Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Ekim '06

 
Kategori
Kent Yaşamı
 

Başkenti terketmek...

Başkenti terketmek...
 

Bana bundan 10 yıl önce birisi "gün gelip bir köye yerleşeceksin dağın başında" deseydi ona güler geçer ve hatta saçmaladığını söylerdim.

Ben, başkentte, düzenli cadde ve sokakların, birbirinden eşit aralıklarla dizilmiş çınar ağaçlarının, gecenin 3'ünde bile kırmızı ışıkta duran arabaların ve saatinde işe gidip aynı saatte evine dönenlerin şehrinde, cumhurbaşkanlarının, başbakanların, siyasilerin hayatımızın içinde dolaştığı ve belki bir el sallaması görmeyi umduğumuz makam arabalarıyla önümüzden geçtiği , kravatlı ve sizinle konuşurken önünü iliklemeye hazır memurların aceleyle yürüdüğü, en kıymetli mekanlarının etrafı tellerle ya da yüksek duvarlarla çevrili ve adım başı nöbetçi askerlerce korunduğu, insanlara ve farklılığa ait renklerin yalnızca çok özel zamanlarda göze göründüğü bir yerde doğdum ve büyüdüm. 28 yıl Ankara’da, o şehrin ruhunu ezberleyerek yaşadım.

Uzak yerlere gidince hep başkentte alıştığım ve bildiğim sokakları adımlamayı, her zaman yapmayı huy edindiğim şeyleri yapmayı özledim. Kuğulu Park'tan aşağıya doğru Bulvar boyunca çınar ağaçları altında yürümeyi, Yüksel Caddesi'nde kitapçılara uğramayı, hep aynı bir kaç kafede arkadaşlarımla buluşup sohbet etmeyi, Odtü'ye ve muhteşem kütüphanesine nedensiz gitmeyi, Siyasal'a ve Basın Yayın'a gidip hocalarımı ve arkadaşlarımı görmeyi, giderek bu kente yabancılaştığımı farketmeyi, Kızılay'da dolaşmayı, sinemalara gitmeyi, Atatürk Orman Çiftliği'nde köfte ekmek yemeyi, hayvanat bahçesine bir girip çocukluğumdan beri yeni neler olduğuna bakmayı, Ankara Kalesi'nde haftasonlarını elde fotoğraf makinesi dolaşarak bir köşede unutulmuş, geçen yüzyıldan kalma bakır ayna çerçeveleri yapan yaşlı amcayı bulmayı hayal etmeyi ve daha pek çok şeyi özledim uzak olduğum süreler boyunca.

Ama bunlar Ankara'nın bende yarattığı sıkıntı ve hüzün duygularını unutturmaya yetmez. Ankara'dan uzak olmak bende özgür olmakla eş anlamlı belki de. Geçmişimden özgür olmakla ve güneşe yakın olmakla. Şehir hayatının her türlü kolaylıklarına bebekliğinden beri alışmış biri olarak şehri terkedip de bir sahil kasabasına üstelik de ismi Bodrum olmayan bir yere, daha unutulmuş daha ücra ve kendi kabuğunda olan Kaş'a yerleşmem de işte bu yüzden hayatımda bir dönüm noktasıdır.

Biz şehir doğumlular, alıştığımız düzenlerin dışında soluk alıp vermeyi, tıpkı yeni doğan bir bebek gibi, göbek kordonumuz tamamen kesilmeden öğrenemeyiz. Kendi nefesimizi, güvenli ve bildik olmayan bir yerde ilk kez alabilmek için o kordonun kesilmesi şarttır çünkü. İşte bu nedenle bir şehri terketmek, bir daha dönüşün olmayacağını da baştan kabullenmektir. Tıpkı sizi artık yoran bir sevgiliyi terketmek gibi...

Nüfusu milyon olan bir yerden sadece binlerle ifade edilen bir yere geldiğinizde uzun bir zaman alışamadığınız ama sonunda insan olduğunuzu anımsayıp kabullendiğiniz ilk şey, bir kaç kez üst üste gördüğünüz herkese ama herkese selam vermek durumunda oluşunuzdur. Başlarda gözünüzü kaçırır, görmezlikten gelirsiniz ama sonunda siz vermeseniz bile onun verdiği selamı almak zorunda kalır ve yavaş yavaş kasaba yaşamının içine çekildiğinizi, artık tanınmaz, ne yaptığı ve kim olduğu kimsenin umurunda olmayan herhangi bir kişi olmaktan çıkıp, topluluğun herkesçe bilinen ve tanınan bir parçası olduğunuzu hissetmeye başlarsınız.

Böyle bir duyguyu hiçbir şehirde yaşayamazsınız. Şehir demek bağımsızlık, kendi başınalık, yalnızlık, kopmuşluk, merkezkaç ve çekirdeğe dönüş demektir. Oysa kasabalar ve köyler insanların hala birbirlerini merak ettikleri, birbirlerine müdahale ettikleri, topluluğun bir büyük kalp gibi attığını duyumsayabildiğiniz yerlerdir. Bu merkeze dönüş, nüfus küçüldükçe artar ve yoğunlaşır. Birey olmak, topluluk küçüldükçe önemini yitirmeye başlar. Tıpkı bir akvaryumdaki balıklar gibi; ne kadar çok olursak o akvaryum o kadar çabuk kirlenir.

İşte ben de Kaş’a ilk yerleştiğimde bir süre şehirli alışkanlıklarımı sürdürerek, etrafımla hiç ilgilenmeyerek ve onların da benimle ilgilenmeyeceklerini umarak yaşadım. Fakat bir süre sonra bir şey fark ettim. Ben ne kadar kabuğuma çekilirsem bu durum o kadar merak uyandırmakta ve bir o kadar da benimle ilgili doğru olmayan bilgiler dolanmaktaydı ortalıkta. İşte bir küçük yer doğrusu daha: Küçük bir yerde yaşarken kendini gizlemenin hiçbir faydası yoktur, zira eğer bilgiyi sizden alamazlarsa topluluğun diğer üyeleri ya uyduracaklardır ya da ilk duyduklarına inanacaklardır. İşte bu yüzden küçük yer sizi toplulukla iletişime çeşitli şekillerde “zorlar”.

Ne olursa olsun onlara kendinizle ilgili bilgiyi vermek her zaman hayatı kolaylaştırır küçük yerde. Bunu yaptığımızda biz şehirliler, hayatımızın şifrelerini de onlara vermiş olmaktan ve işimize burunlarını sokarak bizleri yönetmeye başlayacaklarından korkabiliriz. Oysa küçük yerler dışarıdan farkedilemeyecek denli özgürlüklerin ve hoşgörülerin yaşanabildiği yerlerdir. Sadece “herkes görür ama kimse görmez” kuralı geçerlidir. Biraz çelişkili değil mi?

(birinci bölümün sonu)

 
Toplam blog
: 121
: 2834
Kayıt tarihi
: 09.07.06
 
 

Başkentte doğmuşum ve orada gidilecek tüm okullara gitmişim: ODTÜ-Psikoloji ve Ankara Üni. İletiş..