Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Ocak '18

 
Kategori
Öykü
 

Babaannemin Patikleri

Babaannemin Patikleri
 

 Evimin salonunda, fıstık yeşili koltuklarımın üstüne oturmuş, gözyaşıma boğulmuş vaziyette, elimde babaannemin patikleriyle bugün onun ne kadar da haklı olduğunu anlıyorum.

 Babaannem; sülalenin en büyüğü olması hasebiyle, biraz da eski Osmanlı kadınlarından olduğu için her sözünün emir telakki edilmesini isteyen, sözü yerine getirilmediğinde huysuzluğun doruklarına çıkan bir kadındı. Günlerce kıyametleri koparmıştı o yırtık patikler için… Önce canım anacığımı suçladı: ‘’Dağınık gelin eline düştüm anam bacım, bakalım nereye koydu? Şunca zamanındır kaynanayım derli toplu olmayı, aldığını yerine koymayı yeni yetmelere öğrettim de bir buna öğretemedim. Yazıklar olsun bana da kaynanalığıma da…’’ Sonra ağabeyimin karısına sardı; ‘’Yırtık diye kaldırıp atmıştır bu gök gözlü!’’ diye.

 Yengemin gözleri maviydi ve babaannem sırf bu yüzden etmediğini bırakmazdı zavallı yengeme. Beş vakit namazında niyazında olmasına rağmen öyle çok batıl inançları vardı ki babaannemin, evde kim hastalansa, kimin başına bir şey gelse, kesinlikle yengemin nazarının değdiğini iddia ederdi.  Oysa Aslı yengem dünya iyisi biriydi ve asla babaanneme karşı saygıda kusur etmezdi. Yine de garibim ne yaparsa yapsın yaranamazdı babaanneme. 

  Annemi, geliniyle ilişkilerinde de beğenmez, laubali bulur, bunun için de söylenirdi. ‘’Gelin kısmını öyle rahata alıştırmayacaksın. Dilin de gözünde üstünde olacak! Yoksa bir daha seni büyük yerine koyup kaile almaz. Biz büyüklerimizden öyle gördük, öyle belledik. Kaç zaman sonra başımdaki yemeniyi yaşmak değil keçik ettim kaynatamın yanında da, iyi bir dayak yediydim heriften, ‘’Sen babamın yanında nasıl yaşmağını açarsın!’’ diye.  Bizde kaynata yanında yaşmaksız durmak, konuşmak ayıptı. Sonrasında az dayağını yemedim sebepli sebepsiz rahmetlinin ya orası ayrı. O da büyüklerinden öyle öğrenmişti. ‘’Hatun kişiyi öyle rahata alıştırmayacaksın, yoksa baş edemezsin!’’ demişler. Sen el üstün de tutuyorsun ya gör bak tepene çıkacak bu gelin. Saymayacak ne seni ne kocayı…’’

 Yengem günlerce yeminler etti çoluk çocuğun üstüne. ‘’Vallahi görmedim babaanne patiklerini. Bilmez miyim onlar senin en kıymetlilerin! Vallahi elimi bile sürmedim! İstersen sana yenisini öreyim ha ne dersin?’’ dedi de yeni bir kıyamet sebebi oluyordu az daha ‘’Siz onun ne anlama geldiğini bilmezsiniz; cahil cühela tayfası.’’ diye. Günlerce gizli gizli ağlarken gördüm babaannemi. Bazen dedemin resmini de eline alır; ‘’Kavuşma vakti yaklaştı Arif Bey… Bak patikler de gitti,  demek ki bize de yol göründü.’’  Bir anlam veremedim o zamanlar sözlerine.

  İkinci çocuğumu doğurmuştum o günlerde. Babamın çok istemesine rağmen okumak gibi bir niyetim olmadığından, liseyi bitirince gözümün ilk tuttuğu talibimle evlenmiş; ilk yılım dolarken ilk çocuğumu da kucağıma almıştım. Arası iki yıl geçmeden kızıma hamile kalmış, doğum sonrası en azından kırkım çıkıncaya kadar yardımcı olsunlar diye annemlere gelmiştim. Araya bayram da girince ev cümbür cemaat dolmuştu. Ağabeyim babamın yüzünü güldürmüş, makine mühendisliğini bitirmişti. İyi bir fabrikada da oldukça güzel mevkie gelmişti. Yengemle üniversitede tanışmışlardı. Başka bir memleketin insanı olmasına, örfü örfümüze adetleri adetlerimize uymasa bile çabucak kaynaşmıştı bizlerle. Evde kimseler yoktu o gün. Herkesler bir sebeple bir yerlere dağılmıştı. Baktım babaannem yine dedemin resmi ile dertleşiyor; yanına gittim. O patiklerin onun için neden bu kadar önemli olduğunu sordum. İçini çekerek başladı anlatmaya. Çok severdi beni. Onun anlattıklarını dinlemek masal gibi gelirdi bana. Önemli şeyler anlatırken hangimiz olursak olalım adımızı söylemez sadece ‘’torun’’ derdi.

 ‘’Bak torun insan denilen varlık kelebek misali bugün var yarın yok. Doğuyoruz el bebek gül bebek, büyüyoruz belki kıymetimiz biliniyor belki bilinmiyor. Hayat bu, bir şekilde akıp gidiyor. Çocukken yararlı olmak işe yaramak pek önemli olmuyor. Her şeyin tazesi genci seviliyor. Ama yaşlanmak var ya; o çok kötü. Ne zamanki yaşlanıyorsun, eski bir eşya gibi bir köşeye atılıyorsun. Yeri geliyor varlığın bile yük oluyor evdekilere. Eşyanın eskisinin en azından alıcısı var; insanoğlunun o da yok. Yemekten el çektiriliyorsun, yaptığın temizlik beğenilmiyor. İlk zamanlar en azından torunlar emanet ediliyordu; şimdi ‘’sen mukayyete olamazsın!’’ diye torun torbada inanılmıyor. Yani artık hiçbir işe yaramıyorsun. O patikler var ya o patikler;  daha gözüm görüp elim tutarken ördüğüm son patiklerdi. Onlara baktıkça bir zamanlar hala işe yaradığımı hatırlıyordum. Şimdi onlar da yok ve ben artık köşe yastığı gibiyim. Ölümün ne kadar yaklaştığını görebiliyorum. Korkuyor musun dersen her insan kadar. İşte bu yüzden o yırtık patikleri istemem. Bir zamanlar işe yaradığımı hatırlatan tek şey de gitti elimden. Demek ki zamanı geldi. Son ördüğüm şeyler de miadını doldurduğuna göre dedenle kavuşmamız artık yakın demektir. Yaşımı yaşadım. Ömür denizinden çekilme vakti geldi.’’

‘’Aman babaanne ya aklına neler getiriyorsun öyle.’’ dedim boğazıma oturan yumruğu yutkununca geçecekmiş gibi…

‘’Üzülme torun…’’ dedi. ‘’Üzülme hepimizin vakti gelecek bir gün. Allah sizin ömürlerinizi uzun etsin. Çoluğunuzla çocuğunuzla, eşinizle dostunuzla inşallah güzel bir ömür geçirirsiniz. Dileğim bu. Benim patikler kimseler görmeden ortadan kayboldu ya, herkesi suçladım ya, biliyorum aslında kimse saklamadı kimse atmadı. O patikler bana vaktimin geldiğini gitme zamanımın yaklaştığını ve helalleşmem gerektiğini söyledi.’’

‘’Öyle deme babaanne ya! Vallahi kalbim duracak şimdi. Seni çok seviyorum biliyorsun. Bizi bırakamazsın sen. Hem ne demek öyle işe yaramıyorum falan lafları. Sen bizim babaannemizsin, başka ne isteriz senden. Sen bizim için elmas gibisin zümrüt gibisin. Varlığın yeter evimizin bereketi için.’’

‘’Bunları seni üzmek için demedim ki torun. İçime doğanları söyledim. Hem Allah’tan başkası bilemez zaten bizim ne zaman öleceğimizi. Yine de hakkınızı helal edin. Çok iyi evlat oldunuz, çok harika torunlarsınız. Bakma o gök gözlüyü sevmiyorum diyorum ama maşallah o da pırlanta gibi. Kusuruma bakmasın artık. Yaşlılık tutamıyoruz işte çenemizi.’’

  Konuşacak kelime bulamıyordum. Teselli cümleleri tükenmişti sanki. Sadece sarıldım sımsıkı. Öptüm kokladım. Kızımın ağlama sesi ile kalktım gittim. Bu konuşmanın üzerinden on gün geçmemişti ki babaannem önce ağırlaştı sonra hakkın rahmetine kavuştu. Günlerce söyledikleri kulaklarımda çınladı. İnsan ölümünü hissedebilir miydi?  Kızımın kırkından sonra babaannemin de kırkı çıktı, sonra eşim bizi aldı ve evimize döndük. İlk çocuğumda olduğu gibi kızım içinde anılar kutusu hazırlamayı ihmal etmemiş annemlerde başlamıştım anılarını biriktirmeye. Bazı ilkleri ve bazı şeyleri saklamak âdetimdi. Doğumunda taktığım kurdeleden tutunda, tenine değen ilk lif, ilk sabunu, ultrason resimlerine kadar her şeylerini biriktirirdim. Eve geldiğimiz ilk günlerde bebeğin sevinci ile babaannemin ölümü birbirine karışmış günlerce açmamıştım kızımın kutusunu. Sersem gibiydim. Buruk bir mutluluk yaşıyordum. Kızımı nüfusa kaydettirdiğimiz için babaannemin adını yazdıramamıştım ama eşimin de rızasını alarak en azından göbek adını ‘’Mediha’’ koymuştum.

  Eşim subaydı. Bazen günlerce tatbikatları olur, evin yolunu unuturdu. Öyle gecelerin birinde, çocukları uyuttuktan sonra çabucak büyüyen kızımın artık küçük gelen birkaç giysisini koymak için kutuyu açtım. Gözlerime inanamıyordum. Günlerce aradığımız, bir sürü azarlar işittiğimiz, babaannemin uğruna günlerce gizlice ağladığı o patikler kızımın anılar kutusundaydı. En üstte öylece duruyordu. O kutuya nasıl girmişti, onu oraya kim koymuştu hiçbir fikrim yoktu. Elimde babaannemin patikleri, gözlerimde yaşlar, çocukları uyandırmaktan korkarak sessizce dakikalarca ağladım. Ve günler sonra bunların babaannemden bir hatıra olarak melekler tarafından bana ulaştırıldığına inandım.

  Zamanla çoluğun çocuğun derdi, hayat telaşı derken unutup gitmiştim bu patikleri. Bugün hem oğlumun hem kızımın anılar kutusunu karıştırırken tekrar karşılaştık işte. Ve altmış yaşımda ne kadar da erken kenara atıldığımın farkındayım artık. Çocuklarımız bizim kadar bile sabırlı olamadılar bizi bir kenara atmak için. Eskiler en azından torunlara bakması için büyüklerden destek alırlardı. Ama yeni nesil sanki kendilerini yetiştiren anne babaları değilmiş, kendi başlarına büyümüşler gibi evlatlarını bize emanet dahi edemiyorlar.  Artık çocukların eğitimli bakıcıları ve özel hocaları var. Eşimi de erkenden kaybedince hepten yalnız kaldım yalan dünyada. Babaannemi babam hiçbir kimselere bırakmamış, yanından ayırmamıştı. Ve annem kendi kızı olsa ancak onun kadar bakar, el üstünde tutardı. Hiçbir sözüne gönül koymaz, ‘’Büyüktür, elbet dediğinde bir hikmet vardır!’’ diye karşı gelmezdi.  Bense iki çocuğumun yanına da fazla gelmiştim. Kendi evimde oturuyordum. Eşimden maaşım vardı. Bir de haftada bir temizlik için bir kadın geliyordu. Çocuklar arada ziyaretime gelirler,  az bir zaman kalırlar sonra giderlerdi. Hepsi buydu işte. Ben mi yanlış yetiştirdim yoksa zamane çocukları hep mi böyle bilmiyorum. Ama babaannemin ne kadar şanslı olduğunu şimdi daha iyi görebiliyorum. Babaannem; ölümünün artık yaklaşmış olduğunu doksan iki yaşında hissetmişti. Oysa ben altmış yaşımda eşimin beni yanına çağırdığını duyar gibiyim. İşin doğrusu sanırım ben de artık onun yanında olmak istiyorum.  Benim kaybolan patiklere ihtiyacım da yok böyle hissetmek için… Ve kaybolsa bile patiklerin derdine düşecek ne evlatlarım var; ne de torunlarım…

 

KİBELENİN GÜNCESİ/2012

GÜLHAN GENÇ

 

 
Toplam blog
: 11
: 165
Kayıt tarihi
: 26.01.18
 
 

  Kelimelerle tanıştığım gün başladı edebiyata tutkunluğum. Önce kelimelerden cümleler kurmayı öğ..

 
 
 
 
 
Toplam blog
: 11
: 165
Kayıt tarihi
: 26.01.18
 
 

  Kelimelerle tanıştığım gün başladı edebiyata tutkunluğum. Önce kelimelerden cümleler kurmayı öğ..