Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Temmuz '12

 
Kategori
İnançlar
 

Başka açıdan görmek…

Başka açıdan görmek…
 

Ona olan düşkünlüğümü dile getirebilmek sadediyle ortaya koyduğum şeylerle kendisine bir şey katamayacağımın da bilincindeyim......


Ona hayranlığım, tamamen acziyetimin ifadesidir. Bu, bildiğiniz mânâda bir acziyet...
Normal bir insanın onun yanında kendini hissedişi gibi...
 

Bir İnsanı Kâmil’in ortaya koyabildiği mânâlar nisbetinde koyamadıklarını müşahede etmesini anlatan acziyetten bahsetmiyorum.

Ona olan düşkünlüğümü dile getirebilmek sadediyle ortaya koyduğum şeylerle kendisine bir şey katamayacağımın da bilincindeyim.

Sonsuz bir kum sahili düşünün. Bu sahile bir kum tanesi ilave etseniz, sahilin sayısal değeri yükselebilir mi?
Bunu düşünmek bile saçmadır,  muhaldir.
Böyle bir önerim olsa dikkâte almaz "hadi canım sen de" dersiniz değil mi?..

Benim onu medhedişim ve onunla meşk halinde oluşum, işte bu türden bir şey. Ama yine de ondan kopmadan meşk etmeli ve hayranlığımı dile getirmeliyim.

Hem neden getirmeyeyim ki?.. Mani olacak bir sebep görmüyorum...

Zira, kendimi ondan ayrı bir varlık olarak hissetmiyorum!..

Ben şaşkın şaşkın yüzüne bakarken, içimi okuyarak,

“Bu nasıl düşünce, insanın kendinden nefret etmesi ne garip!” derdin.

Sonra bir dizi nasihat eder,
“Önce kendinle barışık olmayı öğrenmelisin” diye sürdürürdün sözlerini.

“Kafanla, düşüncelerinle, bedeninle barışık olmalısın, kendinden nefret ederek bir yere varamazsın!..”

Ben şaşırırdım...

Sen nelere kadirsin!...
Şimdi seni daha iyi anlıyorum. Yaygın olduğun, kendini hissettirdiğin dönemde sıkı bireysel bağlara yer yoktu. Dostlukların önemi olmazdı.
Çünkü, sadece sen vardın.
“Sen” anılmadan edilemezdi.

Herkes sana hayran hayran bakar, gücü yeten katılmak ister, yetmeyen ise dışarıda sus pus oturur, ama sesini çıkaramazdı.

Sevgili Tek, sen bir acaiptin!.. Alem senin gözünle varlığı seyretmeyi diler, sen kendini seyrederdin.

Senin olduğun yerde;

“Neden?”

“Niçin?”

“Nasıl olur?”

“Acaba?”  gibi vehim dolu suallere, kuşkulara yer olmazdı.

Sonsuzdan gelip sonsuza giden yaşamda yarın, küçücük bir paketti.

Sen olduğunda yarınlar düşünülemez, bugünle yetinilir; bugünle yetinen, yetindiğini yarınla yetinmeyene verirdi.

“İnsani” olarak tanımladığımız özellikler, senin yanında değerini yitirirdi.

“Bilinçli yaratığın yeryüzündeki tek temsilcisi, tek türü İnsan” olduğunu sen söylemedin mi?

Mekârimi ahlâk ile populer ahlâkın aynı şey olduğunu düşünenlerin yanılgı içinde olduklarını bu kavramların birbiriyle ilgisi bulunmadığını senin uyarıların sayesinde algılamamış mıydık?

İnsanın yetenekleri arasında en önemli şeyin özünü bilmek olduğunu bildiren, iyilik ve kötülüğün, güzel ve çirkinin, pis ve temizin, doğru ve yanlışın "eşref-i mahlukât" olarak tanımlanan insan için izafî değerler olduğunu anlatan sen değil miydin?

Allah adına kimsenin söz söylemeye hakkının bulunmadığını,  konuşanların hâkim olduğu toplumlarda hürriyetin söz konusu olmadığını bir tek sen dile getirmiştin.

Hızını alamayan nefsin sonunda zararlı çıkacağını bildirmiştin.

Senin taifen yoktu. Yandaşın, önün-arkan da, tarafın da...
Senden başka bir başka sen de yoktu.
Senin diğer yanın da yoktu. Değişkenliğin, senin değişmen değildi bildiğim kadarıyla.

Sen kimseyi itham etmezdin. İtham etmene de asla bir sebep olmazdı.
Sevgin öylesine dolup tırmanır, yaşanırdı ki, seven / sevilende yok olur, sevilen / sevende var olurdu...
Sevgin, düşman kabul etmezdi.

Ötelerde de değildin, insanlar mutluydu. Seninle dolup taşar, seni yaşardı. Seninle tezatlar ortadan kalkar, ancak seninle düzlüğe çıkılır velhasıl, seninle soluk verilirdi.

Seni bir rüzgâr, bir bulut, bir zaman, bir ışın gibi tarif etmeye çalışırdım. Şekilsiz, kayıtsız, sonu olmayan, bana göre bir tarifti bu...

Sana ait bildiğim yegâne şey, sınırsız oluşundu.
İstediğim arzuladığım tek şey de, senin gibi Tek olmaktı.
Sevgili Tek, sen olduğunda kabahat olmaz, sen yaşadığında renk taşınmaz, Sen varken ikilik bulunmazdı.

O denli aşikârdın ki,  bir başkasına aktarılacak, şikâyet edilecek biri olamazdı.

Yukarıda seni anmaya çalışıp da hiç beceremediğim iri lafların, güzel şeylerin dışında bırakmamız gereken bir duygudan bahsetmek istiyorum: Dedikodu...

Oysa dedikodu, sonuçta bir bireyin gündelik hayat pratiğidir. Nefes alıp vermek gibi... Kimi yorumculara bakılırsa, kişiliğin temelinde o vardır. Bazı düşünürler, dedikoduyu dünyanın en eski huyu olarak kabul ediyorlar.

Aklın bile dedikodudan yola çıktığını sen söylemiyor musun?
Neden birçok insan dedikodunun askeri oldu, şimdi müptelası durumunda?

Sen varken dedikoduya meydan vermezdin, fitnenin lafı bile edilemezdi.

Ey sevgili Tek, her şeyi kasıp kavururken, kimse sana incinmez, bilakis bağlılığını anlatırdı.

Sen bir bütündün.

Sadece sen vardın.

Her yerde vechini gösteren, varlığını hissettiren...

Yüzüne perde mi çektin tanınmamak için?

Seni böyle görenler, az da olsa tanıyanlar şimdi kahroluyor...

Artık,
Ne Hallac’ın “enel hak” kelamı, ne Arabi’nin “sizin taptığınız tanrı ayaklarımın altındadır” sözü bireylere bir şey vermiyor.

Hz. Resûlulah’ın (s.a.v) “insanlar uykudadır.” sözleri pek ulaşmıyor.

Ulaşan şeyler var!

Ama, söylemeye dilim varmıyor.

Gerçekten şimdi "Gizli hazine" kendine yakıştırdığı bu vasfı ile alemleri seyrediyor.

Ahmed F. Yüksel

 [Bu yazı Akşam Gazetesi - 04.12.2000 Tarihinde ve  Türk Edebiyatı Dergisi -Haziran 2001 Tarinde yayımlanmıştır.]

 
Toplam blog
: 636
: 9957
Kayıt tarihi
: 14.12.11
 
 

Araştırmacı Yazar.. ..