Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Haziran '07

 
Kategori
Ankara
 

başkentte bir gün...

başkentte bir gün...
 

şehri unutmuş ayaklarım. unutmuşum bu kalabalıklarda yürürken gördüğüm insanların yüzlerindeki bezginliği. ve bu şehirde, görmeyeli hiç bir şey değişmemiş insanların artık yürüyemedikleri yollar dışında. yolları yok olmuş başkentin. yerine derin çukurlar, oyuklar, mağaralar, yeraltı dehlizleri gelmiş. şehrin dibi sadece arabalar geçsin diye oyulmuş kabak gibi.

en kalabalık merkezinde, üstümde turuncu pantolon ve mor tişört ve ayağımda bağcıkları bile eflatun olan beyaz ayakkabılarımla yürürken, başkentin insanlarının neden bu kadar renklere küskün olduklarını düşünüyorum. en gençleri bile bejlerden, hakilerden ve siyahlardan vazgeçmemiş hala. neden?

bu şehrin ruhu, etrafındaki bozkırla çevrelendiği için mi ? çoğunluğu, devlet denilen o hantal örgütün içinde minik bir karınca gibi hayatı boyunca durmadan aynı küçük çöpü oradan oraya taşımakla bir ömür tükettiği için mi? nedenlerin bir önemi de yok aslında. sonuç, insanların hala hayattan kopuk, neşesiz, hücre mahkumu gibi yaşayıp, bu şehre bir eroin bağımlısı gibi bağımlı olmaları. bu beni rahatsız etmiyor da hissettiğim şey şu, insanların heyecan ve mutluluk içinde caddelerde kaygısızca yürüdüklerini hiç göremeden öleceğim. herşeyle alay edercesine, hayata çelme takmak istercesine, hafifleyip kuş olmak istercesine, ağaçların ve doğanın özlemine kapılıp buradan kaçıp buraları bir daha hiç hatırlamamacasına unuttuklarını hiç göremeden.

güvenparkta otobüs beklerken ve bir yandan da bunları düşünürken, turuncu ve mor halimle belki de insanlarda herşeyi bilir görüntüsü veriyorumdu. bu yüzden uzun yıllardır başkentin otobüslerinden de uzak kalmış olan bana ilk önce yaşlı bir teyze yaklaştı ve çankaya hastanesine nasıl gideceğini sordu. bir an neresi olduğunu hatırlamaya çalışırken oğlunun ona "317 ye bin" dediğini söyledi. evet 317 zaten benim de beklediğim duraktaki tabelada yazıyordu. az sonra bir adet 317 halk otobüsü yaklaştığında "teyze işte senin otobüs geldi" dedim. cebinden titreyen elleriyle bir kart çıkardı

" kızım benim yaşlılık kartım var onunla binmem lazım, bu olmaz" .

hastaneye kontrole gidip ilaçlarını alacakmış. Sonra oğluyla incekteki arazilerine gittiğinde buğdayların bir karış büyüdüğünden, başımızda felaketlerin olduğundan, sonumuzun hayırlı olmadığından bahsetmeye başladı. biz onunla konuşurken yanımıza genç bi kız yaklaştı, o da yukarı ayrancıya gidecekmiş, ve tabii ben yine bilici gibi durduğumdan olacak bana sordu. tam bilmesemde fikir yürüttüm ve o da yaşlı teyzeyle sohbetimizde katıldı ve 3 kişilik bir grup olarak beklemeye başladık. ama bi kaç dakika sonra taa aşağıdan neredeyse koşarak gelen bir başka genç çocuk da bana atakuleye nasıl gidileceğini sorduğunda, bu işte kesin bi şey var dedim . acaba danışma kulübeleri turuncu muydu artık buralarda? onca insanın içinde neden ben? en renkli olduğum ve bir tropik ülke papağanı gibi durduğumdan mı? ya da "bu kadar renkliyse bu çok gezen biridir o zaman çok bilir" etkisinden mi?

sonra otobüsler geldi ve her birimiz ayrı yönlere gitmek üzere iyi günler deyip ayrıldık. otobüsten indiğimde biraz yürüdükten sonra hava bir anda bozdu ve birden bire bastıran yağmurdan kaçmak için bir bankanın sundurmasına sığındım, yanımda yaşlı bir karı-koca ve genç bir adamla orada öylece yağmurun dinmesini beklerken yaşlı insanların böyle bir boşlukta teklifsiz sohbet başlatmak istemelerini hep çok içten bulduğumu düşündüm. Sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi bir an yanyana geldiğimizde hayatlarının bir kesitine bizi dahil etmelerini.

Yaşlı teyzeden sonra bu yağmurda beklerken yanımdaki yaşlı amcanın da öyle yapacağını biliyordum ve öyle oldu. Oldukça uzun boylu yaşlı amca bir zamanlar kimbilir kimleri etkilediği mavi gözleriyle bana bakarak almanyada durmadan yağan yağmurlardan söz etmeye başladı. Yağmur bir anda o kadar şiddetlenmişti ki çok yüksek olan sundurmanın bizi koruyabileceği tek yer olan duvara tek sıra halinde yapışmamız gerekmişti. bu yüzden yaşlı adamın yanında duran ve neredeyse onun yarı boyundaki eşi çok istemesine rağmen hemen söze dalamamış sonunda sıkılıp kocasıyla aynı anda konuşmaya başlamıştı. her ikisini de dolby stereo dinliyordum farklı şeylerden bahsederlerken.

onlar böyle bir iki cümle söyledikten sonra oluşan sessizlikte hepimiz sanki ilk kez görüyormuşuz gibi yağmur damlalarının yere düşüşünü seyrettik, bir de karşı apartmanın üst katında bir adamın yarı çıplak bizi seyredişini. doğa bize bundan sonra hiç de cömert davranmayacaktı belki de. biz orada saygıyla yağmurun dinmesini ama bir yandan da bu yaz doğanın başkente daha çok yağmur yağdırmasını dileyerek bekledik. sonra yağmur birdenbire başladığı gibi dindi ve yaşlı amca ve eşiyle birbirimize iyi günler deyip kendi yollarımıza devam ettik.

o gün, bir zamanlar başkentli olmakla gurur duyan eski sakinlerinin en çok yaşadığı semtte, kendi evlatlarıyla bile görüşemeyen bu yalnız insanlarla dolu yaşlı başkentte, hüzünden başka bir şey yoktu.



resim: Noel Fignier
Portugal
They Look At
2007
Acrylic on Canvas
49.3 x 49.3 in

http://www.art-interview.com/CompetitionGallery/Fignier_Noel-002.jpg

 
Toplam blog
: 121
: 2834
Kayıt tarihi
: 09.07.06
 
 

Başkentte doğmuşum ve orada gidilecek tüm okullara gitmişim: ODTÜ-Psikoloji ve Ankara Üni. İletiş..