Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Eylül '15

 
Kategori
Öykü
 

Baba lüfer

Baba lüfer
 

 Deniz ince uzun bir işaret parmağı gibi kendini çevreleyen yükseltiler, tepeler arasında göz alabildiğine doğuya, karanın içlerine kadar uzanıyordu. Rastgele, dağınık atılmış bir ince tülbent gibi beyaz sabah pusu, kıyıda hemen denizin üstünde, yükseltilerin arasındaki koyaklarda ağırdan dalgalanarak takılıp kalmış gibiydi. Güneş doğudaki Kartepe'nin sağ yanını henüz aydınlatmış, yukarıdaki ak bulutların alt uçlarını kızıla kırarak yükselmeye durmuştu.. Henüz gözükmüyordu. Yukarıda ufka yaklaşmış bir yeni ay kızarmış, denizin üstünde asılıp kalmıştı. Her iki yakayı istila eden yerleşim yerlerinin, irili ufaklı sanayi tesislerinin, limanların, tersanelerin ve rafinerinin ışıkları durgun sabah denizinin mavi uzantısında yankılanmalar yapıyor, demirli irili ufaklı şilep, kuru yük gemisi, tanker kalabalığının kaptan köşkü ve köprü üstü ışıklarının kesişmesinde bir şölene dönüşüyordu..

 Arkada İstanbul'a uzanan D 100 karayolu ve otobandaki yoğunlaşmaya başlamış sabah trafiğinin uğultusu, sessizliği kırıyordu. Gece yorgunu, uyku yüklü ilk hızlı tren sabahın ilk ışıklarını peşine takmış İstanbul'a aktı geçti hızla. Tekerlek ve raylardan yükselen silik madeni bir biteviye şakırtı sesi arkasında asılı kaldı.

 İskelenin ucunda denize dalıp gitmişti ayakta. Suyun içinde ölü deniz anaları, açıktan yaklaşmakta olan kahverengi, geniz yakan kokusuyla bir sintine suyu içinde pet şişeler, naylon poşetler, ambalaj köpükleri ve çeşitli çöplerle hafiften alçalıp yükselerek kıyıya yaklaşmaktaydı. Yine de sanki denizde bir canlanma vardı geçmiş günlere kıyasla. İskele ayaklarına yapışmış bir midye çeşitliliği, aralarına girip çıkan küçük yengeçler ve azalmaya yüz tutmuş tuhaf yeşillikteki büyük yosunlar arasında görülen kumlukta bir iki deniz yıldızı, ilk defa seneler sonra görünür olan ve suda hafif  yüzeyel ürpermelere neden olan bir yavru balık sürüsü... İleride lodos fırtınalarına dayanayıp çöken iskelenin kalıntıları üzerinde bir kaç karabatak kanatları kırık, yarı açık tünemiş kurunuyorlardı. Dünyanın en güzel körfezlerinden birisi çarpık yapılaşma ve haris sanayileşmeye feda edilmiş, "İstakozlar Körfezi" günlerini arar gibiydi.

 Bir eski Eylül'ün sonları yaklaşmıştı. Lüfer sürüler halinde yumurtasını Karadeniz'e dökmüş, yağlanmış Marmara'ya göçe "katavasya" akıyordu. Her yönüyle çok özel bir balıktır lüfer. Testere gibi ince keskin dişli, saldırgan, külhan, delişmen ve efe, etçil bir balık. Defne yaprağı, çinekop, kaba çinekop, sarıkanat, lüfer, kaba lüfer ve kofana olarak sıralanır küçükten büyüğe. Gerçekten külhan, delişmen ve efe bir balıktır; kendinden büyük balıklara bile saldırmaktan çekinmez. Avda teslim olmaz kolay kolay, mücadele eder sonuna kadar. Misinayı keser, ağın üzerinden atlar, avucunuzun içinden kaçar boş bulunursanız. Kıvrılıp bükülerek, inanılmaz yükselerek sandalın içinden, iskeleden bir bakmışsınız suya dalıp gitmiş. Boğazın Sultanı derler ona. O gerçekten denizlerin sultanıdır.

 Gün yeni ışıyordu. Hafiften bir esintiye kapılıp gelen tuzlu bir deniz kokusu vardı. İskelenin en ucundaki genişliği denizden çektiği suyla ıslattı, açtığı misinanın karışmaması için. İskelenin etrafı, ayaklarının arası, altı çoğu yaralı, kuyruğunun yarısı kopuk, yan tarafı dişlenmiş ürkek, lüfere yem olmaktan son anda kurtulmuş bir istavrit kalabalığı ile kaynıyordu. Lüfer korkusundan istavrit kıyıya kısılıp kalmış, kafasını çıkaramıyordu. Yüzeyde olanlara martılar pikeliyordu. Sabahın bu erken saatinde lüfer iyi vuruyordu bir iki saat kadar. Ondan sonra tık diye kesiyordu güneş yükselince.

Zokayı mantardan çıkardı. Misinayı düzgün helezonlar halinde ıslattığı zemine yaydı. Islak bir bez içine muntazam dilimlenmiş istavrit filetolarından birisini alarak dikkatle zokanın iğnesine geçirdi. Bu aralar bayılıyordu istavrite lüfer. Bakarsınız bir gün sonra dönüp bakmazdı bile. O zaman izmarit, zargana fileto denemek gerekirdi. Hatta bütün kumbalığı takarak lüfer tuttuğu bile olmuştu yem kıtlığında. Başının üzerinde giderek hızlan bir şekilde çevirdiği misinanın havayı yararken çıkardığı ıslık sesi şiddetlendiğinde, kolunun bütün gücüyle savurup attı zokayı olduğunca ileriye, denize. Suya düştüğü yerde giderek açılan, açıldıkça sönüklenen daireler bırakırken zoka, mantarı arkaya itip emniyete aldı. Aslında zokayla av sandaldan yapılırdı, kıyıdan olmazdı. Oltanın düştüğü yerde suyun derinliği beş metre var yoktu. Bu derinlikte yemle birlikte ağırlaşan zoka anında dibe inerdi. Ama balık o kadar çoktu ki sanki kafasına düşüyor, dibe inmeye fırsat bulamıyordu.

 Suyun içinde sırtının koyu yeşil harelenmeleri yanlarına doğru giderek menevişlenerek açılan, oradan itibaren karnına kadar bir gümüş beyazlığıyla inen iri bir kofana, bir baba lüferdi. Akıp geçiyordu. Gürültüye ürpermedi bile, dönüp bakmasıyla saldırması bir oldu geniş kuyruk yüzgecini vurarak. Daha misinanın boşunu bile alamamıştı, işaret parmağında teması algıladı, hafiften çekti. Çok kuvvetli bir şekilde aşağıya bastırıldı misina, aynı kuvvetle asıldı. Suyun içinde yarım kavis çizmiş misinanın boşu yay gibi hızla gerilip, ıslık çalarak düzleşmiş ve sular süzülerek suyun dışına çıkmıştı. Boşluk vermeden hızla, balığın ağırlığı işaret parmaklarını yakarken çekmeye başladı. Balık aşağıya, yukarıya, sağa sola hızlı yön değiştirmelerle bir kurtulma mücadelesine girmişti. Yaklaştıkça üstledi balık, suyun içinde güneşin ilk ışıklarını yansıtan bir ayna gibi parladı. Olanca hızıyla sudan yarım metre kadar çıkıp, ileriye doğru atlayıp tekrar suya daldı. Kurtulamadı. Hızla çekip iskeleye aldı. Sol elinin parmaklarını galsamalarına geçirip, sağ elinin parmaklarıyla zokayı çıkardı. Balık inanılmaz bir kuvvetle çırpınıyor, iri kuyuk yüzgeçi kolunu döğüyordu. Tuttu deniz suyu dolu kovaya bıraktı. Suları sıçratarak çırpınmaya devam etti, teslim olmadı. Sırtının yeşili şöyle bir parlayıp sönerken, sarı daireyle çevrili derinliği anlaşılmaz cam gibi gözlerinden deniz kızgın bakıyor gibisine geldi. Sönerken balığın renkleri, yükselen güneş ışıklarıyla günün renklerini canlandırıyordu...

 

 Akın Yazıcı

25 Eylül 2015/İzmit

 

 

 
Toplam blog
: 190
: 391
Kayıt tarihi
: 07.05.14
 
 

1965 Ankara Üniversitesi Tıp fakültesinden asker hekim olarak mezun oldum. Gülhane Askeri Tıp Aka..