Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Ekim '09

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Barselona’da Sangria keyfi

Barselona’da Sangria keyfi
 

Barselona Limanı'na tepeden bakış


25.Ağustos.2006 Cuma, Barselona Barselona Hava Limanı, çok büyük.Yolumuzu kaybetmemek için rehberin peşinden ayrılmıyoruz. Bavulları da ilk biz alıyoruz. Oysa uçak daha boşalmaya devam ediyor.Rehberin dediğine göre otuz altı kişi katılmış bu tura. Bu nedenle hepsinin gelmesini bekleyecekmiş. “Siz çıkış kapısında durun” diyor. İspanya saatiyle saat 20.00 olmuş. Uçakta bir şeyler yedik; ama bütün gece idare etmez.Üstelik çok da yorgunuz. Sadece bütün gün süren yolculuk değil, İstanbul’daki boğucu Ağustos sıcağı da yordu bizi. Çıkış kapısına yakın bir yerde oturup turun diğer yolcularını bekliyoruz. Aslında kimseyi tanımıyoruz. Bu yüzden gözümüz rehberde... O da bir türlü gelmek bilmiyor. Bize dışarıda bir otobüsün bizi beklediğini, orada buluşacağımızı söylemişti; ama otobüs filan görünmüyor etrafta. En iyisi çıkış kapısına yakın bir yerde durup rehberi gözlemek. Öyle de susadım ki...

Biraz bozuk para bulup ilerideki büfeden şişe suyu alıyorum. Eşim ise eşyaların yanında ve kapı nöbetinde. Saat 21.00 oldu. Nerede bu rehber? Bu işte bir aksilik var. Tam bu sırada rehber kan ter içinde yanımıza geliyor. “Neredesiniz? Bütün yolcular sizi bekliyor...” diyor. Çok utanıyoruz; ama suçsuzuz biz. Nerede dediyse orada bekledik. Meğer başka bir kapıdan çıkmış rehber, ondan görememişiz. Koşa koşa , bavulları, çantaları sürükleyerek epeyce uzakta park etmiş olan otobüse koşturuyoruz. Kan ter içinde otobüse binerken yolculardan da – suçsuz olduğumuz halde- beklettiğimiz için özür diliyoruz. En arkada boş bir yer bulup oturuyoruz. Otobüs hemen hareket ediyor. Hava iyice kararmış. Üstelik kapalı.Yağmur yağdı yağacak... Otobüsten dışarıya bakıyorum ; ama bir şey gördüğüm yok. O sırada İspanyol rehber bir şeyler anlatıyor. Bizim rehber çeviriyor. Akşamın programını söylüyormuş meğer. İki seçenek varmış.Ya bir taksi ile kent merkezine gidip orada gece kulüplerinde Flamenco dans gösterisi izleyebilecek, ya da otele yakın ve gece geç saatlere dek açık alışveriş merkezine gidip yemek yiyebilecekmişiz. Ben Flamenco seyretmek için can atıyorum; ama eşim otobüstekileri beklettiğimiz için çok kızgın. Ateş püskürüyor. Onu yatıştırma çabalarım boşa gidiyor. Anlaşılan Flamenco gösterisi suya düştü. Vincci Oteli kent içinde, beş katlı küçük, modern bir otel. Binanın ön yüzü baştan aşağı cam , çelik kiriş ve kolonlardan oluşmuş. Lobiye girildiğinde tavandan, beş kat yükseklikten çelik tellerle aşağıya sarkıtılmış kocaman, beyaz kutular görülüyor. Gelişi güzel uzunlukta sarkıtılan bu kutular hafif, plastikten yapılmış olmalı. Asansörle dördüncü kattaki odamıza çıkarken bu hoş dekoratif kutuları seyrediyorum. Otelde siyah- beyaz renkler egemen. Odamız bayağı geniş ve çok lüks döşenmiş.... Ortadan bir geniş kütüpane ile ayrılmış iki oda ve bir banyo. Oturma bölümünde cam orta masası çevresinde , rahat, modern kanepe ve koltuklar... Yatak odası tarafında beyaz örtü serilmiş, üzerinde siyah- beyaz yastıklar bulunan geniş bir yatak, siyah mobilyalar, yatağın karşısına gelen kütüpanede televizyon... Bir oda genişliğinde banyoda duş, lavabo ve dolaplar cam ve mermer...

Duvarlar siyah seramik. Gerçekten çok zevkli... Ne yazık ki bu güzel odada sadece bir gece kalacağız. Bavullarımızı bile boşaltmaya zaman yok. Elimizi yüzümüzü yıkayıp, gün boyu ter kokan giysilerimizi değiştirdikten sonra dışarı çıkıyoruz. Pek çok övülen bu kenti tanımak için sabırsızlanıyorum; ama sanıyorum olanaksız. Böyle kısa geziler ancak tadımlık olabiliyor. Sokağa çıktığımızda şaşırıyoruz. Yağmur serpiştiriyor. Ağustos ayının sıcak gecesi nem yüklü. Yağmura aldırmadan yürüyüp sözü edilen alışveriş merkezini buluyoruz. Bizde pek çok benzeri olan merkezlerden biri... Dükkanlar kapanmış; ama yukarı kattaki restoran bölümü açık. Eşimle bir aşağı, bir yukarı dolaşıyor, tanıtım panolarındaki yiyecek fotoğraflarına, hiçbir şey anlamadığımız İspanyolca yazılara bakıyor, ne yiyeceğimize bir türlü karar veremiyoruz. Sonunda hızlı yemekçi dükkanlarından birine oturuyor, yemek kartında resmini beğendiklerimizi ısmarlamaya karar veriyoruz. Bütün gün kuru şeyler yediğimden sadece salata ısmarlıyorum. Eşim de krep söylüyor.Yanında da Sangria denilen portakallı kırmızı şarap... Garson kız önce şarabımızı getiriyor. Metal bir maşrapa içindeki kırmızı şaraba portakal suyu eklenmiş, portakal ve elma dilimleri doğranmış. Bolca buz atılarak soğutulmuş. Nefis bir şey. Az sonra gelen yemeğimizle birlikte içiyor, tadına doyamıyoruz.

Sangria’nın verdiği çakırkeyiflikle yorgunluğumuzu atıyor, çiseleyen yağmura aldırmadan bomboş bulvarda yürüyerek otelimize geliyoruz.

 
Toplam blog
: 26
: 898
Kayıt tarihi
: 03.12.08
 
 

1946 yılında doğan ve tıp doktoru olarak Türkiye ve Almanya’da çalışan Gülseren Engin’in ilk öyküsü ..