Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Mayıs '09

 
Kategori
Edebiyat
 

Babil'de ölüm İstanbul'da aşk üzerine bir deneme

Babil'de ölüm İstanbul'da aşk üzerine bir deneme
 

İskender Pala’nın ilk romanı olan Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk, bir romancının elinden çıkmadığı ilk bakışta belli olan bir kitap. İlk baskısı 2003 yılında yapılan eser, yazarın divan edebiyatı üzerine yaptığı uzun çalışmaları sonucu oryaya çıkmış bir anlatı ve yine yazarın pek sevdiği ve önemsediğini düşündüğümüz Fuzuli-Aşk-Şiir müsellesine dair bir hikâye hükmünde. Divan edebiyatın dirilten adam gibi sıfatlarlarla tanınan yazar bu yönü ile haklı bir ün kazandı. Divan edebiyatının bir heyula olmadığını, anlaşılmaz, kuş diye yazılmış bir karmaşık külliyat olmadığını canhıraş bir çabayla anlattı durdu yıllardır. Başarılı da olduğunu söyleyebiliriz çünkü bugün bir takım gençler tarafından Fuzuli yeniden az buşuk da olsa biliniyorsa, divan edebiyatı başlıklı kitaplar birden fazla baskı yapabiliyorsa bunda İskender Pala’nın rolü yadsınamaz kuşkusuz. Bir edebiyat araştırmacısı olarak ortaya koyduğu başarısını romanında da beklemek baştan hayal kırıklığına yol açabilir nitekim kalemi iyi olsa da dahi birinin romancı olması öyle kolay iş değil. Roman bambaşka bir iklimdir, gerçek romancı da bambaşka bir kumaşa sahiptir. Edebi olarak çok yüksek beklentiler olmadan okunması gereken bir kitap Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk da. Kanunî Sultan Süleyman’ın Bağdad’a girişi ile başlıyor eser. Orduyu Hümayun’un Bağdad surlarını döven top sesleri işitilirken Hilleli Mehmet Efendi (Şair Fuzuli) bilimler akademisi adlı kütüphanede araştırmaları için bazı kadim yazmalara bakmaktadır. Şehir muhasara edilmiş ve düşmek üzereyken, ahali muhteşem sultanın şehre girişini temaşa etmek için sokaklara dökülmüşken kütüphanede araştırma yapan Fuzuli ve ona aradığı ciltleri bulması için yardım eden Süryanî kör kütüphanecinin hali tuhaftır. Bu esnada bir acayip iş daha olur ve kör kütüphaneci sultan şehre girmezden evvel, az bir zamanı kaldığını ifade ederek Fuzuli’ye bir takım emanetler bırakıp oracıkta intihar eder. Bu gizemli işin arkasında kadim Babil ilim geleneği ve birikiminin muhafaza edilmesi vardır. Fuzuli kendisine verilen emanetin kıymetini anlar ancak bu işin peşine düşmek istemez. Nitekim kütüphanecinin son nefesinden az evvel kendisine güvenerek emanet ettiği bu sırrın kilidi hükmünde olan şifreyi korumak için kendince bir yol bulmak ister. Bulduğu yöntem elbette en iyi bildiği işle alakalı olacaktır. Bu sıralarda İstanbul’dan Bağdad’a gelen Şair Hayali’nin ricası ve tavsiyesi ile Leyla ve Mecnun hikâyesini Türkçe yazmaya başlar ve muhafaza etmek istediği Babil sırını bu şiirin dizelerinde kendince bir yöntem geliştirerek şifreler. Edebî değeri ile döneminde oldukça kıymetli bir eser hükmünde olan bu kitap aynı zamanda Babil sırlarını da ihtiva etmektedir ve okuyucu bu merhaleden sonra işbu kitabın ağzından onun baş döndürücü hikâyesini okur. Leyla ve Mecnun (L&M) önce Konstantiniyye’ye, imparatorluğun payitahtına gelir ve burada devrin sultanına sunulmak üzere ciltlenir, tezhiplenir, dönemin en ünlü nakkaşlarının eliyle minyatürlerle bezenip süslenir. Konstantiniyye’nin ünlü tezhip sanatkârları, mücellitleri ve nakkaşları elinde geçen bu dönemi kitabın dilinden okuruz biz. Kanaatimize göre romanın en başarılı bölümlerini teşkil eden bu sayfalarda canlı bir anlatım ve zengin bir çevre vardır.Saraya layık bir şekilde süslendikten sonra imparatorluğun kalbi Topkapı Sarayı’na girer L&M. Burada sultanın, hanım sultanın, kalfaların ve cariyelerin elinde nice geceler boyu gözyaşları ve türlü duygular ile defalarca okunur. Saraydan kaçan bir cariyenin koynunda saraylı hayatı biten kitabın, bundan sonraki serüveni acıklıdır zira dünyanın çok farklı yerlerinde, çok farklı amaçları olan insanlar elinde hızlı ve yorucu bir yolculuk başlar. Bu yolculukta onu edebi değeri ve Fuzuli’nin elinden çıkmış olması hasebiyle baş üstünde tutan Bakî ve Nedîm gibi şairler eline düştüğü gibi, dönem dönemde sakladığı sırrın peşinde olanlar eline düşer. Yüz yıllar süren macerasında türlü maksatlarla peşine düşen hırslı âdemoğulları ile havvakızlarının elinde türlü eza ve cefalar çeker L&M. Gün gelir İştar Tapınağı’nın gizli kapılarını açacak olan şifreleri çözmek uğruna bağrına türlü çizikler atılır, gün gelir onu ele geçirmek isteyen hazine avcısı çeteler yüzünden savaşların ortasında kalıp güzelim cildi dağılır. Bu serüven boyunca kâh Evliya Çelebi, Şair Nabi gibi kadrini bilenler elinde, kâh Roma’da Papalık kütüphanesinde, kâh Silistre kale kumandanının kulelerinde, kâh Paris’te bir jöntürkün elinde yılları, yüzyılları geçer. En nihayetinde gün gelir sır çözülür, İştar Tapınağı bulunur ancak yağmacı hazine avcıları galip gelmiştir. Hülasa tapınağın kapısı açılır ve Babil Tanrılarının altın heykelleri yağma edilir. Bu esnada içlerinde kıymetli taşlar bulmak ümidiyle paramparça edilen Babil’in kadim bilimsel tabletleri ile insanlığın uzay araştırmalarında vardığı en yüksek merhalenin birikimi de hâk ile yeksan olur. Böylece vazifesi bir anlamda tamamlanan L&M son istiratgâhı olan Süleymaniye kütüphanesindeki rafına yerleştirilir. Hâlâ oradadır ve nice sırlar ile yüzyılların yorgunluğunu taşıyan sayfalarını açacak bir meraklısını beklemektedir. Tatmin etmeyen, ne oldu peki şimdi dedirten bir bitiştir kitabın nihayeti. Aslında bu birazda kitabı hangi bakış açısıyla ya da neresinden okuduğunuza bağlı. Eğer kendinizi Babil’in gizemlerine ya da hazinelerinin peşinde bir gerilime kaptırdıysanız elbette bu son sizi tatmin etmeyecektir. Yok, Babil’in sırları ya da hazineleri değil de hikâye boyunca tanıştığınız şairler, paşalar, cariyeler; gezip gördüğünüz diyarlar sürükleyip getirdi ise sizi bu sona, o zaman zaten bilirsiniz ki bu hikâye bitmedi ki kitap bitsin. Türk dili yaşıyor, birkaç mertebeden türevi alınmış olsa da aşk hala var, divan edebiyatı dahi yaşıyor, şu halde nokta koymaya ne gerek var ki…
 
Toplam blog
: 4
: 3579
Kayıt tarihi
: 25.04.09
 
 

İstanbul Teknik Üniversitesi'nde Makine Mühendisliği okuyorum. Bir kaçış ve alem-i tahayyül olarak e..