Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Temmuz '16

 
Kategori
Eğitim
 

Bana öğretmenini söyle; sana kim olduğunu söyleyeyim!

Bana öğretmenini söyle; sana kim olduğunu söyleyeyim!
 

 

 

                                                                   

                                                                        anlayana sivrisinek saz gelir de  

                                                                         davul zurna çalsanız bile az bana

                                                                                                  H. E.)

 

 

          “Eğitim, okul, öğretmen, öğrenci…”deyip kitabın, okumanın öğrenimin öneminden söz edip duruyoruz ama işe yarar bir eğitim mi veriyoruz acaba?

          Onca önem verdiğimiz okullarımız, her şeye karşın ellerini saygıyla öptüğümüz öğretmenlerimiz görevlerini tam yapıyorlar mı, dersiniz?

          “Uzun yıllar öğretmenlik yaptığını, hem de Dicle ve Hasanoğlan Öğretmen Okullarında öğretmen olarak çalıştığını unuttun galiba. Okullara, öğretmenlere niye yükleniyorsun bu kadar? Bugün yaşadığımız bu olumsuz durumlarda ülkeyi yönetenlerin hiç mi kabahati yok? İktidarıyla, muhalefetiyle politikacılarımız sütten çıkmış ak kaşık mı?”  diyorsunuz; yoksa:

          “Ya hukukçulara ne dersin? Hâkimlerimiz, savcılarımız, avukatlarımız görevlerini tam mı yapıyorlar? Tam yapıyorlarsa niçin yüzde seksen, yüzde doksan halkımız adaletten şikâyetçi?”

          “Doktorlar, mühendisler, mimarlar... Çok mu başarılı onlar?”

          “İşçilerimize, çiftçilerimize, işverenlerimize ve onların sözde sendikalarına ne dersin? İhracatımız ikiye katlandı da haberimiz mi yok bizim?”dediğinizi duyar gibiyim.

          Biliyorum, bu liste uzar gider. Hiç zahmet etmeyin, anladım ne demek istediğinizi. Gerçekten anladım. Ama sizin de beni anlamanızı istiyorum.

          Evet, haklısınız. Hem de çok haklısınız. Hiç de övünülecek bir yanı yok, hukuk ve adaletimizin. Ben de varım; o kurumdan yakınan % 80 - % 90’ların içinde. Haklı olanı haksız sayan; apaçık suç işleyen “güçlü”yü baş tâcı eden bir adalet sisteminin nesini beğeneyim ben?

          “Madem böyle düşünüyorsun, o halde her şeyden önce bu bozuk sistemi düzeltmek için çalışmak gerekmez mi? Hâkimleri, savcıları, avukatları eleştirmek yerine, bu işlerle hiç ilgisi olmayan öğretmenler neden hedef tahtanda?” diyorsunuz, öyle mi?

          Canlarım benim, zurnanın zırt dediği yer burası işte!

          O beğenmediğiniz hâkimleri, savcıları, avukatları ilkokuldan itibaren kim yetiştirdi? Karnelerine o “Pekiyi, Pekiyi, Pekiyi”leri kim yazdı? İlkokulda, ortaokulda, lisede, üniversitede onların bu makamlara gelmesini sağlayan diplomaları kim verdi?

          Bir ülkede adalet zayıfsa, eğitim zayıf demektir. Bir ülkede ekonomi geriyse, eğitim geri demektir. Bir ülkede sağlık hizmetleri, mühendislik ve mimarlık hizmetleri çağdaş değilse, o ülkenin eğitimi çağdaş değil demektir.

          Ve bir ülke tarımda, endüstride, bilimde, sanatta, sporda nal topluyorsa; “eğitimi hasta, eğitimi işe yaramaz, eğitimi ilkel” demektir. Yapılacak iş, bir an önce bu hastayı ameliyat masasına yatırmak değil midir?

          Başka çıkar yolu var mıdır bunun, dostlar!

          Eğitimi düzeltmeden, çok iyi öğretmenler yetiştirmeden, bir şeylerin daha iyi olacağına inanabilir misiniz siz? Çağdaş ve bilimsel bir eğitim sistemi kurmadan, en zeki ve en çalışkan çocuklarımızı öğretmen olmaya özendirmeden ne adalet bugünkünden daha iyi olabilir, ne siyaset…

          Şu iyi bilinmelidir ki, maddî ve manevî olarak öğretmenlik mesleğini yüceltmeden alınacak hiçbir önlem, ülkemizin hiçbir derdine çare olmayacaktır.

          İyi hukukçu, iyi doktor, iyi mühendis, iyi mimar…

          İyi işçi, iyi çiftçi, iyi işveren, kısacası iyi yurttaş, iyi öğretmenlerce yetiştirilebilir ancak.

          Bu konudaki görüşümü açıkça belirttikten sonra, şöyle bir elli yıl kadar gerilere uzanmaya ne dersiniz?

          Yıl 1967… Yozgat ilimizin Şefaatli ilçesinden Şehriban Tuğrul adlı bir kız çocuğu, beş yıl okuyup ilkokulu bitirdikten sonra, ilçesinde ve okulda yapılan iki sınavı da kazanıp Hasanoğlan Öğretmen Okulu’na kaydolur.

          Babası Mehmet Mustafa Tuğrul, kızını okula teslim ettikten sonra, ayrılma zamanı gelmiştir artık. Sözü yazana bakalım şimdi:

          “Babam utangaç bir şekilde bana sarıldı. Elini öptüm, o da beni öptü. O zamanlar babalar çocuklarına sevgilerini göstermez, öpemezlerdi; ayıptı. “Ya çocuklar şımarırsa” derlerdi. Bütün çocukların velileri arkalarına bakarak, bizler de el sallayarak, üzülerek, kimimiz de sesli sessiz ağlayarak uğurladık.” (*)

          Akşam yemeğindeki “mercimek çorbası, etli patates ve bulgur pilavı”nı aç kurtlar gibi yedikten sonra, kendisi gibi yeni kayıt olmuş arkadaşlarıyla birlikte yatakhaneye gider. Daha önce görevlilerin sıkı sıkıya tembih ettikleri gibi pijamalarını giyer; elini, ayağını, yüzünü yıkar; dişlerini fırçalayıp yatağa girer. Ötesini yazardan dinleyelim:

          “Kendimle baş başa kalmıştım. Çok hoşuma gitti her şey. Tuvalet, yani WC bir sürüydü. El yıkanacak yerler de… Muslukları açıp kapatıyorduk, meraktan… Suyun hazırca elimize gelmesi mutlu ediyordu bizi. Lavaboyla işimiz bittiğinde yüzlerimiz gülüyor, gözlerimiz ışıldıyordu. Neden olmasındı ki? Çoğumuzun olduğu gibi, bizim de tuvaletimiz evimizin arkasında ve yol üstündeydi. Yeni ev yaptırdığımız halde yine dışarıdaydı. Çukuru açıktı. Düşme riskiyle baş başaydık. İçinde su bulunmazdı. Büyükler giderken suyu kendi götürür, küçükler alelacele ihtiyacını görür çıkardı. Çukurdan yayılan pis koku ve oğul verir gibi tuvalette sineklerin cirit atması da cabası… Dilimin, temiz dişlerimi okşaması hoşuma gitti. Elimi ağzıma götürüp hohladığımda koku ve ağzımdaki ferahlık beni mest etti. Ömür boyu fırçalamaya karar verdim.” ( *)

          Niçin mi yer verdim; bu alıntıya?

          Bence çok önemli de onun için…

          Açıklayayım izninizle:

          Birçok insan, tuvaletlerinin evlerinden uzakta olduğunu yazamaz. Ben de çok iyi bilirim ki, Anadolu’nun pek çok yerinde olduğu gibi, Trakya’da da böyledir bu. Bazen 20 – 30, bazen de 40 – 50 m. uzaktadır tuvaletler. Ve yazarın cesaretle söylediği gibi, çoğunun da çukurları açıktır. (Bildiğiniz gibi, nice çocuk ve büyükler, kaza ile düşüp boğulmadı mı o çukurlarda?)       

 “Şehriban’ın ailesi aslen köylüdür. Henüz altı yıl olmuştur, Şefaatli ilçesine geleli. Köyde âdet böyle olduğu için…” diye başlayıp devam eden bir mazerete eyvallah diyelim.

          Diyelim de, yazarın şu cümlesine dikkatinizi çekerim:

          “Yeni ev yaptırdığımız halde yine dışarıdaydı. Çukuru açıktı. Düşme riskiyle baş başaydık.”

          Yeni ev yaptırdıklarına göre, onlara yardım edecek, yol gösterecek görevli bir Allah’ın kulu yok muydu bu ilçede?

          Sözgelişi, “Belediye” diye bir kurum yok muydu? Seçimle gelen bir belediye başkanı? Ona bağlı bir mühendis, bir mimar, bir fen işleri müdürü yok muydu?

          Kaymakam yok muydu bu ilçede?

          Bir imar ve iskân müdürü yok muydu?

          Bunların her biri vardı ama görevlerini yapmıyorlardı. Her akşam rakı masalarında, “Ne olacak bu memleketin hali?” deyip vatanı kurtarıyorlardı!

          1960’lı yıllarda bir sağlık ocağı da yok muydu acaba Şefaatli’de? Ve bu sağlık ocağında bir doktor, bir hemşire?.. Hiç değilse bir sağlık memuru, bir ebe de yok muydu?

          Onlardan biri olsun, Şehriban’ın babasını görüp, “Yazı var, kışı var… Yağmuru var, karı var, buzu var… Gecesi var, gündüzü var; yaşlısı var, hastası var… Gel, tuvaleti öyle değil, böyle yapalım. Çukurunu böyle değil, şöyle açalım.” diyen olmamış mıdır hiç?

          Olmamış demek ki. Olsaydı bir yol gösteren, “Hayır, ille de ben güzeli değil, çirkini… İlle de ben dedemden, babamdan gördüğüm sağlıksız ve meşakkatli bir tuvalet yaptıracağım.” diye inat mı ederdi?

          Haydi; polis ve jandarma, “Beni ne ilgilendirir?” deyip uyarmadı; Şehriban’ın babasını, ya öğretmenler?.. Hiç değilse onlardan biri, “Ben yalnız okula gelen öğrencilerin değil, velilerinin de öğretmeniyim. Ben bu halkın öğretmeniyim.” deyip öne çıkamaz mıydı?

          Böylesine gözü kara bir öğretmen yok muydu Şefaatli’de?

          Olsaydı öyle biri, başta kaymakam olmak üzere, ilköğretim müdürü ve o öğretmeni denetleyen ilköğretim müfettişi, “Görevin olmayan işe niye burnunu sokuyorsun sen?” deyip hakkında soruşturma açarak Van’a ya da Hakkâri’ye mi sürgün gönderirlerdi?

          Kaymakamı, belediyeyi, sağlık örgütünü bir yana koyalım da ya onları denetleyen “müfettiş”lere ne diyelim?

          Onlar yalnızca bu görevlilerin kravat takıp takmadığına, ütülü pantolon giyip her sabah tıraş olup olmadıklarına mı bakarlar? Bir de gelen ve giden resmî yazıların ayrı ayrı dosyalara güzelce yerleşip yerleşmediğine? Ve en önemlisi de ortada kızarmış tavuk olmak üzere rakı sofralarında iyi ağırlanıp ağırlanmadıklarına mı bakarlar? Öyle mi?

          O günlerin Şefaatli Kaymakamı, güzel teftişler sonucu aldığı yüksek dereceli takdire değer sicillerden dolayı önce büyük kentlerimize vali, sonra müsteşar, sonra içişleri bakanı falan olmadıysa dişimi kırarım.

          Öylesine çalışkan, halkımızın sağlığı ve mutluluğu için gecesini gündüzüne katan fedakâr yöneticiler yüksek makamlara gelmeyecekler de ben mi geleceğim!

          Vali, müsteşar, parti başkanı, milletvekili, bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı olarak saygıyla alkışladığımız büyüklerimizi altı yaşından başlayarak kimler yetiştiriyor?

          Saygıyla ellerini öptüğümüz öğretmenler değil mi?

          Millî Eğitim Bakanı olsaydım, okulların kapısına şunu yazdırırdım:

          “Bana öğretmenini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.”

 

                 Hüseyin Erkan

                                                                     huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

-----------------------------------------------------------------------------------------------

(*) Anılarımla Hasanoğlan, (Yazan: Şehriban Tuğrul, Hasanoğlan Mezunları Derneği Yayınları,                No 2, Nisan 2016,  Çankaya/Ankara, Tel: 0312 379 33 33)

 

 

 

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..