Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Şubat '08

 
Kategori
Öykü
 

Bacısı üniversiteye alınmayan şehit

Bacısı üniversiteye alınmayan şehit
 

Gecenin perdelediği güneş, yerini karanlığa bırakırken bir buruk veda busesi ile ayrıldı boğazdan. Haydarpaşa Garında yolculuk telaşına kapılmış kalabalıklar, Sultan Ahmet, Ayasofya, Süleymaniye siluetine düşen kızıllığın arkasından gelen karanlığı göremediler. Gar görevlisinin son düdüğü ile Doğu Ekspresi derin bir nefes alıp yılların verdiği yorgunlukla yola koyuluyor.

İstanbul’a her dönüşünde Anadolu’dan binlerce umut ve hasret getirirken, Anadolu’ya dönüşlerinde hüzün ve vuslatı götürüyor trenler. Trenin bu gidişi yarına idi, Kurban bayramına yetiştirmeye çalışıyordu bütün yolcularını.

Bir cenaze marşının soğuk ritmi ile hareketlenen tren, raylara alıştıkça hızlanıyor. Kompartımanın penceresinden son bir defa İstanbul’u görmek isteyenlerin başları öne düşüyor. 12 numaralı kompartımanın camına başını yaslamış genç kızın bakışlarındaki hüzün ise bir daha başka yansıyor trenin camından.

Karanlıktaki ışıl ışıl İstanbul genç kızın gözlerini gözyaşlarının perdelemesi ile önce siyah beyaz görüntüye dönüşüyor sonra yavaş yavaş flulaşıyor. İstanbul’a son bir daha bakmak için örtüsünün kenarı ile gözyaşını siliyor. O eski İstanbul İstanbul değildi artık.

Anadolu’nun aydınlık sabahlarına varmak için Doğu Ekspres’inin karanlıkta çok yol kat emesi lazım. Aydınlığa yolcularını ulaştırmak için bütün güzünü raylara yüklüyor tren.

Yolculuk nereye sorusu ile başlayan sohbetler “memleket hasreti, memleket meseleleri, memleket türküleri” ile gece yarısına kadar sürüp gitti.
İki bin yıl öncesinden yanardağların püskürttüğü lavlarda taslaşmış Sodom ve Gomorra kentlilerinin taşlaşmış bedenleri gibi hiç kıpır damdan saatlerce dışarıya öylece bakıp durdu 12 numaralı kompartımandaki genç kız. Baş örtüsünün arkasına sakladığı gözyaşı olmasa bir heykelden farkı kalmayacak.

Yolculardan bazılarının dikkatini çekse de bu durum, pek de umursamadılar. Işıklar sönünce uykuya çekildi bütün yolcular bir bir.

O işte tam pencerenin yanında kıpırdamadan duran o genç kızın içinde fırtınalar kopuyordu. Ne tren, ne raylar nede insanlar farkında idi bunun. Adı Hilal Gül’dü.

Anadolu’da kaderleri hep aynı olan bir kasabada erkek bir kardeşi ile ikiz doğmuştu. Annesi kendilerini doğururken ölmüş. Kadının kocasına vasiyeti çocuklarını okut olmuş. Bir oğlu bir kızı olan Kara Ahmet karısının ölümünden sonra evlenmemiş. Çocuklarına hem analık hem de babalık yapmış. Kızı zorluklar içinde okuyup Cerrahpaşa tıp fakültesini kazanmış, oğlu Mehmet de liseden sonra üniversite sınavını kazanamayınca askere gitmiş.

Başını cama yaslayıp uyumaya çalışsa da Hilal Gül uyuyamıyordu. Kafasında cevabını veremediği onlarca soru dolaşıyordu. Hafif dalsa darbeci zindanlarında işkence görmüş mahkûmlar gibi uykusundan sıçrıyordu. İkna odalarında kendisine ve kendisi gibi giyinen arkadaşlarına ikna odalarında günlerce adi bir suçlu gibi psikolojik işkence yapılmıştı.

Hilal Gül annesinin vasiyeti, babasının gururu, kardeşinin umudu idi. Bu yolculukla ne vasiyet, ne gurur ne de umut kalmıştı.

Başarılı bir öğrenci olmasına rağmen okuldan kovulmuştu. Hem de onları aydınlatmayı düşünen öğretim görevlileri tarafından.

Suçu ne hücre evlerinde örgütlenmek, ne okul kantinlerine bomba koymak, ne eylemlere karışıp polise taş atmak ne okulda uyuşturucu satmak ne otellerde iş adamlarına meze olmak. Bunları yapsa da suç sayılmaz en demokratik hakkını kullanmış, özgür genç olurdu zaten. Onun çok büyük bir suçu vardı annesi gibi “başını örtmek”.

Üniversitenin ikna odalarında her ne kadar “İnancım gereği örtünüyorum, ben özgür iradeli bir bireyim. İnsanların inanma ve giyinme özgürlüğü var, Anayasaya göre eğitim hakkı engellenemez.” dese de kimseyi ikna edemedi. Binlerce arkadaşı ile devleti yıkmakla, rejime dinamit koymakla, başı açıklara baskı yapmakla suçlandı. Yobaz, gerici, çağdışı olmakla itham edildiler.
Oysa ne de severdi ülkesini, insanını. Okuyacak memurların gelmek istemediği kasabasına doktor olarak gidecekti. Halkının yarasına merhem olacaktı.
Ama olmadı başı eğik önde gidiyordu.

“Ülkeni sevmek imandandır.” diye kendisini öğütleyen babasına nasıl okuldan kovuldum diyecekti. Herkes babasına bayram hediyesi olarak en güzel armağanlar götürürken o babasına örtüsünün altına gizediği“ Gözyaşını hediyesini” nasıl sunacaktı.

Ya Cudi dağlarında kendisinin, Vatan, Namus, Bayrak, Din için askerlik yaptığını bu değerler için “ biz okuyamadık sen oku kardeşim” diye mektuplar yazan kardeşi Mehmet’in mektubuna ne cevap yazacaktı.

Karanlık bastırıyordu. Gece gaz lambasının rüzgârda titreyen alev ışığı gibi tek tek geride kalıyordu sarı sarı ışıkları ile köyler, kasabalar, şehirler.

Dalıverdi bir ara yorgun ve nemli gözleri. Gözlerini araladığında güneş çoktan doğmuştu. Yabancı olmadığı dağları, ovaları gördüğünde memleketine geldiğini anladı. “Sana böyle başı önce gelmemeli idim memleketim” diye içinden geçirdi. İçinde bir burukluğun yanında inancından dolayı kovulmanın bir gururu da vardı.

Tren istasyonda durduğu da kasabada inen tek o oldu. Babası kendisini bekleyecekti istasyonda. Etrafı şöyle bir süzdü. Ne babası nede başka birisi vardı. Terkedilmiş bir istasyon diyecekti Gar görevlisi olmasa buraya.

Gar görevlisin babasının arkadaşı idi. Hilal Gül bavulları ile inerken gar görevlisi kaçamak bakışlarla genç kıza bir baktı. Görmemiş gibi işini yaptı. Treni yoluna bir düdükle uğurladı. Babasını göremeyince Hilal Gül elleri böğründe terkedilmiş çocuk gibi istasyonda öylece kala kaldı. Babam neden gelmedi, insanlar nereye gitmiş diye dalmışken “Hoş geldin, Hilalimiz, Gülümüz” acı bir ses tonu ile seslenen Gar görevlisinin sesinin geldiği yöne döndü.
“Hoş bulduk Hüseyin amca. Bu nasıl bayram ortalıkta kimseler yok, nerede kurbanlıklar, Babamı da göremedim, bekleyecekti” diye cümleler ağzından döküldü.

Gar görevlisi başını eğdi sustu, sustu sustu…

Başını kaldırdı “bugün bayram olmasına bayramda kalleşlere bayram kızım, hainlere bayram öz yurdunda gariplere bayram gelmedi daha gelmedi Hilalim” ağlayarak kıza sarıldı.

“Bugün baban buraya gelemeyecek kızım. Ağabeyin de bayrama geldi al bayraklar içinde. Baban, onu karşılamaya giderken oda karıştı sonsuzluk kervanına. Kalbi dayanamadı. Bu bayramda kardeşin vatana, bana kardeşine kurban oldu. Koş kızım koş Ulu Cami’de son istasyondan sonsuz yolculuğa çıkıyorlar koş. Son vedanı yap onlara.”

Ülkesinin hilali, kasabasının gülü gar görevlisi sözünü bitirmeden Ulu Cami’ye doğru son hızı ile koşmaya başladı. Şehit Mehmedine, Babasına koşuyordu.
Hilal Gül koştukça başı dönüyor, binalar, ağaçlar, yollar, birbirine karışıyordu. Geçmiş ve gelecek anılar, bayrak, örtü, vatan, kasaba, umut, kardeş, terör, asker, halk … birbirine karışıyordu.

Ulu camii önce mahşeri bir kalabalık toplanmış. İmam cenaze namazını kıldırıyordu. Dudaktaki dua kıpırtılarından başka çıt çıkmıyordu mahşeri kalabalıktan.

Bu hüzünlü sessizliği Hilal Gül’ün çığlığı böldü.

“Babaaaaa, Mehmeeeeeeeeeet”

Kalabalık bu çığlığa yol açtı. İmam dayanamayıp namazı yarıda kesti. İmamın arkasında saf tutmuş, siyah takım elbiseli politikacılar, Üniformalı askerler, cüppeleri ile cenazeye katılmış üniversiteli öğretim görevlileri, Vali, Kaymakam, Belediye Başkanı, daire amirleri ve arkalarında yoksul ve hüzünlü kasabalılar. Bütün cemaatte cenaze namazını bozdu.

Hilal Gül bir tabutlara baktı. Bir kalabalığın ön safında duranlara. Bir yanında Vatan, Bayrak, Örtü, namus, ezan için şehit düşmüş kardeşi. Diğer yanda sırf başını inancı için örten genç Anadolu kızlarını, üniversitelerden, kovan, memuriyetten atan bir ihanet safı.

Herkesin gözü Hilal Gül de. Onun gözü herkeste. Ani bir hareket yaparak başındaki uğruna ölünen ve öldürülen başörtüsünü çekip çıkardı.

Olabildiğince haykırdı.
“ Mehmedim bunun için şehit oldu, Siz bunun için hayatımı karattınız.” Ön saftakilere doğru döndü yere tükürdü. Örtüsünü alıp al bayrağa sarılı tabutun üzerine örttü.

Bayrağın hilaline sarıldı. Ayaklarının bağı çözüldü. Dizleri kırıldı yavaş yavaş. Bir eli bayrağın hilalinde, bir eli örtüde kaldı kısa bir an. Sonra yavaş yavaş yıkıldı tüm dünyanın gözleri önünde. Babası ile kardeşinin yanına giderken gülümsüyordu.

 
Toplam blog
: 65
: 3295
Kayıt tarihi
: 16.01.07
 
 

Çeşitli dergi ve gazetelerde, gezi, deneme, öykü, şiir yazan bir yazar. ..