Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Mart '11

 
Kategori
Eğitim
 

Başlanıçta eğitim vardı

Miller’in kitabı üç bölümden oluşmaktadır: İlk bölümde 18. , 19. ve 20. yüzyılın eğitim mekanizmalarını “Kara Pedagoji” olarak kapsamlı bir şekilde anlatıyor. İkinci bölümde ise üç ayrı karakterin çocukluk ve dolayısıyla eğitim süreçlerini inceliyor. Bu karakterlerin ilki hayatı konu alınarak yazılan kitabı birçok dile de çevrilmiş olan uyuşturucu bağımlısı Christian, diğeri II. Dünya Savaşının aşman diktatörü Adolf Hitler ve sonuncusu da seri çocuk katili Jürgen’dir. Son bölüm ise suçluluk duygusu ile üzüntü arasındaki farka ayrılmıştır. 

Çocukluğumuz hakkında bir şeyler öğrenmek isteyen birisi, ruhumuz hakkında bir şeyler öğrenmek istiyor, demektir.” (E. Burkart)

Çocukluğumuzda maruz kaldığımız aşağılanmaların farkına varma ve onlar üzerinde düşünme şansına sahip olamamışsak bize yapılanı biz de yaparız. Eskinin fiziksel sakatlanma, sömürü ve işkencesi bugün yerini “eğitim” adı altında ruhsal işkenceye bırakmıştır. Freud’un anlattığı paranoyak hasta Schreder’in babası 19. Yy.’ın ortalarında bir dizi çocuk eğitimi kitapları yazmıştır. Çocuk eğitimine dair öğütler verdiği yazılarından birinde şöyle demektedir: 

“İlk olarak küçüğün gereksiz yere ağlama ve bağırma ile kendini gösteren kaprisleri gözlenmelidir… Eğer hakiki bir ihtiyaç, acılı sızılı bir durum veya bir hastalık söz konusu olmadığına kanat getirilirse, o zaman bağırmanın yalnızca kaprisin bir göstergesi, şımarıklığın ilk belirtisi olduğundan emin olunabilir. Böyle durumlarda kişinin ihtiyatlı hareket etmesine gerek yoktur. Kişi olumlu bir tavırla bu hareketlere mani olmaya çalışmalıdır. Bunu, örneğin ilgisini aniden başka yöne çevirerek, ciddi sözler sarf ederek, korkutucu el kol hareketleri yaparak, yatağa vurarak yapabilir. Bütün bunların bir yararı olmazsa, çocuk yatışana veya uykuya dalana kadar ona yumuşakça fakat kısa aralıklarla bedensel olarak da hissedebileceği ihtarlarda bulunabilir… Bu tür bir süreç bir en fazla iki kere yaşanır. Ve insan sonsuza dek çocuğunun efendisi olur. Ana babalar bu konuda kararlı olurlarsa, çok kısa zamanda ödüllerini alırlar; çocuklarını neredeyse bir bakışla idare edebilecek duruma gelirler. Kişi yaşamının ilk iki yılında çocuğa çok şey yapabilir. Onun iyi alışkanlıklar edinmesini sağlayabilir, dayak atarak cezalandırarak onu disipline edebilir. Bütün bunlar sonunda çocuk kendisine bunları yapandan nefret etmez.” 

Bunu iddia eden Doktor Schreder ailesinde, iki çocuğu da “bakışlarla idare eden” öz anne değil babaydı. Her iki çocuk da daha sonra akıl hastası olmuştu. 

Buna benzer iki yüzyıl öncesinin çocuk eğitim kurallarıyla ilgili yazılmış kitaplardan Katharina Rutschky’in “Kara Pedagoji” (1977) adlı kitabında çocuk yetiştirme ile ilgili şunlar söylenir: 

“İnat ve çirkin davranışlar kovulmadığı sürece çocuğa iyi bir eğitim vermek imkansızdır. Henüz erginleşmemiş çocuklarla nedenler sayıp dökülerek başa çıkılmaz; işte bu yüzden inat zorla kovulmalıdır. Bunun için de çocuğa sert davranmaktan başka bir yol yoktur. Ana babanın en başta azar ve dayakla inadı defedecek kadar şansı olmuşsa, artık iyi bir şekilde eğitebilecekleri itaatkâr boyun eğen ve uslu çocuklara sahip olabilirler. Bu itaat o kadar önemlidir ki, aslında eğitim, itaat etmenin öğretilmesinden başka bir şey değildir. İşte bundan dolayı çocuk daha hiçbir şeyi fark edecek duruma gelmeden, en başta ona hem söz, hem de davranışlarla, ana babasının idaresi altına girmek zorunda olduğu gösterilmelidir. Eğer çocuk, emredileni seve seve yapıyor, yasaklanandan kolayca vazgeçebiliyor ve iyi davranışları yüzünden verilen ödüllerle mutlu olabiliyorsa, itaat sağlanmış demektir.” 

“Kanımca çocuklar zayıflıklarından ötürü yaptığı hatalar yüzünden dövülmemelidir. Dayağı hak eden tek şey varsa o da ‘inattır.’ Çocuğu öğrenemediği için dövmek hatadır. İstemeden bir zarar verdiği için dövmek hatadır. Ağladığı için dövmek hatadır. Fakat çocuk bunları kasten yapıyorsa o zaman dayağı hak ediyor demektir. O zaman yukarıda sıralanan tüm nedenlerden hatta başka nedenlerden dolayı da dövmeye hakkımız vardır. Siz istiyorsunuz diye öğrenmek istemiyorsa, size inat olsun diye ağlıyorsa sizi üzmek için etrafına zarar veriyorsa, kısaca inat ediyorsa; o zaman vurun ona, “Hayır baba, yapma!” diye ağlatın onu. Çünkü bu tür bir itaatsizlik şahsınıza açılmış bir savaş demektir. Çocuğunuz elinizdeki gücü almaya çalışmaktadır, böyle durumlarda sizin şiddeti şiddetle def etmeye hakkınız vardır. Bu da şiddet kullanmadan eğitim olmayacağı görüşünüzü sağlamlaştırır. Attığınız dayak basit olmamalıdır. Onun efendisi olduğunuzu ona anlatmalıdır ve çocuğu hemen affetmemeli, ona biraz çektirmelisiniz. Örneğin çocuk açgözlü davranıyorsa onu çıplak ayakla dolaştırabilir, bir masanın başında oturtup ç bırakabilir veya canını acıtmak için bir yerini sıkabilirsiniz. Yani çocuk en başından beri kendi kişiliğini reddetmeyi öğrenmelidir. Ayrıca çocuğun hoşlanmadığı yiyecekler varsa ve bu yiyecek yaygınsa, çocuğun iğrendiği bir şeyi yemektense, bir süre açlığa ve susuzluğa dayanıp dayanamadığını sınayın. Çocuk buna dayanmayı tercih ediyorsa, bu sefer de normal yemeğinin içine fark ettirmeden biraz da sevmediklerinden karıştırın. Eğer çocuk kusacak olursa ya da vücudunda başka tatsız değişimler meydana gelirse, hiçbir şey söylemeyin. Hatta bırakın çocuğun vücudu bu alışılmadık duruma alışsın. (…) Ve çocuk yoksun kalabilmeyi, azarlandığında susmasını, can sıkıcı şeylerle karşılaştığında sabretmesini, öğrenmelidir. (...)” 

“Cezaların en üst noktası şiddetin de işin içine girdiği bedensel cezalardır. Nasıl kızılcık sopası evdeki baba otoritesinin sembolüyse, sopa da okul terbiyesinin sembolüdür. Bir zamanlar sopa aynı evdeki kızılcık sopası gibi okuldaki tüm dertlere deva niteliğindeydi. ‘Ruhla konuşmanın bu imalı yolu’ çok eski zamanlardan beri vardır. Ve bu yola tüm toplumlarda yaygın olarak başvurulmaktadır. Kuralımız şöyledir: ‘Söz dinlemeyen hissetmelidir!’ Pedagojik dayak, sözlere eşlik eden ve onların etkisini arttıran şiddetli bir eylemdir. Bu eylemin en doğal ve dolaysız hali gençliğimde de hatırladığımız gibi önce kulakta hissedilen bir sarsılmayla başlayan bir tokattır. Bu eylem aşikar bir şekilde işitme organının varlığını ve onun kullanılması gerektiğini hatırlatır. Tıpkı konuşma organına yönelik olan ve bunun en iyi şekilde kullanılmasını hatırlatan şamar gibi tokadın da sembolik bir anlamı vardır. Her iki bedensel ceza şekli de en doğal ve en dikkate değer cezalardır.” (…) 

“Eğer öğretmen gerçekten hem bir baba hem de bir eğitimci ise o zaman gerektiğinde sopayla sevmesini bilmelidir. Hatta çoğu zaman gerçek babadan, daha saf ve derin bir şekilde ve her ne kadar genç yürekleri günahkar yürekler olarak tanımlasak da şu konuda hemfikirizdir: ‘Genç yürek her ne kadar o an anlamasa da genellikle bu sevgiyi anlar.’ Eğitimcinin birincil ve en önemli kaygısı daha üst bir iradeye boyun eğmeyi engelleyen eğilimlerin eğitimle beslenmesine, uyandırılmasına değil de mümkün olan tüm yollarla daha oluşmadan yok edilmesine köklerinin kurutulmasına çalışmak olmalıdır.” (...) Ve çocuk eve geldiğinde ona emirler verin. Botlarınızı, ayakkabılarınızı, sigaralıklarınızı ona getirtin. Avluda taşları bir yerden başka bir yere taşıtın. Çocuk tüm bunları yaparak itaat etmeye alışacaktır. 

Kısacası Kara Pedagojinin temel görüşleri şunlardır: 

-Görev bilinci sevgi yaratır. 

-Nefret yasaklarla yok edilebilir. 

-Ana babaya ne olursa olsun saygı duyulmalıdır. 

-Çocuklar ise asla saygı hak etmez. 

-İtaat etme insanları güçlendirir. 

-Kendine fazla değer vermeme insan sevgisine yol açar. 

-Yumuşaklık zararlıdır. Çocuksu ihtiyaçlarla ilgilenmek zararlıdır. Sertlik ve soğukluk hayat için iyi bir hazırlıktır. 

-Ana babalar dürtüsüz masumlardır ve daima haklıdır.” 

Miller diyor ki, kızgın bir insanın birden saldırıya geçmesi genellikle derin bir çaresizliğin ifadesidir. Fakat dayak atma ideolojisi ve dayağın zararsız olduğu inancı yapılanın sonuçlarını örtmeye ve onu anlaşılmaz kılmaya yarar. Çocuğun acıya karşı hissizleştirilmesi onun kendi gerçeğini anlamasına giden yolun hayatı boyunca kapalı kalmasını sağlar. Bunun açılması sadece yaşanan duygularla mümkündür ama yasaklanan tam da budur aslında… 

Dayak ve Çocuk adlı kitabında Gisela Zenz, Steel ve Pollock’un Denver’da çocuklarına fiziksel şiddet uygulayan ana babalarla yaptığı psikoterapi çalışmalarında şöyle diyor: “Çocukların vicdanları ya da daha iyi ifade etmek gerekirse değerler sistemi son derece katıydı. Kendilerine oldukları kadar başkaların karşı da çok eleştiriciydiler; sahip oldukları iyi ve kötü kurallarını diğer çocuklar çiğneyecek olursa öfkeleniyor, inanılmaz derecede heyecanlanıyorlardı. (...) Yetişkinlere karşı duydukları kızgınlık veya saldırganlığı ifade edemiyorlardı. Ama buna karşı anlatılan hikayeler ve oynanan oyunlar çok büyük şiddet ve saldırganlıkla doluydu. Oyuncak bebek ve hayalin insanlara ha bire işkence ediliyor, bunlar öldürülüyordu. Bazı çocuklar oyunda kendilerine yapılanları sergiliyordu. Bebekliğinde üç defa kafatası çatlayan bir çocuk oyunlarında hep kafasından yaralanan insanlar ve hayvanlarla oynuyordu. Annesi onu bebekken boğmaya çalışan başka bir çocuk ise oyun terapisine bir bebeğin küvette boğulduğu ve annenin polis tarafından hapse atıldığı bir oyunla başlamıştı. Korkularını sözlerle çok nadir ifade edebiliyorlardı. Ama öte yandan yoğun öfke ve intikam isteği içlerine yerleşmişti. İlişkilerinin gelişmesiyle birlikte bu tür kişiler terapistlere karşı da yönelmişti. Fakat genellikle dolaysız ve pasif saldırganlık olarak: Terapiste bir topun çarptığı veya eşyalarının “kaza eseri” zarar gördüğü kazalar sık sık olurdu.” (…) 

Bir insanın çocuklarına kötü muamele etmesi, onun karakterinden ve doğasından değil küçükken maruz kaldığı kötü muameleden ve kendini bunlara karşı koruyamamış olmasından ileri gelmektedir. 

Biz, İstasyon Hayvanat Bahçesi Çocukları adlı kitabın yazarı Christian böyle bir hayatın trajedisini çarpıcı bir açıklıkla gözler önüne seriyor. 

16 yaşından beri eroin bağımlısı olan 24 yaşındaki bir kız televizyon kameralarına fahişelik yaparak nasıl mal elde ettiğini ve malın alınmasının ne kadar gerekli olduğunu anlatmaktadır. Kız çok samimidir. Christian’ın hayatının ilk altı yılının taşrada bütün gün boyunca çiftlikte hayvanları besleyerek samanlıkta diğer çocuklarla oynayarak geçirmişti. Ardından aile Berlin’e taşınmış böylece Christian annesi babası ve bir yaş küçük kardeşiyle beraber yüksek apartmanlardan birinin 11. Katında iki odalı bir evde yaşamaya başlamıştı. Kırsal çevrenin güvenilir oyun arkadaşlarının ve taşradaki hareket özgürlüğünün ani yitimi çocuk için zaten yeterince zordur. Bir de çocuğun tüm bunlara tek başına göğüs germek zorunda kalması ve sürekli dayak yiyip cezalandırılması olayı daha da trajik kılmaktadır. Christian şöyle anlatır: 

“Annem akşam işten döndüğünde birlikte ödevlerimi yapardık. H ve K harflerini bir türlü birbirinden ayıramıyordum. Annem bir gece oturmuş müthiş bir sabırla bana harflerin farkını anlatıyordu. Fakat bir türlü kendimi ona veremiyordum. Çünkü babamın giderek öfkelendiğini görüyordum. Birazdan neler olacağını adım gibi biliyordum: Babam mutfaktan küçük el süpürgesini getirecek ve bana vurmaya başlayacaktı. Aynen de öyle oldu. Bir yandan dayak atıyor, bir yandan da ona H ve K harflerinin farkını açıklamamı istiyordu. Hiçbir şey söyleyecek halde değildim. Bir kere daha dayak yedikten sonra yatağa gittim. Babamın ödev yapma anlayışı işte buydu. Bir keresinde, neden yanlış ev resmi çizmişim, diye bir diğerinde de yemek esnasında bir şeyi lekelemişim, diye beni hint kamışı değneğiyle eşek sudan gelinceye kadar dövmüştü. Ama babam köpeğine gösterdiği sevginin çeyreğini dahi bize göstermemişti. Eve her gece sarhoş gelirdi. Evde her hangi bir düzensizlik bir dağınıklık görürse kıyameti koparır ben ve kız kardeşim uyuyor olsak bile bizi yataklarımızdan çekip çıkarır, odayı kendisi daha fazla dağıtıp beş dakikada toplamamızı söylerdi. Eğer beceremezsek, yine her zamanki gibi dayak yerdik. 

O zamanlar babamın nesi olduğunu, neden sürekli sinirli olduğunu anlamıyordum. Sonraları anlamaya başladım. Babam bir şeyler yapmak istiyor, fakat her defasında başaramıyordu. Büyük babam bu yüzden babamı çok aşağılamıştı. Benim en büyük arzum bir an önce büyümek, babam gibi yetişkin olmak ve diğer insanlar üzerinde güç sahibi olmaktı. Ben de kardeşime, bana davranıldığı gibi davranıyordum. Ezebildiğim kadar eziyordum. Ve babamdan asla nefret etmedim. Sadece korktum. Onunla her zaman gurur duyuyordum. Çünkü o hayvanları çok seviyordu.” 

Miller bu konuda şöyle diyor: “Yukarıdaki cümlelerin bu kadar sarsıcı olması doğru olmalarından kaynaklanmaktadır. Bir çocuk tam olarak böyle hisseder; onun hoşgörüsü sınırsızdır. Daima sadıktır. Onu şiddetle döven babanın hiçbir hayvana zarar vermemesinden dolayı onunla gurur bile duyar. 

Christian baba dayağına karşı gösteremediği isyanı öğretmenleriyle giriştiği tartışmalarda polise karşı verdiği savaşta dile getirmişti. Babasının korkunç dayaklarına dayanan Christian birisi ona zarar vermek istediği anda kontrolünü kaybediyordu. Miller bu konuda şunları söylemiştir: Bu gibi durumlarla terapilerde sık sık karşılaşabiliyoruz. Frijit olan veya terapi esnasında kocalarının onlara dokunmalarından iğrendikleri ortaya çıkan kadınların çok küçük yaşta babaları veya ailedeki başka erkek tarafından cinsel tacize uğradıkları meydana çıkabiliyor. 

Christian arzu edilmeyen duygularından kurtulabilmek için afyon kullanmaya başlamıştı. Christian şu sözleri daima kullanıyordu: “daima uçuyordum, bunu istiyordum da. Evdeki ve okuldaki pisliklerle yüzleşmemek için buna ihtiyacım vardı.” Miller bununla ilgili şöyle der: Ana babaların daha önce kendi ihtiyaçları doğrultusunda dayak atarak çocuğun duygularını başarıyla kontrol altında tuttukları gibi şimdi de 12 yaşındaki kız uyuşturucunun yardımıyla duygularını kontrol altına almaya çalışmaktadır.” Christian: “13 yaşındayken eroine başladım sürekli sorunlarla karşılaşıyor ama bunların ne olduğunu tam olarak bilemiyordum. Eroin çekiyordum ve sorunlar ortadan kayboluyordu. Fakat eroinin etkisi bir haftada geçiyordu.” 

Miller: “Çocukluklarında duygularını tanımayı ve onlarla başa çıkmayı öğrenemeyen insanlar özellikle de ergenlik çağlarında zorluklarla karşılaşır.” 

Christian eroin için para kazanmalıydı. Yine öyle bir durumdayken arkadaşı Betles onu Max adında biriyle tanıştırdı. Max’ın hikayesi çok acıklıydı: 30 yaşlarında Hamburg’lu vasıfsız bir işçiydi. Annesi fahişeydi. Çocukken annesinin peşindeki erkeklerden ve yurttaki insanlardan inanılmaz dayak yemişti. Onu öyle acımasızca dövmüşlerdi ki dayağa ihtiyaç duyar hale gelmişti. Christian’dan onun bu ihtiyacını gidermesi konusunda para karşılığında anlaşmışlardı. Christian bunun dışında fahişelik de yapıyordu. İşte bu şekilde mala ulaşmak için çok farklı yollar izlemişti. Baba dayağına ailevi sıkıntılara gösteremediği isyanı dışarıdaki insanlara ve kendisine zarar vererek rahatlayabilmişti. 

Christian gibi bastırılmış duygularla büyüyen bir başka kişi daha: 

ADOLF HİTLER 

Hitler’in aile yapısı, totaliter bir rejimin prototipi gibidir. Tartışmasız tek zalim hükümdar babadır. Kadın ve çocuklar tamamen onun iradesine boyun eğmeli, aşağılanmalara ve haksızlıklara hiç soru sormadan katlanmalıdırlar. İtaat hayatlarındaki en önemli prensiptir. Annenin de evde etki alanı vardır. Kocası evde olmadığı zamanlar çocuklarının hükümdarı o olur. Hiçbir hakkı olmayanlar ise çocuklardır. Arkalarından daha küçükler gelirse onların maruz kaldıkları aşağılanmaları gösterecekleri bir saha açılmış olur. Daha güçsüz ve yardıma muhtaç insanlar olduğu sürece kişi son köle değildir. Hitler bir yandan ana babası tarafından dövülüp aşağılanıyor, bir yandan da ona bunları yapan insanlara saygı göstermek, onları sevmek ve acılarını hiçbir şekilde göstermemek zorunda bırakılıyor. Peki, bu çocuğun içinde neler oluyordu? Evet! Bir zamanlar zulüm ören çocuk artık, zulüm eden olmuştu. İşte bu yüzden bütün politik eylemlerini, çocukluğunda maruz kaldığı kötü muameleyle ilişkili olarak açıklamak son derece doğrudur. 

Kavgalar Hitler üzerinde silinmez bir etki bırakmıştı. Gerçekten öyle babalar var ki dış dünyaya karşı gayet çağdaş düşüncelidirler. Fakat çocuklarına gelince kendi çocukluklarını tekrarlarlar. Tıpkı Alois gibi… Alois, Hitler’in babasıdır ve Alois Hitler Graz’lı bir ailenin yanında çalışan hizmetçi kızın evlilik dışı doğan çocuğuydu. Alois bu şekilde doğmuş olmasından, yoksulluktan, beş annesinden ayrılmış olması ve Yahudi kanı taşıyor olması nedeniyle çok üzülüyor ve utanıyordu. Çünkü Yahudi kanı taşıması yetiştiği çevrede utanç verici bir özellik olarak görülmekteydi. Alois kendini onlardan korumak için çok çalıştı ve yoksulluktan kurtuldu. Daha sonrada eşi olacak iki kadını evlenmeden önce hamile bırakmayı başarmıştı! Böylece kendi kaderi olan evlilik dışı doğumu çocuklarına tekrarlatmış ve bilinçsizce intikam almıştı. Fakat nereden geldiği sorusunu hayatı boyunca asla cevaplayamadı. Bu yüzden de Adolf Hitler varlığıyla Alois’te kim bilir nasıl bilinçsiz ve aşırı bir kıskançlık yaratmıştır! Yasal bir evlilikten hem de bir gümrük dairesinin memuru oğlu olarak doğmuştu. Onu yoksulluk yüzünden başkalarına vermek zorunda kalmayan bir anneye tanıdığı bir babaya sahipti. Bu Alois’in çok acı çekerek mahrum kaldığı ne kadar çabalarsa çabalasın tüm hayatı boyunca sahip olamadığı şey değimliydi?! İnsan ya buna katlanarak geçmişin gerçeğiyle yaşar ya da bunu inkar ederek başkalarına acı çektirir. O da bunu yapıyordu çocuğu Adolf Hitler’e. Hatta ona baskı yapıp ezdiği yetmiyormuş gibi onu yanına ıslıkla çağırıyordu, aynen bir köpeği çağırır gibi… 

Bir gün Hitler bütün bunlara dayanamayıp kaçmaya karar verir. Fakat babası bunu fark eder ve onu üst kattaki odalardan birine kilitler. Gece olduğunda genç adam pencereden çıkmaya çalışır fakat pencere çok dar geldiği için üstünde ne varsa çıkarmak zorunda kalır. Bu esnada babasının yukarı çıktığını duyar. Kaçış denemesinden vazgeçerek çıplaklığını alelacele bir havluyla örter. Yaşlı adam bu sefer eline kamçıyı almamış, bunun yerine kahkahaya boğulmuştu. Karısına seslenir ve yukarı gelip togalı çocuğu görmesi gerektiğini söyler. Bu alay çocuğu dayaktan daha çok etkilemişti. Hitler’in bunu atlatması çok uzun sürmüştü. Bunu kendisi itiraf etmişti. Yıllar sonra, Hitler sekreterlerinden birine bir macera romanında, kişinin acısını belli etmemesini, bir yiğitlik göstergesi olduğunu okuduğunu söylemiştir. “Bir dahaki sefere dayak yediğimde hiç sesimi çıkarmamaya karar vermiştim. Vakit geldiğinde (annemin korku içinde kapının dışında beklediğini biliyordum.) yediğim her darbeyi saydım. Yukarı çıkıp büyük bir gururla babam bana tam 32 kez vurdu, dediğim zaman annem delirmiş olduğumu düşünmüştü. Ama Adolf ilk defa Frank adlı bir gazetecinin raporu üzerine, babasından nefret etmeye başlamış. Frank bu tepkiyi şöyle anlatır: Raporda babasının Yahudi olduğunu öğrendiği sıralarda Almanya’da iktidarı ele geçirmeye hazırlanan Adolf Hitler’in nasıl bir tepkiye yol açtığı kimse kestiremez. Söylenebilecek tek şey babasına karşı her zaman hissettiği saldırganlığın, şimdi açık bir nefrete dönüşmüş olduğudur. Babasının doğduğu yeri ve büyük annesinin mezarının olduğu yerleri Alman ordusunun panzerleri tarafından yerle bir etmiştir. Çocukluğunda babasına karşı duymuş olduğu nefret daha sonra Yahudi nefreti olarak kendini göstermiş, kendine yapılan kötü muameleyi, çocuk ruhunun katledilmesini o da aynı şekilde göstermek zorundaydı. Gaz vererek öldürdüğü Yahudi çocuklarında aslında o her seferinde kendi çocukluğunu tekrar tekrar öldürüyordu. 

Hitler yineleme zorlamayla farkında olmadan yaşadığı aile travmasını tüm Alman halkına aktarmayı başarabilmişti. Yahudilerin kaderinde bu kendini açıkça göstermektedir. 

Gözümüzün önüne şöyle bir sahne getirelim: Bir Yahudi sokakta yürüyor. Bir anda kolunda o an aklına gelebilecek istediği her şeyi yapma hakkına sahip olan FA arması taşıyan bir adam ona saldırıyor. Yahudi’nin bu durumda yapabileceği hiçbir şey yok. Tıpkı küçük Adolf gibi… Kendini korumaya kalkışsa ölümüne tekmelenebilir tıpkı bir zamanlar 11 yaşında olan Adolf’un arkadaşlarıyla kendi yaptıkları bir botla kaçıp babasının şiddetinden kurtulmaya çalıştığında olduğu gibi… Sırf kaçmayı düşündü diye Adolf ölesiye dayak yemişti. Artık Yahudiler için de bir kaçış yolu yoktur. Bütün yollar tutulmuştur. Bütün yollar Treblinka ve Auschwitz’in önünde son bulan tren rayları gibi ölüme gider. Yolun bittiği yerde hayat da biter. İşte her gün dayak yiyen ve sırf kaçmayı düşündüğü için ölümüne dövülen bir çocuk da aynen böyle hisseder. 

Hitler daha sonra her vatandaştan üç nesil kadar geriye gidip kanlarında Yahudi kanı olmadığını ispat etmelerini istemiştir. Çünkü artık bütün suçlar Yahudilerin üzerine atılmıştı. Böylece de geçmiş gerçek zulüm edenleri gaddar ana babalar korunmuş ve idealleştirilmiş bir şekilde kalmaya devam etmişti. Yahudiler de bir zamanlar babasının kötü muamelesine maruz kalan küçük çaresiz çocuğu görmüştü. Nasıl babası her gün attığı dayakla asla tatmin olmuyorsa, Adolf da tatmin olmuyordu. Altı milyon Yahudi’nin ölümüne sebep olduktan sonra vasiyetinde geri kalan Yahudilerin de köklerinin kurutulması gerektiğini yazmıştı. 

Tüm dünya kurban olmuş olsaydı bile bu Hitler’in içine sinmiş olan nefreti gidermeye yetmezdi. Çünkü kişinin bilinç dışı, dünyanın yok edilmesiyle yok olmazdı. Hitler daha uzun bir süre hayatta kalmış olsaydı nefretinin kaynağı kesilmediği için dünya onun kurbanı olmaya devam edecekti. Örneğin Adolf’un kambur şizofren teyzesi Adolf’un doğumundan itibaren tüm çocukluğu süresince onlarla aynı evde yaşamıştı. Adolf her gün son derece absürd ve korku verici olaylar yaşıyor ama korkusunu, öfkesini, sorunlarını dile getirmesi yasak olduğu için Adolf Hitler yetişkin bir birey olarak iktidara geldiğinde onu mutsuz kılan bu mutsuz teyzeden sonunda intikamını alabilmişti. Almanya’da tüm ruh hastalarını öldürmüştü. Çünkü o, söz konusu insanların sağlıklı bir toplum için uygun olmayan insanlar olduğunu hissediyordu. Ve bunun gibi Yahudi katliamı Hitler’e geçmişini düzeltme imkanı tanımıştı. Şöyle ki bu olay sayesinde Hitler; kanının Yahudi kanı olduğu şüphelendiği babadan intikamını almıştı. Anneyi (Almanya’yı) kendisine zulmedenlerden kurtarmıştı. Annesinin istediği gibi Katolik cesur bir insan olarak değil de Yahudi karşıtı bir insan olarak alman halkı tarafından sevilmişti. Buna örnek olarak Hermann Göring (ünlü işadamı) şöyle düşünüyordu: 

“Nasıl Katolik Hıristiyan dini ve ahlaki konularda Papa’nın yanılmaz olduğuna inanıyorsa biz Nasyonal Sosyalistler de Hitler’in hem siyasi hem de halkın milli ve sosyal çıkarlarını ilgilendiren diğer konularda kesinlikle yanılmaz olduğuna inandığımızı aynı içtenlikle söylüyoruz. O Almanya için çok büyük bir şans olmuştu. Ve yaşayan ben değilim içimdeki Hitler… Ne zaman onun karşısına dikilsem kendimi yüreğim ağzıma geliyormuş gibi hissediyorum. Heyecanımda hep kusmak zorunda kaldığımdan ancak gece yarısına doğru bir şeyler yiyebilecek hale gelebiliyordum. Eve geldiğimde sandalyeye oturup bir iki saat kendime gelmem gerekiyordu.” 

Hitler rol değişimini sağlamıştı. Artık diktatör olan kendisiydi. Herkesin ona itaat etmesi gerekiyordu. İnsanların onun çocukken yaptığı muameleyi, toplama kamplarında kendisi uyguluyordu. (Kendi tecrübesine dayanmadığı sürece, insan dehşet verici bir şey tasavvur edemez.) 

Vaktiyle pedagoji dersine yazılmış olan çocuk, terapisi sırasında Ekkehard Von Braun ve onun anti pedagojik yazılarını keşfetmiş ve bunlardan çok etkilenmişti. Tam da bu sıralarda babasını görmeye gittiğinde hayatında ilk defa tüm açıklığıyla babasının sürekli onunla dalga geçerek onu nasıl incittiğini fark etti. Bunu babasına söylediğinde ise bir pedagoji profesörü olan baba tüm ciddiyetiyle şöyle demişti: “Bunun için bana minnettar olmalısın. Hayatında söylediklerinin dinlenmediği veya ciddiye alınmadığı daha çok zamanlar olacak. Bunları bende görürsen iyice alışmış olursun. İnsan gençken öğrendiği şeyi hayatı boyunca unutmaz.” 24 yaşındaki oğul allak bullak olmuştu. Doğru olup olmadıklarını sorgulamadan bu duyduklarını daha önce ne kadar da çok duymuştu. Ama bu sefer içinde yükselen öfkeye hakim olmayarak babasına Braunmühl’den öğrendiği bir cümleyi söyledi: “Beni bu prensiple yetiştirmeye devam etmeyi düşünüyorsan, aslında beni öldürmen gerekecek. Ne de olsa ölmeyi de öğrenmem lazım değiş mi? Böylece ölüme sayende gayet iyi hazırlanmış olurum.” Bu olaydan sonra çocuğun eğitimi tamamen yön değiştirmişti. 

Bu olay Jürgen Bartsch’inin yaşamına benzer. Fakat o olaydaki gibi güzel sonuçlanmadı. 

1960’lı yılların sonuna doğru Almanya’da Jürgen Bartsch’inin davası görülmekteydi. 1946 doğumlu genç adam 16-20 yaşları arasındayken akla sığmayacak bir vahşetle birden çok erkek çocuk öldürmüştü. 

“6 Kasım 1946’da tüberküloz hastalığına yakalanmış savaş dulu bir kadınla Hollandalı bir sezon işçisinin gayrı meşru çocuğu olarak dünyaya gelen Jürgen annesi tarafından hastanede terk edilir. Kadın hastaneden gizlice kaçtıktan 1-2 hafta sonra hayata gözlerini yumar. Hali vakti yerinde bir kasabın karısı çocuğu evlat edinmeye karar verir. Ana baba çocuğu çok katı bir şekilde yetiştirir. Evlatlık olduğunu öğrenmemesi için onu diğer çocuklarından daima ayrı tutar. Anne dükkanda çalıştığı için çocuğa önce büyük anne, sonra birbiri ardına değişen hizmetçi kızlar bakmaya başlar. Okula başlayıncaya kadar kilit altında tutulmuştu. Demir parmaklı pencereleri ve suni ışıklı bir hapishanede üç metre yüksekliğinde bir duvar. Hepsi bu kadar… Sadece büyük annemin kolunda dışarı çıkabiliyordum. Diğer çocuklarla oynamam kesinlikle yasaktı. Tam altı yıl boyunca. Altı sene sonra artık her şey için çok geçti! 10 yaşına girdiğinde ailesi onu 20 çocuğun bakıldığı bir yuvaya gönderdi. 12 yaşına bastığında ise eğitimi güç çocukların da bulunduğu 300 çocuğun askeri bir disiplinle yetiştirildiği bir Katolik okuluna gönderildim. Altıncı sınıftayken gribe yakalanmıştım. Din öğretmenimin yanında revirde kalmıştım. Bahsettiğim kişi din öğretmeni olması yanı sıra aynı zamanda sağlık görevlisiydi. Yanımdaki yatakta yüksek ateşi olan bir çocuk yatıyordu. Öğretmen derece getirip çocuğun herhangi bir yerine koyup dışarı çıktı. Birkaç dakika sonra tekrar geldi. Dereceye baktı ve çocuğu bir güzel dövdü. Hala yüksek ateşi olan çocuk hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Başına gelenler hakkında en ufak bir fikri var mıydı, bilmiyorum. Her neyse… Öğretmen suratında kızgın bir ifadeyle odanın içinde dolanıyor bir yandan da gümbürdüyordu: “Dereceyi kalorifere tutmuş!” Ama unuttuğu bir şey vardı; kış mevsiminde değildik ve kaloriferler çalışmıyordu. 

Birçok kez rahip tarafından cinsel tacize uğradım. En sonunda dayanamayıp eve kaçmaya karar verdim. Doğrusu bunda çok kararsızdım. Çünkü ailemde bana çok şiddet uygulanıyordu. Özellikle annem beni çok döverdi. Annemin yürüdüğü yolda olmam bile beni dövmesi için yeterli bir sebepti. Küçük bir çocukken annemi rüyamda gördüğümde ya beni satıyor ya da bıçakla üzerime geliyordu. İkincisi maalesef gerçekleşti. Annem bana bıçakla saldırmıştı. Babam da beni çok döverdi. Küçük bir çocukken babamın gürültülü konuşmasından daima korkardım. Daha o zamanlar fark ettiğim bir şey vardı; babam hiç gülmezdi. Bunlara rağmen kararımı verip eve kaçtım. Ama ailem beni dinlemeden kiliseye tekrar verdi. 

Jürgen 1962 ile 1966 yılları arasında dört erkek çocuğu çok feci bir şekilde öldürmüştü. Ona göre 100’den fazla başarısız girişimde bulunmuştu. Jürgen bir zamanlar olduğu kısa şortlu küçük çocuğun ağır aşağılanmalara maruz kalışını, tecrit edilişini, onurunun paramparça edilişini, korkutuluşunu sahneye koyuyordu. Kendi yansıması gördüğü kurbanının korku içerisindeki çaresiz gözlerinin içine bakmak, onu daha da heyecanlandırıyordu. Ama bu sefer kendini çaresiz kurban olarak değil, güçlü zulüm eden taraf olarak görüyordu. Öldürdükleri için Jürgen şöyle diyordu: “Hepsi o kadar küçüktü ki benden çok küçük. Kendilerini koruyamamalarından dolayı hepsi de çok korkuyordu.” 

Mari Dell de Jürgen gibi üç ve altı yaşlarında iki çocuğu öldürmüştü. Mahkeme başkanı sanığın ayağa kalkmasını söyleyince, sanık “Zaten ayaktayım, ” diye karşılık vermişti. İki çocuğun ölümünden sorumlu tutulan Mari Dell sadece 11 yaşındaydı bunları yaparken… 

Jürgen, ana babasını hapishaneye giderken şöyle suçlamıştı: “Beni diğer çocuklarla oynamaktan alıkoymamalıydınız. Sırf bu yüzden okulda korkak tavşanın teki oldum. Beni asla o siyah elbiselere bürünmüş sadistlere göndermemeliydiniz. Rahibin beni taciz etmesi üzerine oradan kaçıp eve geldiğimde ise beni oraya tekrar yollamamalıydınız. Sizin hiçbir şeyden haberiniz yoktu ama. Annem ben 11 yaşındayken Martha teyzenin getirdiği cinsellik kitabını fırına atmamalıydı. Neden 20 sene boyunca bir kere bile olsun benimle oynamadınız. Ama belki de diğer ana babalar da böyleydi. En azından sizin istediğiniz bir çocuktum. 20 yıl boyunca bunu fark etmemiş olsam da bugün fark ettim. Ama kahretsin, artık çok geç!” 

Evet, “Kara Pedagoji Eğitimi işte bu şekilde Jürgenler, Mariler, Chrtistianlar, Hitlerler yetiştirmişti. Zaten Kara Pedagojinin esas amacı, çocuklukta çekilen acıların, yaşananların görülmesini, algılanmasını ve yargılanmasını imkansız hale getirmek değil miydi! Başardı da… Kendilerine yapılanların farkına varmaları yasak olan, kendine yapılmış olanı ancak başkasına yaparak anlatabilen kişilikler yetiştirmişti. Ve sonunda, dövülen çocuklar dövdü, tehdit edilenler tehdit etti, aşağılananlar aşağıladı ve ruhları katledilenler, ruhları katletti.” (…) 

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..