Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Ekim '12

 
Kategori
Kitap
 

Balıkçı kazak giyen Kazak balıkçı

Balıkçı kazak giyen Kazak balıkçı
 

Kıvanç Tatlıtuğ


Sizce Türkiye'de kitap okunuyor mu? Peki bir ülkede daha doğru düzgün kitap bile okunmuyorken, 'kitap eleştirisi ' okunur mu? Tamaaam, ilk ikisine hayır dediğinize göre, hadi bakalım şimdi şu soruyu da yanıtlayın o zaman, ''Bir adam, okunmayacağını bile bile niye yazar?''

Eğer gerçektende doyurucu bir yanıtınız varsa, yazın da ben de cehaletten kurtulayım. Çünkü ben, bunu mütemadiyen yapıyorum. Evet evet 'kitap eleştirisi' yazmayı.

Televizyon dizisi ile ilgili yazılarım binlerce, güncele dair olanlar da yüzlerce 'tık' alıyorken -ki ben onu 'bakılma' şeklinde kabul ediyorum- kitap eleştirilerim ise bir elin parmakları kadar okunup, tarihin pardon milliyetblog'un tozlu sayfalarında yerlerini buluyorlar.

Haaa bu çok umurumda mı? Tabiki değil. Banane kardeşim, adamlar okunmayan kitaplar yazmışlarsa, ben niye kafaya takayım? Kitabı okunmamış adam kafaya takmayacak da, edebiyat alanında blog yazarı olmaktan öte bir 'unvan'ı bile olmayan ben, niye kendimi dert sahibi yapıp, ''Ah ah ah vah vah vah, güzelim eleştirimi kimsecikler de okumamış, bak gördün mü?'' diye üzüleceğim. Hiç işim olmaz vallahi.

Ancaaaak, bu blog'da durum biraz değişik. Kısaca 'eleştiri'sini yapacağım kitap, bir dünya devi Tolstoy'un tam olarak sayısını bilememekle beraber tüm dünyada muhtemelen milyonlarca satmış bir klasiği ; 'Kazaklar'.

Bu yüzden de en azından artık bu yazı için,  ''Zaten kitap da okunmamıştı ki, eleştirisi okunsun...'' bahanesinin arkasına saklanamam. Okunmazsam söyleyebileceğim en fazla şey, ''Moderatörler öne çıkarmadılar, yazımı sakladılar, kimse görmediği için de tıklanmadı'' falan gibi sadece kendimi kandırabileceğim tırışkadan, sudan sebepler olabilir.

Kendime göre uyanıklık yapıp başlığa dikkat çekebileceğini düşündüğüm bir kelime oyunu, girişe ilgi uyandırabilecek sorular ve bir de tabi en önemlisi görsel kısmına da medarı iftiharımız Kıvanç'ımızın fotoğrafı konularak,  rüzgardaki yaprak misali milliyetblog'da ortalarda gezinip, okuyacak yazı arayan üyeleri çekebilmek amaçlandı. Evet evet o pazarlardaki çığırtkanların yaptıklarından, bağıra çağıra tezgaha adam toplamak. İlgi çekip, merak uyandırdıktan sonra da tezgahtaki yani arşivdeki daha eli yüzü düzgün ama az okunan yazılarımı okutabilmek gibi, çok da kimseye zararı olmayan bir 'üçkağıt' ya da piyasanın profesyonellerinin motto'su ''Reklamın iyisi kötüsü olmaz'' gibi bir şey.

Neyse bu kadar laf salatası sanırım yeter, önden sıcaklarla başlayabiliriz..

Halkımda bulunduğunu bildiğim malum kafakarışıklığını, baştan bir düzelteyim. Kazaklar, Rusya'nın içlerinde doğa ile iç içe yaşarlar. Kazakların bir kaç kolu vardır. Don Kazakları, Kuban Kazakları, Terek Kazakları. Bu roman da Terek Kazakları arasında geçiyor. Bunun dışında bir de Kazakistan'da yaşayan insanlar vardır ki (doğrusu sanki Kazahistan mı olmalı ne?) adları Kazah'tır, karıştırmamak gerekir. Böylece didaktizmin de dibini bulduktan sonra, gerçekten de romanın eleştirisine geçelim isterseniz.

Benim okuduğum kitap, 1966 yılı basımı ve Leyla Soykut çevirisi. Rusça kitapların, özellikle de klasiklerin Türkçe çevirilerindeki 'anlaşılmazlık' bu kitapta söz konusu bile değil. Ancak ne yazık ki ülkemizde Rusça aslından çeviri kitaplarla çok sık karşılaşamıyoruz. Eserler genellikle Rusça'dan İngilizce'ye çevrilirken İngiliz Kültürü ve İngilizce sesler dikkate alındığı için, bir de İngilizce'den Türkçe'ye ikinci bir tercüme, doğrusu insanın tüm okuma keyfini alıp götürüyor.

Örneklerle dediklerimi daha anlaşılır kılmaya çalışayım. Mesela Rusça'da 'ç' sesini veren bir harf var ve Türkçe'ye de bunu tek harfle çevirmek söz konusuyken illa da 'ch' ile yazmadan olmuyor. Aynı şey 'ş' harfinde de geçerli, 'sh'.

Yüzyıllardır iyi kötü komşumuz olan, milyonlarca 'soydaş'ımızın ve müslümanın yaşadığı, ayrıca kim ne derse desin kültürel açıdan da bir çok ortak noktamızın olduğu Rusya'nın edebiyat eserlerini doğrudan Türkçe'ye çevirmek yerine, İngilizce'nin aracılığına başvurmak, aslında en yalın anlatımıyla kulağı tersten göstermekten başka bir şey değil. Bir de televizyonlarda falan da başımıza bela olan, o asla Türkçe olamayacak 'çeviri felaketi' diyalogları da hesaba katarsak, yazın plajda içilen gazı kaçmış sıcak kola tadında örnekler ortaya çıkıyor desem...

O kadar uzun uzun yazdım ama acaba şöyle bir soru ile işi özetleseydim daha mı anlaşılır olurdu?

''Hey adamım, bilmem ne demek istediğimi anlatabildim mi?''

Tolstoy; Kazaklar adlı bu romanında Kafkasların kuzeyinde, Terek Irmağı civarında yaşayan Kazaklar ile Çeçenler arasındaki gerilimi, Kazakların günlük 'olağan' hayatlarını ve Moskova'daki ortamından sıkılıp kaçarak aralarına yedeksubay olarak gelen yirmi dört yaşındaki mirasyedi bir Rus'u anlatıyor.

Eğer Tolstoy'un ne büyük bir yazar, dünyaca ne kadar kabul görmüş ve çok sayıda da insana ulaşıp eserlerini sevdirmiş olduğunu bir kenara bırakırsak, bence roman çok güzel tasvirlerle süslenmiş ve ayrıca okuru da içine alma başarısını göstermesine rağmen, Dimitriy Andreyeviç Olenin adındaki  kahramanın davranışları, kendi kendine yüksek sesle dile getirdiği duyguları ve yaşadıkları açısından, sanki havada kalmış hissi uyandırıyor. 

''Hayatta her şey tartışılabilmeli, tabulara yer yok'' furyasının da etkisindeymişcesine kendisini dev aynasında görüyor ve koskoca Tolstoy'u eleştiriyor gibi anlaşılmak da doğrusu istemem ama, büyük yazarın bu eserinde ne roman kahramanlarını ne de diyalogları, açıkçası  içime çok sindiremedim.

Dimitri'nin hizmetkarı İvan, Vanya, Vanyuşa romanda kendisine az söz düşen dolayısıyla da az konuşan bir karakter. Efendisinin hayallerini süsleyen Kazak kızı Mariya, Maryana ise deli dolu, ne istediği ne de konuştuğu anlaşılan bir 'köylü kızı'. Sarhoş Yuri, romandaki belki de en ilginç karakter ama doğrusu okura keyif veren tek bir monologu bile yok. Dimitriy'in Kazak köyündeki ev sahipleri ve Maryana'nın da annesi olan Ulitka teyze ile babası İlya Vasilyeviç de romanda arada kaybolup gidiyorlar. Okuma yazması bile olmayan ancak köyün en delidolu delikanlısı ve  Mariya'nın da sevgilisi(!) Lukaşka da, tam her gördüğü şeyi isteyen şımarık bir çocuk gibi davranıyor. En güzel kız, en güzel at, en güzel silah. Kısaca Tolstoy olayı, ''At, avrat,silah''a çoktan bağlamış gibi görünüyor.

Moskova'da arkadaşlarıyla kumar oynadığı bir gecenin ardından ve borçları da biraz daha kabarmış olarak masadan sabaha karşı kalkan Dimitri, kendini bulmak ve aynı zamanda da alacağı maaşla, terzisine bile borçlu olduğu durumundan kurtulabilmek için, yedeksubay rütbesi ile orduya yazılır. Görev yeri belirlenip de uzun bir yolculuğun ardından Terek ırmağının kıyısına vardığında, ilk iş olarak kendisini her şeyden soyutlar.

İnsanlarla görüşmek yerine, sabahtan akşama ırmak kenarında dolanır. Aradan bir süre geçtikten sonra da, sarhoş Yeroşka'nın onu ava götürmesi üzerine yeteneği ve tecrübesi de olan bu konuya tüm zamanını verir. Avlanabilmek için, nehrin karşı kıyısındaki düşmanlara bile aldırmayarak sabahtan akşama kadar ormanda bir nevi terapi yerine de geçecek şekilde elinde tüfeği, kemerinde de vurduğu sülünler gezinir durur.

Köylüler kendilerine uzak duran ve ancak sabah evden çıkıp akşam da geri dönerken yüzünü görebildikleri bu yedeksubaydansa, aynı zamanda Dimitriy'in de Moskova'dan arkadaşı olan Beletski'ye yakınlık gösterirler. Köyün kızları da ailelerinin hoşgörü sınırları dahilinde olmak üzere Beletski ile birlikte kendilerince eğlenceler düzenlerler.

Dimitri tüm bu tekdüze hayatın arasında, mutluluğun vererek sahip olunabilecek bir şey olduğunu keşfeder ve bunu da pratiğe geçirebilmek için Mariya'nın sevgilisi Lukaşka'ya atlarından birisini hediye eder. Mutludur çünkü birisini mutlu etmiştir. Kendisinin de en sonunda artık Moskova'nın yalan dünyasından uzak, herşeyin doğal olduğu bu coğrafyada mutluluğu bulduğuna karar verir. Tüm bunların sonucunda artık level atlamış, bu  ilk başlarda tamamen yabancısı olduğu yerde bir Kazak kızı ile evlenip, ömrünün sonuna kadar huzurlu ve mutlu bir şekilde yaşamayı hayal etme aşamasına geçmiştir.

Beletski de olan bitenin farkındadır. Dimitri Mariya'yı sevmekte ama ona açılamamaktadır falan filan...

Siz okumaktan sıkılmadıysanız bile inanın ben yazmaktan sıkıldım, tam eski Türk filmleri tadında bir şey diyeceğim ama zaten başta da dediğim gibi roman, Kafkaslarla ilgili yani aslında bize çok da uzak bir coğrafyada geçmiyor, ne var ki yazarın ismi Tolstoy olunca kitabın sonunda yaşanan hayal kırıklığı da aynı oranda büyüyor.

Yine de bu yazıyı güzel bitirmek istediğim için, kitaptan çok hoşuma giden iki ayrı bölüm yazımın da son cümleleri olsunlar istedim.

Bütün sokağı kaplayan, yıllardır insanların yanından geçtiği kocaman bir su birikintisinin beri yanından güçlükle çitlere yapışarak yalın ayak yürüyen genç bir Kazak kadını sırtında odun taşıyordu. Entarisinin eteğini bembeyaz ayaklarının üzerinde hafifçe yukarı kaldırmıştı...

Bir omzuna sülünlere sessizce yaklaşabilmek için kullanılan bir 'kısrak', içinde bir tavuk bulunan çuval ve atmacayı kışkırtmak için yapılmış özel bir alet asmıştı. Öbür omzuna da öldürdüğü bir yaban kedisini atıvermişti. Arkasında kuşağının altında, içi fişek, barut, ekmek dolu bir torba, sivrisinekleri kovmak için kullandığı bir at kuyruğu, üzerinde eskiden kalmış kan lekeleri bulunan çatal şeklinde iki başlı bir hançer ve iki de ölü sülün sallanıyordu...

Nasıl da ustaca, sahneleri insanın hayalinde canlandırmasını sağlıyor değil mi? İşte bu yüzden siz bakmayın bana, bunca insan yıllardır zevkle okuduğuna göre, Tolstoy tabiki de büyük ve saygın bir yazardır.

Durmak yok, okumaya devam...

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..