Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Temmuz '14

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Balkanlarda 4200 kilometre: Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek

Balkanlarda 4200 kilometre: Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek
 

Drina Köprüsü, Visegrad, Bosna-Hersek


Tarih Aralığı: 19 Temmuz 2014-04 Ağustos 2014

Konakladığımız ve Gezdiğimiz Yerleşim Birimleri:

Sofya (Bulgaristan), Samobor, Zagreb, Rovinj, Pula, Bale, Tribunj, Vodice, Trogir, Dugi Rat, Baska Voda, Dubrovnik, Srebreno, Cavtat (Hırvatistan), Trebinje, Pocitelj, Mostar, Sarajevo, Pale (Bosna Hersek), Krusevac (Sırbistan).

Yolculuk Güzergahımız:

İstanbul – Kırklareli - Dereköy Sınır Kapısı – MalkoTarnovo – Burgas – Sofya – Kalotina – Dimitrovgrad – Pirot – Niş – Belgrad - Lipovac – Slavonski Brod – Zagreb – Samobor – Karlovac – Rijeka – Pazin – Rovinj–Pula – Bale – Rijeka – Sibenik – Tribunj- Vodice – Primosten – Trogir – Dugi Rat- Omis – Baska Voda – Makarska – Podgora – Ploce – Neum – Slano – Trsteno -  Dubrovnik – Srebreno –Cavtat – Trebinje – Ljubinje – Stolac – Pocitelj – Mostar – Jablanica – Celebici – Konjic  - Tarcin – Pazaric – Sarajevo – Pale – Gorazde – Visegrad – Mokra Gora – Uzice – Cacak – Kraljevo – Usce – Raska – Kraljevo – Krusevac – Niş – Pirot – Dimitrovgrad – Kalotina- Sofya – Plovdiv – Kapıkule Sınır Kapısı – Edirne – İstanbul.

Para Birimleri:

Bulgaristan: Leva (1 Leva = 1.48 TL)

Sırbistan: Dinar (50 Sırp Dinarı = 1.24 TL)

Hırvatistan:Kuna (2.64 Kuna = 1TL)

Bosna-Hersek: Konvertibl Mark (1 KM = 1.40 TL)

*Not: Yukarıdaki para birimlerinin TL karşılıkları Temmuz 2014 verilerine göre yaklaşık olarak hesaplanmıştır.

19 Temmuz 2014: Sofya (Bulgaristan)

Bu yıl yaz tatilimizin 15 günlük bir bölümünü Balkanlarda geçirmeye karar veriyoruz. Balkanlar gezimiz dört ülkeyi kapsayacak: Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan ve Bosna-Hersek. Yolculuğumuza 19 Temmuz 2014 Cumartesi günü başlıyoruz. İstanbul'dan sabah saatlerinde kendi aracımızla yola çıkıyoruz. Bu yolculuğumuzda bize meslektaşım Hüsamettin Bey de ailesiyle birlikte kendi araçlarıyla eşlik ediyor. Sabah saatlerinde Kırklareli'nde verdiğimiz bir molanın ardından Dereköy Sınır Kapısından Bulgaristan'a giriş yapıyoruz. Bulgaristan'da önce Burgas şehrine doğru yol alıyor ve daha sonra Burgas ile Sofya arasındaki otoyolu kulanarak öğleden sonra 15:00 sularında ülkenin başkenti Sofya'ya ulaşıyoruz. Sofya'da şehrin önemli caddelerinden Hristo Botev Caddesi üzerinde bulunan Best Western Plus Bristol Hotel'de konaklayacağız. Otel tavsiye edebileceğim güzel bir otel, personeli kibar ve ilgili. Otelimize yerleştikten sonra ekip olarak Sofya şehrini gezmeye çıkıyoruz. Otelimizden şehir merkezine doğru yürürken Tsar Samuil Caddesi üzerinde ülkemizin önemli bankalarından Zİraat Bankasının bir şubesini görmek hoşumuza gidiyor.

İlk durağımız Maria Louiza Bulvarında bulunan Banya Bashi Camii. Bir Mimar Sinan eseri olan Banya Bashi Camiinin inşası 1576 yılında tamamlanmış. Caminin bolca fotoğrafını çektikten sonra Sofya gezimize devam ediyoruz. Sıradaki durağımız Bulgaristan Halk Meclisi binası. 20 levalık Bulgar banknotunun arka yüzünü de süsleyen bu güzel binayı bir süre alıcı gözle inceledikten sonra Sofya şehrine adını veren Azize Sofya'nın bakışlarını üzerimizde hissediyorum. Başımı arkaya doğru çevirdiğimde bulunduğu sütunun üzerinden sanki bizlere "Şehrime hoş geldiniz!" demek ister gibi bakan Azize Sofya'yı görüyorum. 24 metre yüksekliğindeki bronz Azize Sofya heykeli Batemberg Meydanına bakıyor. Bulgar heykeltraş George Chapkanov tarafından tasarlanan heykelin bulunduğu noktada önceleri Vladimir İlyiç Lenin'in bir heykeli bulunuyormuş. Zaten heykelin bulunduğu meydanın ismi de eskiden Lenin Meydanı imiş.

Azize Sofya heykelini gördükten sonra Sofya'da bir çay molası verelim diyoruz. Daha önce internet üzerinden araştırarak bulduğum Tea in the factory isimli kafeyi aramaya başlıyoruz. Bu kafenin eski bir kağıt fabrikasının binasında bulunduğunu ve kafede 60'tan fazla çeşit çay bulunduğunu okumuştum.  Kafede şiir dinletileri falan yapılıyormuş ayrıca. Kafenin adresi Georgi Benkovski Caddesi 11 numara. Georgi Benkovski Caddesini güç bela buluyoruz ancak bütün aramalarımıza rağmen cadde üzerinde 11 numaralı bir bina bulamıyoruz. Fazla zaman kaybetmemek için bu kafeyi aramaktan vazgeçiyoruz. Ancak bu kafeyi bir sonraki Sofya gezimizde bulmaya kararlıyım.

Sofya'ya kadar gelip Alexander Nevsky Katedralini görmemek olmaz. Batemberg Meydanından on dakikalık bir yürüyüş mesafesinde bulunan Alexander Nevsky Katedraline ulaştığımızda Sofya'da hava kararmak üzere. Alexander Nevsky Katedrali 20. yüzyılın başlarında 1877-1878 Türk-Rus Savaşında ölen 200.000 Rus, Ukraynalı, Belarus ve Bulgar askerinin anısına inşa edilmiş bir yapı. Kubbesi altın kaplama olan bu katedralin fotoğraflarını çektikten sonra akşam yemeği yemek için uygun bir restoran aramaya başlıyoruz. Yaklaşık 10-15 dakikalık bir arayıştan sonra Dyakon Ignatiy Caddesi 21 adresinde Cookies Bar & Dinner isimli bir yerde karar kılıyoruz. Restoranın önündeki caddeden Sofya'nın mavi renkli tramvayları birbiri ardına geçiyor. Bu restoranda karnımızı doyurduktan sonra otelimize dönüyoruz. 

20 Temmuz 2014: Belgrad (Sırbistan), Zagreb ve Samobor (Hırvatistan)

Sabah erken saatlerde otelimizde kahvaltımızı yaptıktan sonra otelimizden ayrılarak Zagreb'e doğru yola çıkıyoruz. Bulgaristan sınırlarından çıkıp Sırbistan topraklarına girer girmez Bulgaristan-Sırbistan sınırının Sırbistan tarafında kilometrelerce uzanan bir araç kuyruğu görüyoruz. Bu kuyrukta bekleyen araçların çoğunun ülkemize gelmekte olan gurbetçilerimiz olduğunu anlamamız uzun sürmüyor. Niş'e kadar  otoyol yok: yol gidiş-geliş. Niş yönünde yolumuza devam ederken karşı yönden yağmur gibi Alman, İsviçre, Avusturya, Danimarka v.b. plakalı araçlar geliyor. Karşı yönden gelen araçlarda bir acele ki sormayın gitsin. Birbirini sollayan sollayana. Niş'ten sonra otoyola girerek Sırbistan'ın başkenti Belgrad'a gidiyoruz. Belgrad'da Usce isimli alışveriş merkezinde bulunan bir fast food restoranında karnımızı doyurduktan sonra Zagreb'e doğru yolumuza devam ediyoruz. Sırbistan-Hırvatistan sınırını kısa bir süre zarfında geçtikten sonra Zagreb'e kadar otoyolda yol alıyoruz. Otoyol oldukça güzel. Yolun iki yanı ormanlık alan. Otoyol kenarına yüzlerce kilometre boyunca çit çekmişler, otoyola yabani hayvan v.b. girmesin diye.

Akşamüzeri Zagreb'e ulaştıktan sonra araçlarımızı şehir merkezinde bulunan bir kapalı garaja park ediyoruz. Hava kararana kadar şehri gezeceğiz ve akşam yemeğimizi Zagreb'de yiyeceğiz. Önce kısa bir şehir turu. Zagreb'e daha önce gelmiş olduğum için şehrin önemli turistik yerlerini elimle koymuş gibi buluyorum. İlk olarak Kaptol'deki Zagreb Katedraline gidiyoruz. Katedralin çok sayıda fotoğrafını çektikten sonra Ban Jelacic Meydanına gidiyoruz. Meydanda şenlik var. Meydanın orta yerine kurulmuş bir sahnede çeşitli ülkelerden gelmiş folklor grupları ülkelerinin halk danslarını sergiliyorlar. Bir süre onları izliyoruz. Dolac Pazarına da şöyle bir bakalım. Dolac Pazarı Zagreb şehir merkezinde çiftçilerin ürünlerini getirip sattıkları bir pazar yeri. Ülkemizde Bartın ilinde meşhur Galla Pazarı (Kadınlar Pazarı) vardır. Dolac Pazarını nedense Galla Pazarına benzetirim. Eşimin Zonguldak'ta görev yaptığı yıllarda çok sık giderdik Galla Pazarına. Dolac Pazarının girişinde başının üzerinde büyükçe bir sepet bulunan yaşlı bir köylü kadın heykeli var. Bu heykelle fotoğraf çektirmeden Zagreb'den ayrılmayın. Küçük kızım bu yaşlı kadınla fotoğrafı çekilirken kadıncağızın elini tutuyor yine. İki yıl önce de aynını yapmıştı. Dolac Pazarından sonraki durağımız Zagreb'in ünlü Tkalciceva Caddesi. Yerli halk bu caddeye kısaca Tkalci adını veriyor. Şöyle söyleyeyim: Tkalci'ye gitmeden Zagreb'i görmüş sayılmazsınız. Zagreb'de iken mutlaka bir Tkalci yapın. Zamanınız varsa bu cadde üzerinde 68 numarada bulunan History Caffe Club'a gitmenizi öneririm. Biz bu kafenin tam karşısında bulunan bir restoranda akşam yemeği yedikten sonra akşam saatlerinde Zagreb'ten ayrılıyor ve kısa bir yolculuktan sonra geceyi geçireceğimiz Samobor kasabasına gidiyoruz. Samobor’da Hotel Livadic isimli bir otelde konaklayacağız. Hotel Livadic Samobor kasabasının tarihi merkezinde şirin bir otel ve kasabaya ulaştığımızda oteli kolaylıkla buluyoruz. Otelin müşterilerine özel bir otoparkı bulunuyor. Araçlarımızı otelin otoparkına bıraktıktan sonra resepsiyon görevlisinden odalarımızın anahtarını alıyor ve odalarımıza çekiliyoruz.

21 – 26 Temmuz 2014: Rovinj (Hırvatistan)

21 Temmuz 2014 Pazartesi sabahı otelimizde kahvaltımızı yaptıktan sonra bir süre Samobor kasabasını geziyoruz. Önce kasabanın ortasından geçen derenin üzerindeki bir ahşap köprüden geçip kasaba parkında biraz yürüyüş yapıyoruz. Park son derece bakımlı: çimler biçilmiş, ağaçlar bakımlı, her yerde güller ve çiçekler. Parktaki yürüyüşümüzün ardından otelimize dönüp otelimizin giriş katında bulunan ünlü Livadic Kafeye (Hırvatça Kavana Livadic.) gidiyoruz. Kavana Livadic’in“kremsnita” (yoğurt koyuluğunda, süt ve yumurtadan yapılmış bir tatlı) isimli tatlısı meşhur. Biz kafenin dışında bulunan masalardan birine oturup bu tatlılardan sipariş veriyoruz. Garsonun getirdiği tatlılarımızı yedikten sonra hesabı ödeyip Kavana Livadic’ten ayrılıyor ve Samobor kasaba merkezini bir süre daha gezip fotoğraf çekiyoruz. Samobor gezimizi tamamladıktan sonra otelimizden ayrılıyor ve beş gün süreyle konaklayacağımız Rovinj şehrine doğru yola çıkıyoruz. Samobor’dan yola çıktıktan yaklaşık bir saat sonra Hırvatistan’ın önemli liman şehirlerinden Rijeka’ya ulaşıyoruz. Rijeka şehrini geride bıraktıktan sonra yaklaşık iki saatlik bir yolculuğun ardından Rovinj’e ulaşıyoruz. Bu iki şehir arasındaki yolculuğumuz sırasında aracımızla meşhur Ucka Tünelinden geçiyoruz. A8 otoyolu üzerinde bulunan Ucka Tüneli 1981 yılında hizmete açılmış ve 5400 metrelik uzunluğuyla Hırvatistan’daki üçüncü en uzun karayolu tüneli.Tünel ve kapalı alan korkum olmasına rağmen bu tünelden geçmeyi başarıyorum. Zaten gezimizin geri kalan günlerinde Hırvatistan’daki bilumum tünelleri geçeceğiz. Rovinj-Sibenik yolculuğumuz sırasında resmen “tünel manyağı” olacağız. Rovinj’de hava yağmurlu ve şehir girişinde çok sayıda araç aynı anda şehre girmeye çalıştığı için trafik oluşmuş. Trafikte yaklaşık bir saat bekledikten sonra Rovinj’de konaklayacağımız pansiyona ulaşıyoruz. Rovinj’de üç yıldır aynı pansiyona gidiyoruz ve pansiyon sahibi bayan bizleri kapıda karşılayarak dairemizin anahtarını veriyor. “Murat Bey inanır mısınız bugüne kadar Rovinj’de hava çok güzeldi. Şansınıza bugün hava biraz kötü ve hava durumu tahminlerine bakılırsa maalesef birkaç gün daha hava netameli olacak. Çok üzgünüm.” “Sorun değil. Sizin hava konusunda yapabileceğiniz bir şey yok.” Dairemize girdiğimizde kendisinin her zamanki gibi yine bize bir jest yapmış olduğunu görüyoruz: mutfak masamızın üzerine bizler için birer meyveli sandviç ve bir şişe kırmızı şarap bırakmış. Pazartesi günü denize girmeyip zamanımızı pansiyonda geçiriyoruz.

22 Temmuz 2014 Salı günü hava fena değil. Günümüzü Rovinj’de denize girerek geçiriyoruz. Sabah plajda otururken orta yaşlı bir Hırvat adamcağız bize yaklaşıp Rovinj adaları ve Lim Fiyordu tekne turu düzenlediklerini ve ilgilenirsek bize turla ilgili bilgi verebileceğini söylüyor.  Kendisine tekne turuyla ilgilenebileceğimizi söylüyorum. Adam “O halde önce size kendimi tanıtayım. Ben biraz ilerideki Porton Biondi Kampingin sahibiyim. İsmim İvo ancak geceleri ismim Pivo* oluyor. (*pivo Hırvatça bira demek.) Bu tekne turu sabah kahvaltısı, öğle yemeği ve akşamüzeri peynir ikramımızın dahil olduğu bir tur. Alkollü ve alkolsüz içecekler ücretsiz. Teknemiz her sabah saat 10:00'da Valdabora park alanının oradan kalkıyor ve saat 16:30’da sizi aynı yere bırakıyor.” “Güzel bir tur yapıyorsunuz anlaşılan.” “Turumuzu çok beğeneceğinizden eminim. Şuradaki Danimarkalı çifti görüyor musunuz? (Eliyle plajda güneşlenen yaşlı bir çifti işaret ediyor.) Onlar 15 yıldır tatil için bizim kampingimize gelirler ve her yıl bu tura katılırlar.” “Anladım.”  “Siz nerelisiniz bu arada?” “Türküz. İstanbul’dan geldik.” “Deesstuuuur!” Evet. İvo gerçekten Türkçe ‘Destur!’ diye bağırmaya başlıyor. Bu arada plajdaki birçok insan bakışlarını bize çeviriyor. “’Destur’ sözcüğünü nereden biliyorsunuz?” “Bizim Hırvat televizyonunda Süleyman dizisini izliyorum. O diziden öğrendim. Süleyman’ın karısı vardı sahi. Neydi adı?” “Hürrem?” “Evet. Hürrem. Güzel kadın.” İvo tekrar bir “Deesstuuur!” çekiyor.  “Türkleri severiz. Siz Türk olduğunuz için size özel bir fiyat önereceğim. Bu tur normalde kişi başı 35 Euro ancak sizden 30 Euro alacağım. Küçük kızınız ücretsiz. Bu fiyatı teknedeki diğer yolculara söylemeyin.” “Tamam, anlaştık. Bizi Cuma günkü tur programınıza yazın.” “Tamam. Cuma günü görüşmek üzere. Saat 10:00’da Valdabora’da olun. Teknemizin ismi Otac I Sinovi.” İvo’yla vedalaştıktan sonra günümüzün geri kalanını denize girerek geçiriyoruz.

23 Temmuz 2014 Çarşamba. Bugün Rovinj’de hava netameli. Ara ara yağmur yağıyor, ara ara güneş açıyor. Hava biraz açtığında plaja gidiyor ve denize giriyoruz. Hava kapayınca kaldığımız pansiyona dönüp kitap okuyarak zamanımızı geçiriyoruz.

24 Temmuz 2014 Perşembe günü hava fena değil. Sabahtan plaja giderek biraz denize giriyoruz. Öğleden sonra Hırvatistan’ın Istria Yarımadasındaki önemli şehirlerinden Pula şehrini gezmeye gidiyoruz. Pula önemli bir turistik merkez. Araçlarımızı marinadaki otoparka park ettikten sonra önce Pula’nın ünlü Amfitiyatrosuna  gidiyoruz. Amfitiyatronun bolca fotoğrafını çektikten sonra Forum Meydanına doğru yürüyoruz. Forum Meydanında Augustus Tapınağını fotoğrafladıktan sonra meydanın en güzel yerinde bulunan Sirena Caffe Bar’da bir kahve molası veriyoruz. Bu kafenin adresi Forum 12, Pula. Kahve molasının ardından oturduğumuz kafenin hemen karşısında bulunan turizm danışma bürosundan bir şehir haritası temin ederek şehri gezmeye devam ediyoruz. Şehrin en önemli tarihi anıtlarından olan Sergius Zafer Takını gördükten sonra bu anıtın hemen yanı başında olan Cafe Uliks’in birkaç fotoğrafını çekiyoruz. Cafe Uliks’in hemen önünde İrlandalı yazar James Joyce’u bir masada oturur halde gösteren bir heykel var. James Joyce 20. yüzyılın başlarında Pula’da öğretmenlik yapmış. CafeUliks’in bulunduğu binada Joyce’un çalıştığı dil okulu bulunurmuş. Bu arada şunu da not edeyim: Uliks Hırvatça “Ulysses” demek. Ulysses bilindiği üzere Joyce’un dünya edebiyatına armağan ettiği önemli bir eser. Joyce ünlü eseri A Portrait of the Artist as a Young Man’in büyük bir bölümünü Pula’da yaşadığı süre içinde yazmış.  Joyce Pula’da her gün gazete okumak için ise Cafe Miramar’a gidermiş. Bu kafe günümüzde faaliyet göstermiyor. Pula şehrinin caddelerinde ve ara sokaklarında bir süre gezindikten sonra araçlarımızı bıraktığımız otoparka dönüyor ve otopark ücretini ödeyerek saat 18:00’de Pula’dan ayrılıyoruz. Rovinj’e dönüş yolunda turistik bir kasaba olan Bale kasabasına uğruyor ve kasabanın sokaklarını gezip bolca fotoğraf çektikten sonra kasaba merkezinde bulunan Konoba Istra isimli kafede birer fincan çay içiyoruz. Akşam Rovinj’deki pansiyonumuza dönüp akşam yemeği yiyor ve yemekten sonra eşim ve kızımızla birlikte Rovinj sokaklarında gezintiye çıkıyoruz. Gezintimiz sırasında Carera Caddesinde bulunan Tisak isimli mağazadan bir Hırvatça-Türkçe konuşma kılavuzu (Artık Hırvatça öğrenmeliyim!) ve birkaç tane Hırvat filminin DVD’sini satın alıyorum. Sevdiğim bu ülkenin insanları ve kültürünü daha iyi tanımalı, insanlarıyla kendi dillerinde iletişim kurabilmeliyim.Tisak’ın raflarında Ece Temelkuran ve Ahmet Ümit’in kitaplarının Hırvatça tercümelerini görmek hoşuma gidiyor.

Tarih 25 Temmuz 2014 Cuma. Bugün Rovinj’deki son günümüz. Rovinj’de güneşli bir hava hakim. Bugün tüm gün Rovinj’de adalar ve Lim Fiyordu tekne turuna çıkacağız. Sabah saat 9:45’deValdibora park alanının önünde demirli Otac I Sinovi isimli tekneyi buluyoruz.Tekneye binip teknenin hareket etmesini bekliyoruz. Tekne hareket etmeden önce tanıdık bir ses duyuyorum: “Deessstuuur!” İvo tur müşterilerini yolcu etmeye gelmiş. Teknemiz saat 10:00’da Rovinj’den hareket ediyor. Önce Rovinj açıklarında bulunan adaları turluyoruz. Teknemiz denizde yol alırken teknede çalışan rehber sırasıyla gördüğümüz yerler ve programımız hakkında Hırvatça, İngilizce, Almanca ve İtalyanca dillerinde bilgi veriyor. Rehberimiz bilgi verme faslından sonra teknenin kabininden akordeonunu alarak tekne yolcuları için Hırvatça, İngilizce, Almanca ve Yunanca şarkılar çalıp söylüyor. S. Catarina, S. Andrea, Sturago ve S. Giovanni adalarını turladıktan sonra teknemiz S. Catarina Adasında 90 dakika yüzme molası veriyor. S. Catarina Adasında gönlümüzce denize girdikten sonra tekneye döndüğümüzde tekne personelinin teknenin burnunda bulunan mangalı yaktıklarını görüyoruz. Teknemiz Lim Fiyorduna doğru yol alırken mangalın üzerinde pişen sardalyelerin kokusu burunlarımıza geliyor. Teknemiz Lim Fiyordunun girişinde bir noktada sahile yanaşıyor ve burada öğle yemeği ve yüzme molası veriyor. Rehberimiz “Birazdan size balık ikramı yapacağız. Balıklarınızı yedikten sonra kılçıklarını ve kafalarını denizdeki martılara atın. Martıların bir tek çöp dahi bırakmayacaklarına emin olabilirsiniz.” uyarısında bulunuyor. Gerçekten de teknedeki yolcular yedikleri balıkların kılçıkları ve kafalarını denize atar atmaz orayı mesken tutmuş martılar bunları havada kapıp kursaklarına indiriyorlar. Öğle yemeği ve yüzme molasının ardından teknemiz bizleri Lim Fiyordunun iç kesiminde bulunan Korsan Mağarasına götürüyor. Korsan mağarasına giriş ücretli. Rehberimizin anlattığına göre “Der Schatz im Silbersee” isimli bir filmin çekimleri bu bölgede yapılmış. Ayrıca başrollerini Kirk Douglas ve Tony Curtis’in paylaştığı 1958 yapımı “The Vikings” (Vikingler) isimli film de Lim Fiyordunda çekilmiş. Korsan Mağarasının girişinde bir kafe-bar da bulunuyor. Fiyatlar biraz yüksek. Korsan Mağarasından ayrıldıktan sonra teknemiz aheste aheste Rovinj’e geri dönüyor. Yolu neredeyse yarılamışken teknemiz birden denizin ortasında duruyor ve rehberimiz “Yüzme molası!” veriyor. Tekneden denize atlayan atlayana. Eşimin ve kızımın tezahüratlarına dayanamayarak ben de Adriyatik’in serin sularına birkaç kez atlıyorum. Güzel bir gezinin ardından teknemiz saat 16:30’da bizi Rovinj’de aldığı noktaya bırakıyor. İlgilenenler için bu tekne turunun ücreti yetişkinler için kişi başı 35 Euro. 0-7 yaş çocuk ücretsiz. Tura katılmak için Porton Biondi Camping’de İvo’yu bulun. Bir “Deesstuur!” çekerseniz İvo sizin için de tur fiyatında indirim yapabilir.

Rovinj’deki son gecemizde Rovinj’de adetten olduğu üzere önce şehrin ana caddelerinde biraz yürüyüş yapıyor ve daha sonra Carrera 5 adresinde bulunan Vinoteka Baccus isimli kafeye gidiyoruz. Kafede canlı müzik var. Kafenin önündeki sahnede son derece yetenekli bir gitarist olan Bane gitarını resmen konuşturuyor. Kafede boş olan son iki masaya oturuyoruz. Bane birbirinden güzel şarkılar çaldıkça kafenin önündeki caddede bir kalabalık birikiyor. Bir süre sonra Bane’ye vokalde Rovinj’in en tanınmış şarkıcılarından Nikola eşlik ediyor. Teşekkürler Bane ve Nikola: sayenizde Rovinj’de çok güzel bir akşam daha geçirdik.

Rovinj’e gidecek gezginlere şehirde bulunan pansiyonlarda konaklamalarını öneririm. Bu pansiyonlar genelde içlerinde özel banyo ve mutfakları bulunan odalar şeklinde tasarlanmış. Bazı pansiyonlar ise apartman dairesi şeklinde tasarlanmış. Bütçenize göre bir yer mutlaka bulursunuz. Rovinj’de Fazanska 2 adresinde bulunan Plodine isimli süpermarkette bütün gıda ihtiyaçlarınızı temin edebilirsiniz. Plodine süpermarketin hemen yakınında bulunan Mercator ve Lidl isimli süpermarketler de alışveriş için iyi birer seçenek. Şehir merkezinde Valdibora Meydanı yakınlarındaki Valalta isimli süpermarketten de alışveriş yapabilirsiniz. Müzik CD’si, DVD film, kitap, kırtasiye, hediyelik eşya v.b. alışverişleriniz için Carera Caddesi üzerinde bulunan Tisak mağazasını öneririm. Sandviç, börek ve tatlılar için Mlinar dükkanını tercih edebilirsiniz.

26 Temmuz 2014: Tribunj (Hırvatistan)

26 Temmuz 2014 Cumartesi sabahı Rovinj’de hava yine kapalı. Biz kahvaltı yaparken yağmur yağmaya başlıyor. Kahvaltıdan sonra eşyalarımızı aracımıza yerleştiriyor ve pansiyon sahibimiz olan bayanla ve arkadaşlarımız ve çocuklarıyla vedalaşıp geceyi geçireceğimiz Tribunj’a doğru yola çıkıyoruz.Tribunj’a eşim ve kızımla birlikte tek araçla gideceğiz. Arkadaşım Hüsamettin Bey ve ailesi birkaç günlüğüne İtalya’ya geçecekler ve bizimle Hırvatistan’ın güneyindeki Srebreno kasabasında buluşacaklar.Pansiyondan ayrılırken pansiyon sahibimiz bizim için aldığı küçük bir hediyeyi veriyor. Ne iyi insanlar şu Hırvatlar.

Rovinj’den gelirken geçtiğimiz Ucka Tüneli üzerinden Rijeka’ya geçiyoruz. Rijeka’yı geçtikten sonra otoyoldan devam ederek Split yönünde ilerliyoruz. Sibenik şehrinde otoyoldan çıkarak şehir yakınlarındaki Tribunj’a geçeceğiz. Rijeka’yı geçtikten yaklaşık bir saat sonra dağlık bir bölgeye ulaşıyoruz ve şiddetli bir sağanak yağmur başlıyor. Yağmur ara ara öyle şiddetleniyor ki aracımızın silecekleri yağmurun hızına yetişemiyor. Bir yandan yağmur yağıyor diğer yandan birbiri ardına tüneller çıkıyor karşıma. Kabus gibi. Eşim ve kızım koltuklarında uykuya dalmışlar. Tünellerin biri bitiyor diğeri başlıyor. 5000 metreden daha uzun kaç tane tünel geçtim hatırlamıyorum. Artık 2000 ya da 3000 metre uzunluğunda tüneller görünce “Bunlar fasa fiso!” falan demeye başlıyorum. Bu yolculuk boyunca geçtiğim tünelleri toplasak rahmetli Cem Karaca’nın deyişiyle “burdan köye yol olur”. En sonunda kabus bitiyor ve otoyol kenarında Sibenik tabelasını görür görmez otoyoldan ayrılıyorum. Yağmurun ve tünellerin dehşetinden sonra Sibenik bana ferahfeza bir yer görünüyor.

Sibenik’te de yağmur var ancak öyle ürkütücü derece şiddetli değil. Yağmurda şehir merkezini gezemeyeceğimiz için şehrin dışında bulunan Supernova isimli bir alışveriş merkezinde mola veriyoruz. Alışveriş merkezi deyim yerindeyse ana baba günü. Denize girmekten ümidi kesmiş turistler kendilerini resmen bu alışveriş merkezine atmışlar. Alışveriş merkezinin otoparkında yer bulamayıp yakındaki bir mağazanın otoparkına park ediyoruz. Bu alışveriş merkezinde gördüğüm tek ilginç şey alışveriş merkezinin önündeki bisiklet parkına bırakılmış Puch marka eski bir bisiklet. Ben çocukken Puch motosikletler vardı. Bildiğim bir şey varsa bu Puch bisikletler oldukça değerli bisikletler. Bisikletin birkaç fotoğrafını çekiyorum. Alışveriş merkezinde bir süre oyalandıktan sonra Tribunj’a doğru yolumuza devam ediyoruz.

Akşam saatlerinde Tribunj’a ulaşıyoruz. Tribunj’da yağmur yok; hava ılık. Kasabada Villa Diana isimli bir otelde konaklayacağız. Villa Diana kasabadaki marinanın tam karşısında Jurjevgradska Caddesi üzerinde bulunuyor.Otelin girişi bir arka sokakta. Aracımızı otoparka çekip resepsiyondaki bayandan odamızın anahtarını alıyoruz. Odamıza çıkmadan resepsiyon çalışanına plajın nerede olduğunu soruyorum. Kadıncağız bir kasaba haritası üzerinde plajın yerini işaretleyerek haritayı bana veriyor. Odamız çatı katında. Küçük bir balkonumuz var ve balkondan Tribunj kasabasının ve Kornati Adalarının muhteşem bir manzarası görünüyor. Tribunj kasabası oldukça turistik bir yer. Kasabada fiyatların pahalı olacağını düşünüp akşam yemeğimizi balkonumuzda kasaba girişindeki bir süpermarketten satın aldığımız konserve balık ve hazır salatayla geçiştiriyoruz. Yemeğin ardından saat 19:30 olmasına rağmen kasabanın plajına giderek Kornati Adalarının manzarası eşliğinde denize giriyoruz. Plajda bir saat geçirdikten sonra otelimize dönüyor ve biraz dinlendikten sonra saat 21:30 gibi kasaba merkezine gidiyoruz. Kasaba merkezi anakaraya bir köprüyle bağlanan bir adada bulunuyor. Köprüyü geçerek adaya çıkıyoruz. Bir süre adanın etrafında yürüyor ve adanın iki katlı taş evlerini hayranlıkla izliyoruz. Adada bir evi gözüme kestiriyorum. “Zengin olsam bu evde oturmak isterdim!” diyorum kendi kendime. Ev iki katlı taş bir ev. Alt katta evin salonu doğrudan sokağa açılıyor. Gelen geçen eve hayranlıkla bakıyor. Pencerelerdeki yeşil renk ahşap panjurlar eve ayrı bir estetik katıyor. “Evin üst katında da ne hikayeler ve romanlar yazardım…” diye hayal kuruyorum. Adanın etrafında bir tur attıktan sonra tekrar köprünün olduğu yere geliyoruz. Hemen köprünün ağzında bulunan Caffe bar –  Pizzeria Martell isimli mekanda boş bir masaya oturuyoruz. Bu kafenin adresi Badnje 3, Tribunj. Kafenin önündeki sokakta bir grup müzisyen Hırvat şarkıları çalıp söylüyorlar. Küçük kızımız kendine birkaç Hırvat arkadaş bulup onlarla müzik eşliğinde dans ediyor. Bu kafede bir süre müzik dinledikten sonra otelimize dönüyoruz.

27 Temmuz – 2 Ağustos 2014: Srebreno (Hırvatistan)

27 Temmuz 2014 Pazar sabahı Tribunj’da hava yağmurlu. Eşim ve kızımızla otelimizde kahvaltı yaptıktan sonra aracımızdan şemsiyemizi alıp Tribunj kasabasının merkezindeki adada bulunan Nautika isimli kafeye gidiyoruz. Kafeye ulaştığımızda şansımıza yağmur diniyor ve bulutların arasından güneş yüzünü göstermeye başlıyor. Nautika muhteşem bir manzarası olan şahane bir kafe. Zaten Hırvatistan’a gitmeden önce internette bu kafenin fotoğraflarını görüp “Bu kafede bir kahve içmeliyiz.” demiştim kendi kendime. Kafeye oturup denize doğru baktığınızda ufukta meşhur Kornati Adalarını görüyorsunuz. Doyumsuz bir manzara. Dünya üzerindeki en özel yerlerden biri. Burası tam da sevdiğiniz kıza evlenme teklifi yapılacak bir yer. Böyle eşsiz bir manzara karşısında “Evet!” cevabı alma şansınız çok yüksek. Sabahın erken saati (10:00) olmasına rağmen kafedeki masaların neredeyse tamamı dolu. Yağmurdan ıslanmış birkaç masa boş yalnız. Kafede çalışan garson kızdan yağmurdan ıslanmış masalardan birini silmesini rica ediyoruz. Masamız silindikten sonra Kornati Adaları manzarası eşliğinde eşimle birer fincan kahve içiyoruz. Bu güzel kafede iki fincan kahve için 20 Kuna hesap ödüyoruz. 

Nautika’da kahvelerimizi içtikten sonra otelimize dönüp, eşyalarımızı odamızdan alıp aracımıza yerleştiriyor ve otelden ayrılıyoruz. İstikamet Vodice. Bu kasaba Tribunj’a 2-3 kilometre uzaklıkta bulunuyor. Beş dakikada Vodice kasaba merkezine ulaşıp aracımızı ücretli park yerine park ediyoruz. Hurvatistan’da turistik kentlerde ücretsiz park yeri bulmanız çok zor. Turizm danışma bürosundan bir şehir haritası temin ettikten sonra Vodice sokaklarında telaşsızca yürüyerek hediyelik eşya satan mağazaların vitrinlerine bakıyoruz. Hediyelik eşya satan mağazalardan biri ilgimi çekiyor ve mağazaya girerek hediyelik eşyaları inceliyorum. Mağazanın sahibi orta yaşlı bayan Boşnak çıkmaz mı? Bana “Nerelisiniz?” diye soruyor. “İstanbul’dan geldik. Türküz.” “Türke benziyorsunuz zaten.” Kadıncağız üşenmeden mağazasından neler satın alabileceğimizi tek tek açıklıyor. Biz küçük bir kavanoz lavanta balı satın alıyoruz. Boşnak bayan durup dururken “Ben gelinliğimi İstanbul’dan satın almıştım. Babam hep ‘İstanbul  buraların Paris’i derdi. Paris’te bugün vitrine konan giysi ertesi gün İstanbul’a gelir.’ Biz de gelinliğimi İstanbul’dan aldık işte.” demez mi?  “Çok güzel. Çok sevindim… Burası güzel bir kasaba. İleride buralarda konaklayacak olsak hangi pansiyonu önerirsiniz?” “Bizim pansiyonumuz var ancak biz bu yıl her şeyi satıp Bosna’ya yerleşmeyi planlıyoruz. 10 yıldır burada yaşıyoruz ve artık Bosna’yı özledik. Size Hotel Imperial’in arka sokaklarında bulunan pansiyonlarda kalmanızı öneririm.” “Teşekkür ederim. Hoşça kalın.” “Size iyi yolculuklar.” Bu mağazadan ayrılıp Vodice sokaklarını bir süre gezdikten sonra aracımıza geri dönüyoruz ve Vodice’den güneye doğru yolculuğumuza devam ediyoruz.

Vodice’den sonra Srebreno’ya kadar sahil yolundan gideceğiz; otoyola tekrar girmeyeceğiz. Vodice kasabasının ardından sırasıyla Sibenik, Primosten, Rogoznica kasabalarından geçip Trogir kasabasına ulaşıyoruz. Trogir uzun zamandır gitmeyi hayal ettiğim bir kasaba; dolayısıyla buraya uğramazsak olmaz. Aracımızı Trogir otobüs garajının yakınlarındaki bir otoparka park edip bir saat süreyle kasabanın UNESCO koruması altındaki tarihi merkezini geziyoruz. Trogir’de yağmur yeni dinmiş. Kasabanın taş kaplı sokaklarında yer yer su birikintileri var. Karnımız hafif aç. Otobüs garajı yakınlarındaki bir büfeden biraz lokma satın alıyoruz. Evet bildiğiniz bizim lokmanın aynısını Hırvatlar da yapıyorlar. Bir yandan lokmaları yiyor diğer yandan Trogir sokaklarını gezip beğendiğimiz yapıların fotoğrafını çekiyoruz. Bir hediyelik eşya dükkanında bir süre oyalandıktan sonra aracımıza dönüp yola devam ediyoruz. Trogir hakkındaki izlenimim kasabanın gezilmesi gereken tarihi bir kasaba olduğu. Ancak bu kasabanın yaz tatilini geçirmek için uygun bir yer olmadığını düşünüyorum.

Trogir’den ayrıldıktan bir süre sonra Split şehrinin dışından geçiyoruz. Split büyük bir şehir. Bu şehre girmiyoruz çünkü bu şehri gezmeye kalkarsak oldukça fazla zaman kaybederiz. Split şehrini gezmeyi başka bir yolculuğa erteleyerek yolumuza devam ediyoruz. Split’in ardından Podstrana ve Jesenice kasabalarını geçiyoruz. Bu iki kasaba da yaz tatili yapmak için uygun yerler gibi görünüyor. Bir sonraki kasaba olan Dugi Rat’ta mola veriyoruz. Aracımızı bir apartmanın otoparkına park ederek yol üzerinde bulunan Caffe bar Stella isimli kafede birer fincan çay içip bir süre dinleniyoruz. Dugi Rat kasabasını da beğeniyorum. Dugi Rat’ın ardından Omis isimli bir kasabaya ulaşıyoruz. Omis kasabasını çok beğeniyorum. Bu kasaba bence mutlaka gidilmesi gereken bir yer. Zümrüt yeşili Cetina Nehrinin Adriyatik Deniziyle buluştuğu noktada kurulmuş olan Omis  kasabası adeta bir doğa harikası. Omis kasabasının ardından Lokva Rog, Mimice, Zadvarje ve Brela kasabalarını geride bıraktıktan sonra Dalmaçya kıyılarının önemli turistik yerleşimlerinden Baska Voda’ya ulaşıyoruz. Baska Voda’nın girişinde aracımızı park edip kasabanın birkaç fotoğrafını çekiyorum. Kasaba girişinde araçlarının yanında bekleyip pansiyonlarına müşteri bulmaya çalışan birkaç yaşlı adam görüyoruz. Bir süre bu adamlardan biriyle sohbet ediyorum. Boşnak olduğunu söyleyen bu adam üç odalı pansiyonunu günlük 50 Euroya kiralayabileceğini söylüyor. Adamdan pansiyonunun broşürünü alıp yolumuza devam ediyoruz.

Baska Voda kasabasında fazla oyalanmadan Makarska’ya doğru yola çıkıyoruz. Makarska yakınlarındaki bir benzin istasyonundan benzin aldıktan sonra sırasıyla Tucepi ve Podgora kasabalarından geçiyoruz. Ben şahsen Podgora kasabasını çok beğeniyorum. Tatil için mükemmel bir yer gibi görünüyor. Bu yerin ismini telefonuma not düşüyorum. Araştıracağım. Daha sonra sırasıyla Igrane, Zivogosce, Drvenik, Podaca, Gradac, Ploce kasabaları üzerinden Klek kasabasına giriyoruz. Klek kasabasından sonra Bosna-Hersek topraklarına geçip, ülkenin denize açılan kapısı olan Neum kasabasına ulaşıyoruz. Neum sakin bir yerleşim izlenimi veriyor. Bu kasaba Bosna-Hersek topraklarında bulunmasına rağmen kasabada herhangi bir cami görmüyoruz. Bosna-Hersek’in karışık bir yapısı var ve ülkenin bu yapısını daha sonra öğreneceğiz. Neum kasabasını geride bıraktıktan bir süre sonra tekrar Hırvatistan’a giriş yapıyoruz. Artık akşamüzeri oluyor. Bu bölgelerde hava açık, yağmur yok.  Bir süre yolculuk yaptıktan sonra yol kenarında Korcula adasını gösteren bir işaret levhası var. Korcula, ünlü gezgin Marco Polo’nun doğduğu ada. “Korcula, seni de daha sonra gezeriz!” diyerek yola devam ediyorum. Yolculuğumuzun son bölümünde Slano, Trsteno, Orasac ve Zaton kasabalarından geçerek Dubrovnik’e ulaşıyoruz. İlgilenenler için Trsteno kasabasında çok güzel bir arboretum olduğunu hatırlatayım. Günümüzde çok popüler olan Game of Thrones dizisinin bazı bölümleri Trsteno’da çekiliyor. Dubrovnik şehrine girmeden doğrudan şehrin 5 kilometre güneyinde bulunan Srebreno kasabasına gideceğiz. Saat 20:00 gibi Srebreno’ya ulaşıyoruz. Altı gün süreyle Srebreno’da konaklayacağız.Srebreno’da konaklayacağımız pansiyonun sahibi Zoran yıllar önce Hırvatistan’a ilk gelişimizde tanıştığımız ve bana Hırvatistan’ı tanıtan, ülkede nerelere gitmem gerektiğini öğreten kişi. Kendisiyle artık kadim dost olduk. Saygı duyduğum bir kişi. Önceki sohbetlerimizde bana Hırvatistan’la ilgili çok değerli bilgiler vermişti. Kendisi aynı zamanda bir müzisyen ve oğlu ise Hırvat su topu milli takımının önemli oyuncuları arasında yer alıyor.Zoran’ın pansiyonunda kendimizi evimizde gibi hissediyoruz. Yıllar önce aynı pansiyonda tanıştığımız Macar dostlarımız İstvan ve Kate’de pansiyondalar. Kendileriyle yıllar önce bu pansiyonda tanışıp ailece samimi dost olduk. Macar dostlarımız geçtiğimiz yaz sonunda İstanbul’a gelerek konuğumuz oldular ve bizimle birlikte bir hafta süreyle şehrimizi gezdiler. Bu ayın sonunda biz de onların davetlisi olarak Macaristan’a gideceğiz. Zoran’la ve Macar arkadaşlarımızla selamlaşıp hal hatır sorduktan sonra odamıza yerleşiyoruz. Akşam yemeğimizin ardından biz İstvan ve Kate ile sohbet ederken çocuklarımız pansiyonumuzun bahçesinde oyuna dalıyorlar.

28 Temmuz 2014 Pazartesi günü hava güneşli. Günümüzü Srebreno sahillerinde denize girerek geçiriyoruz.

29 Temmuz 2014 Salı günü hava yine güneşli. Sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra Macar dostlarımızla birlikte Srebreno’nun yaklaşık 10 kilometre güneyinde bulunan Cavtat kasabasına gidiyoruz.Cavtat turistik bir kasaba. Cavtat’ta kasaba merkezindeki otoparka aracımızı park ettikten sonra postanenin hemen karşısında bulunan Peco 2 isimli kafeye giderek birer fincan çay içiyoruz. Kafeden ayrıldıktan sonra çocuklarımız Leut Restoranın önünde bir akvaryum içinde bulunan canlı ıstakozlarla haşır neşir oluyorlar. Leut Restoran ünlülerin uğrak yeri. Biz oradayken bir restoran çalışanı Fransız aktör GerardDepardieu, Rus işadamı Roman Abromovich, Avusturya Cumhurbaşkanı HeinzFischer ve Bayern Münih futbol takımının ünlü kalecisi Manuel Neuer  gibi ünlülerin restoranda çekilmiş fotoğraflarının bulunduğu çerçeveleri silerek restoranın dışındaki duvarda bulunan yerlerine asıyor. Leut Restoran’ın bulunduğu noktadan ayrıldıktan sonra çocuklarımız bir süre deniz kenarındaki bir oyun parkında oynuyorlar ve biz de Cavtat’ta demirli lüks yatları hayranlıkla izliyoruz. Tam bu sırada bir Türk yatının Cavtat’a yaklaşmakta olduğunu görüyoruz. Uzunca bir yelkenli olan teknenin ismi okunaksız bir el yazısıyla yazılmış. Zenginin malı züğürdün çenesini yorar derler. Cavtat’ta güzel bir koya postu seriyor ve gün boyunca bol bol denize giriyoruz. Çocukların da neşeleri yerinde. Onlar için aldığımız ağlarla bol bol balık ve yengeç yakalıyorlar. Akşamüzeri çocukların yakaladıkları balık ve yengeçleri denize salarak aracımıza dönüyor ve Srebreno’ya  doğru yola çıkıyoruz.

30 Temmuz  2014 Çarşamba günü Srebreno’da da hava bozuyor. Zoran havanın kötü olmasından dolayı bizim için üzülüyor. “Murat, biliyor musun iklimler değişiyor artık. Her şey değişiyor. Eskiden bu mevsimde Dubrovnik’te hava hep güzel olurdu. Şimdi havanın nasıl olacağını kestiremiyoruz.” “Dert etme Zoran. Bizim yapabileceğimiz bir şey yok. Şans işte.” Sabahın erken saatlerini pansiyonda geçiriyoruz. Öğlene doğru bir ara hava açar gibi oluyor ve Macar dostlarımızla plajın yolunu tutuyoruz. Daha plaja varamadan tekrar yağmur yağmaya başlıyor ve yakında bulunan bir kafeye giderek yağmurun dinmesini bekliyoruz. Bugün denize giremeyeceğiz anlaşılan.

Öğleden sonra eşimle Dubrovnik’e gitmeye karar veriyoruz. “Madem denize giremeyeceğiz Dubrovnik’i gezelim bari.” Diyorum eşime. Aracımızla yola çıktıktan bir süre sonra Dubrovnik yönünde neredeyse hiç hareket etmeyen bir trafikle karşılaşıyoruz. Eşime “Herkes bizim gibi düşünüp Dubrovnik’e gitmeye karar vermiş. Biz bu trafikte Dubrovnik’e iki saatte inemeyiz. Hadi şu yakındaki sınırdan çıkıp Bosna-Hersek’in Trebinje şehrine gidelim. Buraya yalnızca 25 kilometre.” Eşimim “Tamam.” Cevabı vermesi üzerine yönümüzü Trebinje’ye çeviriyoruz.Trebinje küçük bir şehir. Şehre girerken Trebinje diye bir levha falan görmüyoruz dolayısıyla bahçeli evinin önünde bahçesinde yetiştirdiği elma, patates, kabak gibi sebze ve meyveleri satan yaşlı bir amcaya bu şehrin Trebinje olup olmadığını soruyorum. Amca “Evet. Burası Trebinje. Hoş geldiniz bre.” diyerek bizi şehrine buyur ediyor. Üzerimizde Bosna-Hersek parası olmadığından amcadan alışveriş yapamıyoruz. Dönüş yolunda bu amcadan alışveriş yaparak ona bir jest yapmaya karar veriyorum.

Trebinje'de önce turizm danışma bürosuna gidip şehrin bir hatitasını temin ediyoruz. Turizm danışmada çalışan bayan "Şehrinizde cevapcici yemek için hangi restoranı önerirsiniz?" diye soruyorum. Şehrin tarihi mahallesindeki caminin karşısında 'Muro' isimli küçük bir restoran var. Mutlaka oraya gidin. Çok beğeneceksiniz." "Teşekkür ederim."  Muro küçük salaş bir restoran. Ancak Balkanlarda öğrendiğim bir şey varsa o da tavsiyeleri dikkate almak gerektiğidir. Hafif yağmur yağdığından restoranın içinde bulunan masalardan birine oturuyoruz. Muro'da 5 köfteden oluşan küçük porsiyon cevapcici 3 KM, 10 köfteden oluşan büyük porsiyon cevapcici ise 6 KM. Üç kişi içeceklerle birliklte 17.50 KM'ye (yaklaşık 25 TL) karnımızı doyuruyoruz. Şunu eklemeliyim ki Muro'nun cevapcicileri gerçekten enfesti. Ben de Trebinje'ye yolunuz düşerse bu restorana gitmenizi öneririm. Restoranın adresi Stari Grad 56.

Karnımızı doyurduktan sonra birer fincan da çay içersek bizden iyisi yok. İstikamet Trebinje'nin merkezinde bulunan Platina Otelinin kafesi. Platina "çınar ağacı" anlamına gelen bir sözcük. Otelin önünde bulunan meydanda çok sayıda çınar ağacı var ve çınar ağaçlarının altına masalar koyarak burayı bir kafeye çevirmişler. Trebinje'ye yolunuz düşerse Platina Otelinin kafesinde çay içmeden şehirden ayrılmayın. Dubrovnik bölgesindeki önceki tatillerimiz sırasında Bosna_Hersek'e geçip Trebinje'deki bu kafede çay içmeyi hayal etmiştim hep. Kısmet bugüneymiş.  Bu kafede bir fincan çay 1.30 KM. İstanbul'da benzer bir yerdeki fiyatlarla karşılaştırısanız gayet ucuz. Çayımı içtikten sonra eşime postaneye gidip kolleksiyonum için pul satın alacağımı, kızımızla birlikte beni kafede beklemelerini söylüyorum. Beş dakikalık bir yürüyüşten sonra ulaştığım postanede yalnızca iki farklı pul bulabiliyorum. Fakat önemli bir şey dikkatimi çekiyor: pulların üzerinde "Bosna Hersek Sırp Cumhuriyeti" yazıyor. Anlaşılan Bosna Hersek'te yaşayan Sırplar kendi pullarını basmışlar. Pulları satın alarak eşimin ve kızımın yanına dönüyorum. Beraber Trebinje sokaklarını bir süre gezdikten sonra Srebreno'ya dönmek üzere yola çıkıyoruz. Aracımıza biner binmez şiddetli bir yağmur yağmaya başlıyor. Şehrin girişinde gördüğümüz amca evine çekilmiş, sattığı meyve ve sebzeler evinin önündeki tezgahta duruyor. Şehir dışındaki ormanlık bölgeye ulaştığımızda yakınımızdaki tepelere birbiri ardına yıldırım düştüğünü görüyoruz. Yağmur şiddetini artırıyor, yağmurdan dolayı görüş mesafesi yer yer 10-15 metreye düşüyor. Bildiğimiz duaları okuyarak yolumuza devam ediyoruz. Zorlu bir yolculuktan sonra Srebreno'ya geri dönmeyi başarıyoruz.

31 Temmuz 2014 Perşembe günü hava yine netameli. Yağmurdan fırsat bulunca sabah bir ara plaja gidip biraz yüzüyoruz ancak deniz dalgalı ve bir süre sonra tası tarağı toplayıp pansiyona dönüyoruz. Öğleden sonra ise ailece Dubrovnik’e gidiyoruz. Dubrovnik gelmeyeli çok değişmiş. Restoranlarda ve dükkanlarda fiyatlar eskiye göre ikiye hatta üçe katlanmış. Her yer turist kaynıyor. Otopark otomatları çalışmıyor. Bozuk bir otomata 50 Kuna kaptırıyorum. Kimse otopark bileti falan sormuyor. Bizim 50 Kuna boşu boşuna gidiyor. Dubrovnik sokaklarını bir süre gezip mağaza vitrinlerine baktıktan sonra Srebreno’ya geri dönüyoruz. Son tahlilde düşüncem Dubrovnik bitmiş. Birkaç sene sonra Monaco falan gibi iyice lüks bir yer olup çıkar. Ben keşfedilmemiş yerler bulmaya devam edeyim. İyi ki ucuz zamanında Dubrovnik’in keyfini çıkarmışız yıllar önce.

Akşam pansiyona ulaştığımızda Zoran’a oğlunun madalyalarını görmek istediğimizi söylüyorum. Zoran gururla oğlunun 2012 Londra Olimpiyatları’nda aldığı altın madalyayı, 2007 Melbourne’de yapılan Dünya Kupasında aldığı altın madalyayı, Avrupa şampiyonluğu madalyasını ve Türkiye’de Mersin’de yapılan Akdeniz Oyunlarında aldığı altın madalyayı evinden getirerek boynumuza takıyor. Çok yaşa Zoran. Şimdiye kadar çıplak gözle hiç Olimpiyat madalyası görmemiştim. Sayende onu da gördük.

1 Ağustos 2014 Cuma gününü tekrar Cavtat’ta geçiriyoruz. Şansımıza bugün hava oldukça güzel. Macar arkadaşlarımız da Cavtat’a bizim aracımızla geliyorlar. Aracımızı kasaba merkezindeki otoparka bıraktıktan sonra Macar arkadaşlarımız sakin bir koyda yüzmeye gitmek üzere bizden ayrılıyorlar. Biz önce Peco 2’de birer fincan çay içiyor ve sonra şehir merkezine çok yakın bir “beton” plajda günümüzü geçiriyoruz. Cavtat’a önceki gelişlerimizde hep bu plajda denize girmiştik dolayısıyla günü bu plajda geçirmek istiyoruz.

Cavtat’ta öğle yemeğimizi önceki yıllarda da gittiğimiz Posejdon isimli restoranda yiyoruz. Hemen deniz kenarında bulunan bir masaya oturup siparişlerimizi veriyoruz. Restoranın önünde bulunan kayalıkların üzerinde çok sayıda yengeç var: güneşlenmeye çıkmışlar anlaşılan. Yanımızdaki masada yaşlı bir Alman çift sakin sakin Karlovacko biralarını yudumluyorlar. Hırvatistan'ı tanıyorlar anlaşılan zira Hırvatistan'a ilk giden turist Ozujsko bira içer genelde. Ülkeyi tanıdıkça bira tercihi Karlovacko'ya döner. Posejdon Cavtat’ta yerli ve yabancı halkın en çok rağbet gösterdiği restoranlar arasında bulunuyor. Bu restoranda en çok tercih edilen yiyecekler pizza ve salatalar. Posejdon’un Margarita pizzasını denemenizi özellikle tavsiye ederim. Restoranın adresi: Trumbicev put 15, Cavtat. Öğleden sonra da gönlümüzce denize girip Cavtat’ta güzel bir gün geçiriyoruz ve akabinde tekrar Srebreno’daki pansiyonumuza dönüyoruz.

2 Ağustos 2014: Pocitelj, Mostar, Sarajevo ve Pale (Bosna–Hersek)

2 Ağustos 2014 Cumartesi sabahı iki aile Srebreno’daki pansiyonumuzun bahçesinde kahvaltımızı yaptıktan sonra pansiyonumuzun sahibi Zoran’la ve Macar arkadaşlarımızla vedalaşıyoruz. Macar arkadaşlarımız vedalaşırken “Bu ayın sonunda sizi Macaristan’a bekliyoruz. Unutmayın!” diye hatırlatmada bulunmayı ihmal etmiyorlar. Srebreno’dan ayrıldıktan sonra G. Brgat Sınır Kapısı üzerinden Bosna-Hersek topraklarına geçiyoruz. Trebinje şehrine yaklaştığımızda daha önceki Trebinje gezimiz sırasında kendisine yol sorduğumuz yaşlı amcayı yine tezgahının başında görüyoruz. Amcadan biraz elma ve patates satın alıyoruz. Amca akşama kadar yol kenarında bekleyip evinin bahçesinde yetiştirdiği ürünleri satmaya çalışıyor. Birkaç kuruş para kazansın bizim amca.

Trebinje şehrine girmeyip Ljubinje kasabası üzerinden kuzeye doğru yol alıyoruz. Ljubinje’nin ardından Stolac isimli bir kasabada iki tane cami görüyoruz. Yol üzerinde iki direk arasına asılmış bir bez pankartta ise şöyle yazıyor: “Bajram Serif Mubarek Olsun. – Medzlis Islamske Zajednice Stolac. ” Bir an için çok duygulanıyorum. Ülkemizden bunca yol uzakta Ramazan Bayramı kutlanıyor, camilerde ezan okunuyor ve bayram kutlama mesajı bizim dilimizde yazılmış. Bu kasabadan itibaren ara ara Müslüman mezarlıkları görüyoruz. Kimi mezar taşlarının Osmanlı döneminden kaldıkları ilk bakışta belli oluyor. Bu topraklarda yatan bütün ölmüşlerimiz ne güzel bir miras bırakmışlar arkalarında. Bir daha bu kasabadan geçmek kısmet olursa durup bir çay molası vermeye karar veriyorum.

Stolac’tan sonra Osmanlı’nın bu topraklardaki serhat kasabası olan Pocitelj kasabasına gidiyoruz. Kasaba girişinde aracımızı park edip Adem’in Yeri isimli bir kahvede ince belli bardaktan bir Türk çayı içiyoruz. Türk çayını ne de çok özlemişiz. Orta kalitede bir çay bu topraklarda içildiğinde İstanbul’da Boğaza nazır Bebek Kahvesinde içilen bir bardak çay gibi kıymetli geliyor bana nedense. Pocitelj’de çay faslının ardından kasabanın eteğinde kurulu olduğu tepenin üzerinde bulunan kaleye doğru yürüyoruz. Yol üzerinde kasabada yetiştirilen çilekleri bir külah içinde satan genç bir kızın ısrarı üzerine bir külah çilek satın alıyoruz. Zonguldak’ta meşhur Ereğli çileğini de tatmıştım ancak hayatımda daha önce hiç bu çilek kadar lezzetli bir çilek yediğimi hatırlamıyorum. Mevsiminde giderseniz mutlaka burada biraz çilek yiyin. Kale epeyce tepede; oraya bu sıcakta çıkarsak perişan oluruz diye düşünüp yolun yarısında bulunan caminin yakınlarında bir noktadan kasabanın ve kasaba yakınlarından serin serin akan Neretva Nehrinin çok sayıda fotoğrafını çekiyoruz.

Pocitelj’den sonraki durağımız tarihi Mostar şehri. Araçlarımızı Mostar Köprüsü yakınlarında bulunan bir otoparka park ettikten sonra iki saat süreyle şehri geziyoruz. Önce Zoran’ın tavsiyesine uyarak Sadrvan isimli restoranda yemek yiyoruz. Zoran “Murat, Mostar’a gittiğinizde mutlaka Sadrvan’da yemek yiyin.” tavsiyesinde bulunmuştu. Her zamanki gibi Zoran’ın yine yerinde bir tavsiyede bulunmuş olmasına seviniyoruz. Sadrvan tarihi bir restoran. Biz sıra beklemeden güzel bir masa buluyoruz ancak bizden sonra gelen çoğu müşteri restoran önünde sıra beklemek zorunda kalıyor. Sadrvan’da Boşnakların meşhur cevapcicisi geliyor masamıza, yanında da ajvar sosu. “Ayran var mı ayran?” “Var ağabey!” Sadrvan’daki yemek ve tatlılardan bazılarının isimlerini yazayım sizin için: Begova çorbası, Mostar sahanı, baklava, Pljeskavica, Vezirske mahmudije, Duvec, Emina… Sadrvan’ın adresi Jusovina 11, Mostar. Web adresi: www.restoransadrvan.ba. Mostar’a yolunuz düşerse Sadrvan’a gidin efendim. Fiyatlar makul.

Mostar’da karnımızı doyurduktan sonra şehri gezmeye başlıyoruz. Önce tarihi Mostar Köprüsündeyiz. Kızıma Mostar Köprüsünden gençlerin nehre atladıklarını anlatmıştım. Kızım suya atlayan insanları izlemekten çok hoşlanır. Mostar Köprüsünden Neretva Nehrine atlayan gençlerin mesaileri bitmiş galiba. Köprüden suya atlayan kimsecikler yok. Ee ne yapalım, Mostar Köprüsünden de ben atlayacak değilim ya.

Mostar’ın tarihi sokaklarında gezerken Yugoslavya döneminden kalma eski ıvır zıvır satan çok sayıda dükkan görüyoruz. Dikkatimi çeken bir dükkana giriyorum. “Şu Yugoslav pulları ne kadar?” “15 Euro.” “Şu madalya ne kadar?” “45 Euro.” “Şu elbise fırçası ne kadar?” “15 Euro.” “Şu resim ne kadar?” “15 Euro?” Dükkan sahibi otomatiğe bağlamış. Adam 15 Eurodan aşağıya kapıyı açmıyor. Gezmeye devam. Mostar’da bakır işçiliği yaygın. Birçok dükkanda bakırdan yapılma cezve ve kahve fincanı takımları, kolyeler ve bilezikler var. Eşim ve kızım için birer bakır bileklik alıyoruz Mostar’dan. Biraz yürüdükten sonra Osmanlı döneminden kalma bir cami görüyoruz. Caminin adı Koski Mehmet Paşa Camii. Caminin bahçesinden Mostar Köprüsünün harikulade fotoğraflarını çekiyoruz. Camiden çıktıktan sonra hediyelik eşya dükkanlarını gezmeye devam ediyoruz. Birçok dükkanda tüfek ve tabanca mermilerinden yapılmış süs eşyaları ve kalemler satılıyor. Bu mermiler savaşın acı yüzünü ve Bosna halkının yaşadığı o sıkıntılı günleri bir kez daha hatırlatıyor bizlere. Umarım bir daha öyle savaş ve sıkıntı yüzü görmezler. Mostar’da iki saat su gibi akıp geçiyor. Araçlarımıza dönüp Sarajevo (Saraybosna) şehrinin yolunu tutuyoruz.

Mostar ile Sarajevo arasında yolculuk yaparken birbirinden güzel yerleşim yerleri görüyoruz. Benzin almak için durduğumuz Jablanica kasabasında benzin istasyonunda dahi dağcılık ekipmanları satılıyor. Bu kasabada bulunan dağlar dağcılık sporu için elverişli anlaşılan. Dağcılık sporuyla ilgilenenler bu kasabayı araştırabilirler. Jablanica’dan sonra geçtiğimiz Celebici doğa harikası bir yer. Çok beğendim. Bir sonraki kasaba Konjic. Burası da çok güzel bir yer. Bu bölgede en az bir gün geçirmek gerek.Sarayevo’ya vardığımızda hava kararmak üzere. Şehir merkezinde araçlarımızı park edecek yer bulmak neredeyse imkansız. Yaklaşık yarım saat uğraştıktan sonra aracımızı park edecek bir yeri ancak merkeze uzak bir sokakta bulabiliyorum. Biz aracımızı park edip merkeze yürüdüğümüz sırada hava iyice kararıyor. Şehir merkezi olan Başçarşı’da birkaç fotoğraf çekip bir süre hediyelik eşya dükkanlarını geziyoruz. Şehir bir yere kadar tipik bir Anadolu şehrini andırıyor. O noktadan birkaç adım sonra sanki Viyana sokaklarında buluyorsunuz kendinizi. Öyle ilginç bir yer. Sarajevo’yla ilgili çok fazla görüş sahibi olamadan şehirden ayrılıyor ve aracımıza binerek geceyi geçireceğimiz Pale kasabasına yol alıyoruz. Pale kasabasının Sırp bölgesinde kaldığına otel seçimi yaparken dikkat etmemişim. Zaten otel seçimi yaparken Bosna-Hersek’te böyle Boşnak bölgesi Sırp bölgesi ayrımı olacağını pek düşünmüyordum. Ancak ne var ki böyle bir ayrım varmış gördüğüm kadarıyla. Otelimiz Sırp bölgesinde olduğu için biraz endişeleniyorum otele varmadan. Bununla birlikte endişelerim yersiz çıkıyor. Otelde bize neredeyse apartman dairesi büyüklüğünde bir oda veriyorlar ve biz saat 22:00’de otel restoranına indiğimizde o saatte kapanması gereken restoranı bizim için bir saat daha açık tutuyorlar. Otelden memnun kalıyoruz açıkçası. Otel restoranında eşimle birlikte birer bardak Jelen birası içerek günün yorgunluğunu atıyoruz.

3 Ağustos 2014: İstanbul’a dönüş yolculuğu

Pale’deki otelimizde sabah erkenden kahvaltı salonuna iniyoruz.  Pale’de hava güneşli ancak serin. Kahvaltı salonunun önündeki verandada üç ya da dört adet masa bulunuyor. Hava serin olduğundan biz kapalı salonda kahvaltı yapmayı tercih ediyoruz. Biz ailece masamıza oturduktan sonra genç bir garson kahvaltımızı masamıza getiriyor. Garsonun getirdiği büyükçe bir tabakta bulunan ıspanaklı ve patatesli börekleri eşim çok beğeniyor. Kahvaltımızı bitirdikten sonra verandadaki bir masaya oturarak birer fincan kahve siparişi veriyoruz. Yanımızdaki bir masada üç Sırp genç bir yandan kahve içip bir yandan gazetelerini okuyorlar. Otelimizin hemen karşısında bulunan bir evin bahçesinde Pamuk Prenses ve Yedi Cücelerin minik heykellerini serpiştirmişler çimlerin üzerine. Otelin önündeki otoparkta  4 adet İsviçre, 2 adet Türk ve 3-4 adet Bosna-Hersek plakalı araç park etmiş. İsviçre plakalı araçların yan aynalarına beyaz tüller bağlamışlar. Belli ki bu araçların sahipleri Pale’ye bir düğüne katılmak için gelmişler.Pale yemyeşil bir kasaba. Etrafımız yeşilin her tonunun birbirine karıştığı tepelerle çevrili. Pale’deki evler Avusturya ya da Almanya kırsalında bulunan evlere çok benziyor. Bir veya iki katlı evlerin çatıları oldukça dik yapılmış. Belki kışın çatılarda fazla kar birikmesin diye çatıları böylesine dik yapmışlardır. Kahvelerimizi içtikten sonra odamıza çıkıp bavullarımızı topluyor ve resepsiyonda arkadaşımız Hüsamettin Bey ve ailesiyle buluşup otel ücretlerimizi ödüyor ve saat 08:20’deİstanbul’a doğru dönüş yolculuğuna başlıyoruz.

Yolculuğumuz sırasında satın aldığımız bir haritayı yolculuğumuz sonrasında bu yazıyı kaleme alırken incelediğimde İstanbul’a doğru yolculuk yapmak için daha iyi bir yol güzergahı seçimi yapabilirdik diye düşünüyorum zira bizim yolculuk yaptığımız güzergahta kimi zaman yol çalışmalarından dolayı bazı yolların trafiğe kapalı olmasından, kimi zaman işaret tabelalarının yetersizliğinden ve kimi zaman da elimizde bulunan haritanın bizi yanıltmasından dolayı iki üç saat zaman kaybına uğruyoruz. Bugün yaptığımız yolculuk bizim için çok zor ve maceralı bir yolculuk oluyor. Bu zorlu ve maceralı yolculuğu anlatayım izninizle.

Saat 08:20’de Pale’den yola çıkıyoruz. Praca isimli bir kasabayı geçtikten sonra önümüzdeki yol ikiye ayrılıyor. Sağ tarafa Gorazde yönünü gösteren işaret tabelası var. Elimizdeki haritaya göre Gorazde gideceğimiz güzergah üzerinde. Gorazde tabelasını takip edip sağa sapıyoruz. Yol kenarındaki evlerden birinin bahçesinde orta yaşlı bir adam bize selam veriyor yüzünde biraz şaşkın bir bakışla. “Belki daha önce buralarda Türk plakalı araç görmemiştir. Sevindi adamcağız.” diyorum eşime. Şimdi anlıyorum ki “Bu adamlar nereye gittiklerini biliyorlar mı acaba?” diye de düşünmüş olabilir adamcağız. Bu yolda birkaç kilometre ilerledikten sonra bir dağa tırmanmaya başlıyoruz. Hızımız yer yer saatte 10-15 kilometreye düşüyor, virajlar tespih taneleri gibi birbirini izliyor. Yol orman içinden geçiyor. Yol kenarındaki koca koca ağaçların dalları bir şemsiye gibi yolun üzerini örtmüş. Dağa tırmandıkça yol kenarındaki kayaların arasından kayaları delercesine kaynayan buz gibi suların asfaltın üzerine akışını hayretle izliyoruz. Uzunca bir tırmanıştan sonra dağın zirvesine çıkıyoruz. Etrafımızdan bulutlar geçip gidiyor aralıksız; bizler sanki bir masal ülkesinde rüyalara dalmışız. Sanki bulutların içinde süzülüyoruz, araçlarımızın altından zemin kaybolmuş gitmiş. Bir çeşme görüyorum sol yanımızda. “Ne de güzeldir bu çeşmenin suyu. Birkaç şişe dolduralım bari.” diye sesleniyorum eşime. Camdan bir su şişesi çıkarıyorum arkadaki araçta bulunan arkadaşıma işaret etmek için. Arkadaşım “Durmayalım. Yola devam edelim.” der gibi bir işaret yapıyor. Yola devam ediyoruz. Sırp bölgesindeyiz, yolda birkaç Sırp mezarlığının yanından geçiyoruz. Yol ıssız. Gorazde’ye kadar olan 30-35 kilometrelik dağlık yolda bizden başka toplam dört araç, iki motosiklet ve bisikletiyle yolculuk yapan bir Almandan başka hiç kimseyi görmüyoruz. Bir süre sonra asfalt yol bitiyor. Stabilize yolda ilerliyoruz. Gökyüzünde yırtıcı kuşlar irili ufaklı daireler çiziyorlar. Üç dört kilometre kadarstabilize yolda ilerledikten sonra yavaş yavaş tepeden aşağıya doğru inmeye başladığımızı fark ediyorum. Şimdi haritayı incelediğimde bu stabilize yolun 1174 ve 1084 rakımlı iki tepe arasında bulunduğunu anlıyorum. Zaten haritada bu bölgenin hemen yanı başına kayak yapan bir sporcu işareti koymuşlar. Bir süre sonra stabilize yol bitiyor ve tekrar asfalt üzerinde yol almaya başlıyoruz. Uzun ve dolambaçlı bir yokuş aşağı yolculuktan sonra Gorazde şehrine varıyoruz. Önce şehrin kenar mahalleleri. Sokaklarda futbol oynayan çocuklar. Kapı eşiğinde dikilip çocuklarına göz kulak olmaya çalışan anneler. Bu anneleri tıpkı belgesel filmlerde yavrularını olası tehlike ve saldırılardan uzak tutmak için her daim tetikte bekleyen ceylanlara, zürafalara ya da zebralara benzetiyorum… Öylesine ürkek ve narin bir halleri var. Sonra şehir merkezindeyiz. Sokaklarda herhangi bir Pazar sabahının sakinliği. Yakındaki bir benzin istasyonunda benzin almak ve biraz dinlenmek için mola veriyoruz.

Gorazde şehrinden ayrılıp Visegrad yönünde yola devam ediyoruz. Visegrad Drina ırmağı kıyısında bir kasaba.Drina ise Sava nehrinin en büyük kolu. 1961 Nobel Edebiyat Ödülünü kazanan ünlü Yugoslav yazar İvo Andriç’in Na Drini Cuprija (Drina Köprüsü) isimli şaheserinde olaylar Visegrad kasabasında geçiyor.Visegrad kasabasına ulaştığımızda bir fotoğraf molası verip Drina ırmağı ve köprünün bolca fotoğrafını çekiyoruz. Irmak kenarında yaşlı bir balıkçı büyükçe bir balık yakalıyor bizim tam fotoğraf çektiğimiz sırada. Irmağın hemen kıyısında köprüyü tam karşıdan gören bir konumda bir otel inşa ediyorlar. İnşaat alanının etrafını çitlerle kapamışlar ve köprünün fotoğraflarını  bu çitlerin üzerinden çekmeyi zor da olsa başarıyoruz.Visegrad kasabasındaki kısa molamızın ardından Bosna-Hersek ile Sırbistan arasındaki sınıra doğru yolumuza devam ediyoruz. Sınıra yaklaştığımızda yol kenarında bulunan küçük bir bakkalda cebimizde kalan son Bosna-Hersek paralarını harcıyoruz. Bakkalı işleten adamın hesap makinesi bile yok. Aldığımız ürünlerin fiyatlarını bir kağıda alt alta yazıp topluyor. En sonunda ortaya çıkan tutarın tekrar sağlamasını yapıyor. Bizim çocukluğumuzda İstanbul’daki bakkallar da satın aldığımız ürünlerin fiyatlarını bu yöntemle toplarlardı. Bu bakkalda bir an için çocukluk yıllarımıza geri dönmenin mutluluğunu yaşıyoruz. Sınırda yaklaşık yarım saat oyalandıktan sonra Sırbistan topraklarına geçiyoruz. Sınırdaki görevli polisler bizlere son derece iyi davranıyorlar. 

Sırbistan’da ilk durağımız Mokra Gora. Yani Mokra Dağı isimli bir kasaba. Kasabada çok sayıda ahşap dağ kulübesi var. Görünüşe göre Sırplar bu kasabada hafta sonu tatillerini geçiriyorlar. Mokra Gora’yı geride bıraktıktan sonra sırasıyla Uzice ve Cacak şehirlerini geçerek Kraljevo şehrine ulaşıyoruz. İşte bu şehirden sonra yolumuzu kaybediyoruz. Kraljevo’da haritamızı inceleyip Krusevac üzerinden Niş şehrine çıkmayı planlıyoruz. Kraljevo üç yol ağzında bulunan bir şehir. Bir yol güneye Novi Pazar yönüne iniyor. Bir ikincisi kuzeydoğuda Kragujevac yönüne gidiyor. Üçüncü yol ise batıya Krusevac yönüne gidiyor. Şehirde yeterli işaret levhası yok. Batıdan gelip doğu yönünde devam ettiğimize göre yola düz devam edersek Krusevac’a varacağımızı düşünüyorum. Bir süre yola devam ettikten sonra eşim doğru yolda olduğumuza kanaat getirip kısa bir süre şekerleme yapıyor. Önce Usce isimli bir kasaba çıkıyor karşımıza. Kasabanın ortasından geçen ırmağın üzerinde Yugoslavya döneminden kalma bir metal köprü var. Köprünün üzerinde de büyükçe bir yıldız ve orak çekiç işareti. Biz köprünün üzerinden geçerken Amerikan bayrağı desenli bir şort giymiş bir genç kız da iki elinin baş parmağı cep telefonunun ekranı üzerinde dans eder halde bizimle aynı yönde köprüyü geçiyor. İşte tezat ya da ironi dedikleri şey bu olsa gerek. Ataları Yugoslavya döneminde onca didinmiş çalışmış yollar, köprüler, tüneller inşa etmişler torunları rahat etsinler diye; torunları ise umarsızca Batı teknolojisi ve yaşam biçiminin esiri olmuşlar, atalarının eserlerini kullanırken onlara göz ucuyla dahi bakmayacak kadar kayıtsız.Usce kasabasını geride bıraktıktan sonra uzunca bir süre yol alıyoruz ve en sonunda Raska isimli bir kasabaya ulaşıyoruz. Yanlış yolda olduğumuzdan şüphelenip eşimi uyandırıyorum. “Füsun, şu haritaya bir baksana. Raska diye bir kasabaya geldik. Doğru yolda mıyız?” Eşim haritada bu kasabanın ismini bulamıyor. Kasabanın girişinde bulunan bir benzin istasyonunda durup güncel bir Sırbistan haritası satın almaya karar veriyorum.  Benzin istasyonundaki  bayan tezgahtara “Biz Niş yönüne gitmek istiyoruz. Buradan sonra ne kadar yolumuz var?” diye soruyorum. “Siz yanlış yönde ilerliyorsunuz. Buradan Niş 200 kilometre. Siz 80 kilometre yanlış yönde gelmişsiniz. Buradan Kraljevo’ya geri dönün ve orada birisine Niş’e nasıl gideceğinizi sorun. Tabelalara güvenmeyin, birisine sorun.” diye cevaplıyor kadıncağız. “Sırbistan yol haritası satıyor musunuz?” “Maalesef yok.” “Teşekkür ederim.” Çaresiz benzin istasyonundaki bayan tezgahtarın söylediği gibi Kraljevo şehrine geri dönüyoruz. 160 kilometre fazladan yol yapıyoruz ve iki saat zaman kaybediyoruz. Dönüş yolunda Usce kasabasını geçtikten sonra sağ yanımızda bir tepe üzerinde muazzam bir kale görüyoruz. Aracımızı yavaşlatıp bu kalenin birkaç fotoğrafını çekiyoruz. Kraljevo şehrine vardığımızda şehir merkezi yakınlarında aracını yol kenarına park etmiş bir taksiciye Krusevac üzerinden Niş’e nasıl gidebileceğimizi soruyorum. Taksici “Ben o yöne gidiyorum. Beni takip et!” diyor. Taksiciyi takip ediyoruz. Takip ettiğimiz taksi Krusevac şehir merkezinde bir o sokağa giriyor bir diğerine. Takipteyiz. Krusevac sokaklarında yol alırken şehir merkezinden geçen yolun trafiğe kapatılmış olduğunu ve yolda bakım çalışması yapıldığını görüyoruz. Bu yol çalışmasının bizim kaybolmamıza neden olduğuna karar veriyorum. Taksiciyi uzunca bir süre takip ediyoruz ve sonunda taksici bir köşe başında aracını durduruyor ve bize ileride bulunan bir köprüyü işaret ediyor. “O köprüyü geçip sola dönün. Ondan sonra Krusevac’a 50-60 kilometre yolunuz var.” Taksiciye teşekkür edip dediğini yapıyoruz ve yaklaşık 45 dakikalık bir yolculuktan sonra Krusevac şehrine ulaşıyoruz. Şehrin girişinde yolun her iki yakında kurulmuş tezgahlarda karpuz satılıyor. “Bu şehrin karpuzu meşhur galiba!” diye sesleniyorum eşime. “Şehirden ayrılırken bir karpuz alalım.” Şehir meydanına çıkan bir caddenin kenarında bulunan bir araç park yerine araçlarımızı park ettikten sonra şehir meydanına doğru yürüyoruz.  Şehir meydanında otobüs bekleyen genç bir adama yakınlarda bir restoran bulunup bulunmadığını soruyorum. Adamcağız geldiğimiz cadde yönünü işaret ediyor. Onun işaret ettiği yöne doğru yürümeye başlıyoruz ve biraz ileride bir polis karakolunun önünde sohbet eden biri bayan ve diğeri erkek iki polis memuru görüyoruz.  Bir de onlara şehirde önerebilecekleri bir restoran olup olmadığını soruyorum. Bayan polis memuru kıdemli bir memur olsa gerek; omzunda apoleti falan var. Bayan memur önce “Araçlarınızı nereye park ettiniz?” diye soruyor. “Hemen şuraya.” diyerek araçlarımızın bulunduğu yeri işaret ediyorum. “Çok iyi. Bugün günlerden Pazar ve araçlarınızı o park yerine ücretsiz park edebilirsiniz. Restoran konusuna gelince… Bugün Pazar günü olduğu için çoğu restoran kapalı olabilir. Ben ofisten bir telefon edip hangi restoranın açık olduğunu sizin için öğreneyim.” diyerek karakol binasına giriyor. Bayan polis memuru birkaç dakika sonra yanımıza gelerek bize açık olan bir restoran bulunduğunu söyleyip restorana nasıl gidebileceğimizi tarif ediyor. Sözlerini Türkçe “İyi akşamlar!” sözcükleriyle bitirmesi bizi oldukça şaşırtıyor. Sırp polis memurlarına teşekkür edip tarif ettikleri adrese gidiyoruz.

Polis memurunun tarif ettiği adreste Etno Kuca isimli bir restoran bulunuyor. Restoranın iç dekorasyonunda ahşap egemenliği var: duvarlar, masalar ve sandalyeler masif ahşap. Duvarlarda eski fotoğraflar, bir kurt postu, bir geyik başı, bir keçi başı. Masalarda mavi beyaz pötikareli masa örtüleri. Pencerelerdeki perdeler de masa örtüleriyle aynı kumaştan yapılmış. Biz ekip olarak büyükçe bir masaya yerleştikten sonra garson siparişlerimizi almaya geliyor. Hepimizin tercihi aynı: cevapcici. Garson “Sizin için kaymak da getireyim mi? Kaymağımızı şiddetle tavsiye ederim.” deyince “Olur. Getirin.” cevabını veriyoruz.  Restoranın barındaki buzdolabında Sırpların ünlü Jelen biraları dikkatimi çekiyor. Ben araç kullanacağım için bira siparişi vermiyorum ancak eşim küçük bir şişe Jelen birayı afiyetle içiyor. Restoranda  yediğimiz cevapcici ,kaymak ve salatalar son derece lezzetli. Yemeklerimizi bitirdikten sonra hesabı isterken garsona “Şu Jelen bira bardaklarınız çok güzel. Bana bir tanesini satar mısınız?” diye soruyorum. Garson hiç tereddüt etmeden bardan pırıl pırıl bir bardağı alarak bana hediye ediyor. Üç kişi cevapcici, salata, kaymak ve içecekler için yaklaşık 35 TL karşılığı Sırp Dinarı ödedikten sonra garsona teşekkür ederek restorandan ayrılıyoruz. Araçlarımıza dönmeden önce şehir merkezinde bulunan bir marketten biraz alışveriş yapıyoruz. Bu marketten karpuz almayı ihmal etmiyorum. Evet, o Krusevac karpuzu İstanbul’a geliyor. Krusevac çıkışındaki bir benzin istasyonunda araçlarımıza benzin satın alıyoruz. İstasyondan güncel bir Sırbistan haritası satın almayı da ihmal etmiyorum. Ne olur ne olmaz. Tekrar kaybolmayı göze alamayız. Akşam saat 8:30 dolaylarında Krusevac’dan Niş yönüne doğru yola çıkıyoruz. Sorunsuz bir yolculuğun ardından gece saatlerinde Kalotina Sınır Kapısından Bulgaristan’a giriş yapıyoruz.

4 Ağustos 2014: Kapıkule Sınır Kapısı’naVarış

Bütün gece Bulgaristan topraklarında yol alıyoruz. Sabah hava aydınlanmaya yüz tutarken Türkiye sınırındaki Kapitan Andreevo Sınır Kapısına ulaşıyoruz. Şansımıza sınır kapısı çok kalabalık değil. Bulgar sınır kapısından kısa sürede geçiyoruz ve Kapıkule Sınır Kapısı’nda bizleri “Vatanınıza Hoş Geldiniz.” yazılı bir tabela karşılıyor. Kapıkule’de işlemlerimiz seri bir şekilde yapıldıktan sonra İstanbul’a doğru yol alıyoruz. Sol yanımızda güneş tepelerin üzerine altın bir madalyon gibi konmuş bize gülümserken sağ yanımızda Selimiye Camii bizleri doğup büyüdüğümüz topraklara buyur ediyor.

 

 

 
Toplam blog
: 42
: 1065
Kayıt tarihi
: 13.11.12
 
 

1995 yılında İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi İngiliz Dili Eğitimi Bölümü'nde..