulunuluyordu. Ne var ki; şirketler, sanata ve kültüre daha önce ara sıra kısıtlı ölçüde müdahale ederken, geride bıraktığımız yirmi yıl boyunca sanatın ve kültürün tüm alanlarına müdahale etmeye başladılar; sanata, şirketlerin müdahalesi artık sürekli ve yaygın bir olgu haline geldi. Bu yüzden reklâm sloganları “sanat ve sanatçının yanında olmak” martavalıyla okutuldu. Seyirci kalınan büyük değişime karşı, dile gelecek/yankılanacak enstrümanları da birer birer etkisiz kıldılar. Sanat, şirket sahiplerine hiçbir yerde göremeyecekleri statü, çeşitli imtiyazlar ve yetkiler kazandıran bir araçtır artık. Biraz önce değindiğim Avrupa burjuvazisinin yaklaşık yüz yıl önceki büyük ayrışmayı başlatması, elbette takipçi olan bir ülkede seksenli yıllara tekabül edecekti. Etti de…(Bir sonra ki durak Bianel)

Üzerinden henüz birkaç gün geçen Müzik Festivalinin bilet fiyatlarına baktığınızda ayrışmanın ne demek olduğunu 300 YTL’yi ödeyemeyenlerdenseniz anlamışsınızdır; hadi diyelim ki, öğrencisiniz ve sus payı ya da hayır işleri adına uygun fiyata bilet bulabildiniz, içerde su içebilmek için bilete ödediğiniz parayı, bir bardak bira içinse üç dört katını ödemeniz gerekecektir, çünkü siz istenmeden içeriye alınmış ve yalnızca izleyici olması gereken taraftasınız.

Neyse, lafı çok fazla uzatmadan düzenleyenlere teşekkürler Türkiye… Sayenizde Norah Jones’un da İstanbul’a geldiği haberini magazin programlarından izleriz artık… Yoksa nasıl görürdük ki onları bu köylü halimizle…

Herkese iyi seyirler… İyi Caz’lar…

 
Toplam blog
: 31
: 895
Kayıt tarihi
: 17.06.07
 
 

Hayattan alıyorum bütün kaynağımı. Sokağı takip ediyorum, insanları gözlemliyorum, kendimi sorguluyo..