Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Aralık '10

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Batı Karadeniz Gezi Notları

Batı Karadeniz Gezi Notları
 

kastamonu / pınarbaşı / muratbaşı köyü geleneksel ahşap evler / küre ormanları


Bu gezi esnasında çektiğim fotoğrafları; www.picasaweb.google.com/metindenizmen adresinde izleyebilirsiniz.

Bayram tatillerinin yoğun trafiğinden korktuğum için genellikle, fazla uzaklaşmamaya dikkat ederim İstanbul’dan. Zaten, zamanını dilediği gibi kullanma imkanı olan birinin, bayram tatilinin yarattığı kaotik ortama düşmesinin de bir anlamı yok. Yine de, bu uzun tatilin baharı yaşatacak bir hava içinde geçeceği haberleri, kanıma girdi. Doğu Karadeniz’e bir çok kez gitmiş olmama rağmen, Batı Karadeniz, sapa kaldığından olsa gerek, Ağva’ dan öte gitmemiştim. Yazın, başka bölgeler, yurt dışı gezileri, kışın da havaların soğuk oluşu nedeniyle hep ertelenmişti. Adapazarı Karasu’dan Sinop’a kadar, tamamen Karadeniz sahillerini izleyecek ve Sinop’tan, Kastamonu’ya doğru dönerek, Küre Dağları ve Ormanlarını gezeceğiz eşimle.

16.11.2010 ( İSTANBUL - KARASU - AKÇAKOCA - AMASRA )

Sabah 08.00’de çıkıyoruz Bakırköy’den. Yollar henüz boş, İzmit’e yaklaştıkça trafik artıyor. Aşinası olduğum otobandan çıkmıyorum bu kez, güneye, Birecik istikametine değil, Adapazarı’na devam ediyorum. Yol boyunca, grup halindeki araçlar, buralarda kurban kesildiğini anlatıyor. Yerde debelenen hayvanlar, inip çıkan satırlar çarpıyor gözüme ara sıra. Adapazarı içerisinden Karasu yolunu bulup çıkana kadar, dalga geçercesine, abuk yerlere konmuş levhalar yüzünden U dönüşü yapıp duruyor, sonunda, Karasu yoluna atıyoruz kendimizi. Hiçbir Allah’ın kulu, şu Karasu levhalarına bir çeki düzen verelim, ıstırap çektirmeyelim diye, neden düşünmez acaba ?

Marmara – Karadeniz kültürünün harmanlandığı topraklardan geçerken, Marmara’dan tek ayıran, yol boyunca ve tepelerce uzanan fındık bahçeleri. 52 km. lik yol düzgün, sakin, keyifle bitiriyor ve Karasu’ya giriyoruz. Karadeniz’i görmek ancak, Sakarya nehrinin denize döküldüğü Yenimahalle’de mümkün oluyor, balıkçı tekneleri , nehrin sakin sularında, evlerin yanı başında demirli. Yazlık evler, bir set çekmişler, yolla denizin arasına.

Sanki kış aylarında değil de baharı yaşıyoruz. Kasım ayına yakışmayacak kadar sıcak hava. Güneş yok, hava puslu ama ılık. Yine de, bahçelerde rengarenk kasımpatılar hayat veriyor ortalığa. Aslında, Amasra’ya kadar devam edeceğim sahil yolunda, fazla bir beklentim yok. Buralar, civar kentlerde yaşayanların deniz ve yazlık özlemlerini giderdiği, bu nedenle de; çevre ve mimari estetiği olarak fazla önem verilmeyen yerler olmalı. Karasu çıkışından, Akçakoca’ya devam eden yola girmek üzere iken, son anda “ Acarlar Longozu “ levhasını görüyor ve U dönüşü yaparak, 11 km. ilerideki Longoz’a ( su basar ormanlar ) devam ediyorum. Suyun içinde, bir gemi gibi, ama, ortama yakışacak güzellikte uzanan, restoranın sağında solunda ördekler yüzüyor, suyun yüzeyinde nilüferler oynaşıyor. Kültür Bakanlığı ve İl Özel İdaresinin 150000 TL ayırdığı 1 km. lik yürüyüş parkurunun, 255 m. lik kısmı tamamlanmış. Kereste kokusunu içimize çekerek, yeni yapılmış, ahşap köprü üzerinde yürüyoruz. Altımızdaki suda ve ağaçlar üzerinde kıyametler kopuyor olmalı. 235 kuş türü ile 150 den fazla ağaç türüne ev sahipliği yapan Longoz’un içindeki mikro hayatlar nedeniyle su kıpır kıpır. Döngüsüne müdahale edilmemiş, tam bir ekosistem hüküm sürüyor burada. Yapılan köprü, kırmızıya boyanmış olmasına rağmen, hiç de çirkin durmuyor, yeşilin hakim olduğu tablo içerisinde. Yağışlar nedeniyle, oldukça yükselen sular, ağaçların altında uzanıp gidiyor. 255 m. lik parkuru yürüyüp dönüyor, sulara uzatılmış, ahşap terasta bir keyif çayı içerken kent yaşamında nasıl zehirlendiğimizi, neler kaybettiğimizi düşünüyor, suyun içinde zaman zaman telaşla bağıran, birbirlerini kovalayan ördekler seyrediyorum.

Akçakoca’ya doğru yola devam ediyoruz. Önümüzde 40 km.lik yol var, yazlık evlerin izin verdiği ölçüde, puslu, sakin Karadeniz’i görmeye çalışıyoruz. Yolun sağı, su içerisindeki arazilerle kaplı. Ankara otobanı ile Akçakoca’ya İstanbul’dan 2.5 saatte gelmek mümkün ama, biz sahili izlediğimiz ve otobana girmediğimiz için, doğal olarak ağır yol alıyoruz. Akçakoca’ya doğru, inişli çıkışlı yollar başlıyor, orman içerisinde. Orman olmadığı yerler de muhakkak fındık bahçesi oluyor. Başta öğretmen evinin devasa ve çirkin binası, birkaç otel binası, çağdaşlık kepazeliği olarak çarpıyor gözüme, uzaktan Akçakoca göründüğünde. 2000 kişinin barındığı Akçakoca’da kısa bir tur atıyoruz, belki detaylara giremediğimizden, hala, Karadeniz’e özgü bir doku veya motif görebilmiş değilim. Giderek globalleşen kent kültürü, üzerinden silindir geçmişçesine bütün değerlerini, çizgilerini kaybediyor.

Endişem, böyle giderse, yakın gelecekte, tüm kentler, yerleşimler birbirine benzeyecek. Roma ve Bizans dönemlerini yaşamış, antik adı Diapolis olan kent, Bizans’ın yıkılışına giden yolu açan bir yerleşim. Selçukluların, Bizans’ı tacizlerinin artması üzerine, kurulan 4. Haçlı Ordusu, buralara gelir, Selçuklular’ı etkisiz hale getirir, sonra İstanbul’a yönelir, Konstantinopolis’i yağmalayarak, 60 yıl sürecek Latin İmparatorluğunu kurar, bir daha da bu kent belini doğrultamaz. Bununla yetinmeyen Haçlı’lar, Amasra, Akçakoca ve Ereğli’de de, egemenliklerini pekiştirecek koloniler kurdular. Ceneviz Kalesi ( ki; neden bu ismin verildiği tartışmalıdır ), bu nedenle görmüş geçirmiş bir tarihi mekan. Ancak, şimdi, mesire alanı, mangal ve piknik yeri olarak hizmet veriyor Osmanlı’ların torunlarına. Girişteki duvarları saymazsak görünüşte, eskiden pek bir şey kalmamış. İçeride de, 5.5 m. çapındaki kuyu, anlaşılan su ihtiyacını karşılıyordu kalenin, şimdilerde, dilek kuyusu olmuş. Yanı başındaki levhadaki mısralar kimindir bilinmez ama; bunu okuyanın buraya para atmadan geçmesi imkansız gibi geldi bana.
Ey deniz kızları
Koru yalnızları
Sizin nimetiniz boldur
Gönlümüzü iyilikle doldur
Nasıl denizleri korudunuzsa
Nasıl mutluluğumuz oldunuzsa
Nasıl düşmanları boğdunuzsa
Eğer kapınız bana da açıksa
Şu gökteki yıldızlar için
Şu yemyeşil doğa için
O her şeye kadir Allah için
Şu aciz dileğim için
Küçük hediyemi kabul et
Gerçekleşsin hayalimdeki niyet
Ey deniz kızları
Koru yalnızları

Arabayı park ettiğim alanın, kıyısında gençler bira içiyorlar, hava ısındıkça havaya girmiş olmalılar, ben, yukarıdaki mısraları okurken, onların naraları gelmeye başladı kulağıma. Daha öğle olmamış, insanlar kurbanlarını parçalama derdindeyken, görev yerine getirmenin hazzını yaşarken, başkaları kafa çekerek, kurban olmayı yeğ tutuyor anlaşılan.

Kalenin bulunduğu tepenin sağ tarafında, kireçtaşı kayaların aşınması ile oluşmuş, ilginç hatlara sahip bir tepe, sağında, geniş kumsalı ile plaj var. Akçakoca, neredeyse 30 km.lik bir sahil ve plaj bandına sahip. Eski Akçakoca evlerinin bulunduğu köylerden geçerek Cuma yanı mesire yerine gidildiğini okuyunca, görelim diyoruz. Yolda sorduğumuz kızlar, yol ayrımında, bizi yanlış yönlendirmişler anlaşılan, alt yoldan gitmemiz gerekiyormuş. Epey ilerledikten sonra, bir balık çiftliğinin önünde bitiyor yol. Kızlara kızıyorum ama yine de, “ evde kalırlar inşallah “ demiyorum, bayram bugün.

Ana yola çıkarak Alaplı’ya ilerliyoruz. Samsun’dan Doğu Karadeniz’e devam eden sahil yolu, büyük tartışmalara neden olmuştu. Buradaki yolları görünce, ne büyük bir ihtiyacın giderilmiş olduğu daha iyi anlaşılıyor. Yol boyunca, iş makineleri görüyorum, ama, çok çetin burada yol güzergahı. Karşıdan Alaplı görünüyor, 22 km. sonra, aman Tanrım, bir Karadeniz yerleşimi, bu denli betona yenik düşebilir mi ? Rehber kitaba bakıyorum, görülecek yerleri de yok anlaşılan. Alaplı’lar kusura bakmasınlar ama, tuvalet ihtiyacı için bile, güzelliğin yok edildiği bu yerde durmak niyetinde değilim.

12 km. sonra Karadeniz Ereğlisi’ne giriyorum. Solda, deniz kenarındaki tersanelerde yapılan devasa tankerler, yola çıkacakmış gibi duruyorlar. Sanayileşmenin yoğunluğu, kentleri ancak ekmek kapısı haline getiriyor, doğal olarak. Gerçi, ilerideki tepelere baktığımda, yeşil doku içimi ferahlatıyor.

Aslında, Batı Karadeniz, Anadolu’nun en eski yerleşim bölgelerinden. Halys ( Kızılırmak ) ve Partenios ( Bartın Deresi ) arasındaki Paphlagonia bölgesi, kadın savaşçı Amazonların, Helen’lerin kurduğu uygarlıkların, tabii savaşların hüküm sürdüğü topraklar. Ama, Akdeniz bölgesinin aksine, günümüze o kadar az şey gelebilmiş ki. İ.Ö 2500 yıllarına uzanan, Arganotlar’a ev sahipliği yapmış bu topraklarda, aslında, çok yoğun arkeolojik çalışmalar yapıldığını da okumuştum bir zamanlar. Büyük İskender’in de egemenliğini sürdürdüğü bu kent, İsa’nın havarilerinden Andreas’ın, Hristiyanlığı yaydığı ilk yerleşimlerden birisi. İlk ayinin düzenlendiği Kutsal İbadet Mağarasına bugün bile sürünerek girilebiliyor. Hades’in Mağarası da deniliyor buraya, bir ara eni konu niyetleniyorum, kent içine girip arayıp bulmak için, ama, yoğun trafik gözümü korkutuyor, yarım saat dur kalklar ile ilerledikten sonra Zonguldak’a basıyorum gazı. Yemyeşil dağlara, hançer gibi giren, maden konveyörlerini seyreyleyerek, kömür ve tersane işçilerinin yaşadığı varoşların içinden, daha doğrusu, neredeyse, evlerin içinden, caddelerin ortasına taşmış insanların arasından, dar ve virajlı yollardan geçerek Kozlu’ya giriyoruz.

Kozlu, Türkiye’nin en kalabalık beldesi, 34000 nüfusu ile. Haklı olarak, bu nüfusta il bulunduğu halde, ilçe bile olamamalarının sitemini yapıyor olmalılar, girişteki “ en kalabalık belde “ levhası da bu sitemin ilanı olsa gerek. Sonunda Zonguldak’tayız. Yine kalabalık, bayram telaşı caddeler dolu, arabayı park etmek bir yana, ilerlemek mümkün değil. Üç çocuk isteği, kentleri yaşanmaz derecede yoğunlaştırıp, yaşam kalitesini düşürüyor, yaşam kavgasını çetinleştiriyor. Bu bölgenin kaderini kömür ve eğitim kurumları çizmiş.

Kilimli’ye devam diyerek, sağ tarafta, ormanlara dalmış sanayi tesislerini seyrediyorum bir yandan. Uzun süredir Karadeniz’den ayrı ilerliyoruz, görünürlerde yok. Beş kilometre sonra Kilimli, 22 km. sonra Hisarönü’ne geliyoruz. Hisarönü- Amasra arası dağlar, sahil yakınından bile yol vermiyor. Yol güneye iniyor. Filyos Çayı antik çağlarda, pek çok olaya ev sahipliği yapmış, görmüş geçirmiş bir su. Ancak, şimdilerde, akıl almaz derecede kirletiliyor ve o çaresiz. Solda, oldukça sağlam Filyos Kalesinin önünden geçiyoruz. 2001 yılında restore edilmeye başlamış. İ.Ö 3. y.y ‘a tarihlenen Teion- Billaos ticari kenti burada kurulmuş, Milet Kolonisine bağlı olarak. Kale içerisindeki araç yoğunluğuna bakılırsa, ya kurban kesimi devam ediyor, ya da, gençler eğlence kurmuşlar.

Anlaşılıyor ki; geceyi Amasra’da geçireceğiz. İçerilere girildiğinde, yeşil çayırlar, tepelerde sıralanmış tek tük evler, yollara kadar çıkmış benekli ineklerle güzelleşiyor ortalık. Bitmeyecek sandığım inişler de bitti, Bartın’a doğru ilerliyoruz. Bartın ırmağı üzerindeki köprüler, yamaçlarda, çitlerle çevrili bahçelerin içerisindeki ahşap evler, artık Karadeniz mimarisinin başladığını gösteriyor, güneşin artık kaybolmak üzere olan son ışıklarında. Düz ve geniş yolda araç kullanmanın rahatlığını yaşıyoruz, kısa bir süre de olsa, sonra, sonra, Amasra’ya giriyoruz.

Aslında, Amasra’dan önce, bir yerlerde, konaklarız düşüncesiyle, burada konaklama imkanlarını araştırmamıştım. daha önce geldiğimiz için, burada, gün kaybetmeme düşüncesinde idik. Belli ki; kent, bayram turizminden nasibini almış, caddeler insan ve araç dolu. Müsait bir yerde aracı bırakıp, otel arayalım derken, gözüme uygulama oteli levhası takılıyor. Odalar dolu, turlar kapatmış olmalı. Öğrencilerin kaldığı odaları boşaltıp, düzenlemişler, bu odalardan bir tane kalmış, daha fazla dolaşmadan kabul ediyoruz ( 50 TL ). Çantaları bırakıp, çarşıya yürüyor, bir yandan da yiyecek bir şeyler arıyoruz. Eşim, evde kullandığı, tahta oyma kaşıkları buradan almış, gelmişken yine alayım diye tutturdu. Hayret, bölgenin el oyması kaşıkları yok artık. Yerine, Çin’de CNC tezgahlarda üretilmiş, büyük kentlerdeki marketlerde de satılan, makine üretimi, hatta ahşaba dahi benzemeyen hilkat garibesi şeyler almış. Hediyelik eşya mağazalarında, neredeyse, yöreye özgü tek hatıra eşya yok. Çin’in ucuz, emekten uzak ürünleri istila etmiş Amasra’yı da.

“Ağlayan Ağaç” tarafına yürüyoruz, adaları birleştiren, Roma İmparatorluğundan bu yana, köprü görevi yapan kemereden geçerek. Karşıdaki adada tavşan, kıyılarında yunus balıklarının kaynadığını biliyorum, ama zifiri karanlıkta bir şeyler görmek mümkün değil. Amasra Kalesi Romalılar zamanında yapılmış, 14. y.y ‘da Cenovalılar tarafından güçlendirilmiş, anlaşılan Türkler tarafından da iskana açılmış, yağmalanmış. Hiçbir kale içinde bu kadar yoğun binaya rastlamadım. İç limana kadar yürüyüp, hakkı yenmiş müzelerden birisi olan Amasra Müzesinin bahçesine geliyor, günün yorgunluğu bastırmaya başlayınca da; birer Karadeniz pidesi atıştırarak, otele geliyoruz. Gündüz varolan sıcaklık yerini, giderek ayaza terk etmeye başladı, lobide çay içerek, gazeteleri karıştırıyorum.

17.11.2010 ( AMASRA - KURUCAŞİLE - CİDE - İNEBOLU )

Sabah pencereyi açınca, çok eskilerden hatırladığım bir koku doluyor içeri. Yanmış odunun dumanı bu. Çocukluğumun, beyaz dumanlarının kokusu. Akşam dolaşırken de, bacalardan çıkan odun dumanlarını görmüş, bu kokuyu hissetmiştim. Gittikçe gelişen, etrafındaki tepelere doğru balon gibi şişen Amasra’nın egzost kokularını şimdilik bastırıyor bu zararsız odun kokusu.

Saat 07.00’de Amasra sokaklarındayız. Turist profili, genellikle orta yaş üzeri, erken kalkmaları gerekenler, uykuya doyamamış olmalılar, sokakta, çöpçüler ve Müzenin yanındaki parkın içinde, sebze meyve tezgahlarını kurmaya çalışan birkaç köylüden başka kimseler yok görünürlerde. Muşmulalar, turşular, kavanozlarda reçeller, sebze ve meyveler yan yana dizilmiş, rengarenk görünümleri ile çok da alımlılar.

İç liman boyunca ilerliyor, martıların çığlık çığlığa uçuştuğu kayalıklara yürüyoruz. Karşıda, kalenin içindeki binaların renkli cepheleri, henüz yumuşak güneş ışıklarının altında çok güzel görünüyor. Müzenin önünde uzanan caddenin adı Semavi Eyice.

Semavi Eyice ismini bilmeyenler için kısa bir not; 1923 yılında İstanbul’da doğdu. Annesi ve babası Amasra’lıydı. Dedesi çocuklarını okutmak için İstanbul’a gelmiş, buraya yerleşmişti. İlk öğrenimini, Kadıköy’deki Fransız okullarında yaptı. Sonra Galatasaray Lisesi’ne geçerek, oradan mezun oldu. Bizans ve Osmanlı sanatı tahsili yapmaya karar verdi. İkinci Dünya Savaşı'nın en şiddetli günlerinde Almanya’ya gitti. 1944-45 yıllarında Viyana ve Berlin Üniversitelerinde iki dönem eğitim gördü. Berlin Üniversitesi'nin üçte biri bombalanmıştı. Sanat tarihi dersi, o şartlarda yapılıyordu. 1945 yılının ortalarında yurda dönerek, İstanbul Üniversitesi'nde öğrenimine devam etti. 1948’de Sanat Tarihi kürsüsünden “İstanbul Minareleri” teziyle mezun oldu. 1954’te Kâmran Yalgın Hanım'la evlendi. 1963 yılında Edebiyat Fakültesi’nde ayrı bir Bizans Sanatı Tarihi kürsüsü kuruldu. “Zaviyeler” teziyle 1964’te profesörlüğe yükseldi. Yurt içinde ve dışında konferanslar verip, kongre ve toplantılarda bildiriler sundu. İlk yazısının yayınlandığı 1946 yılından günümüze gelinceye kadar, Türkçe ve yabancı dillerde olmak üzere 15 kadar kitap, 500 den fazla bilimsel makale ve araştırması basıldı. 80 yaşının üzerinde ve gözlerinden rahatsız olmasına rağmen hala çalışıyor. Konferanslara katılıyor, yayınları takip ediyor, öğrencilere yardım ediyor. Başka bir cadde adı da babası Amiral Mehmet Kamil’in adını taşıyor.

Sonra, iki adacığı birleştiren, Roma İmparatorluğu eseri kemere denilen köprülerden geçerek, tekrar Ağlayan Ağaç mevkiine çıkıyor, bu kez de, karşımızdaki güneş ışıkları yüzünden, önümüzdeki adada koşturan tavşanları göremiyoruz. Bir tarihi alan bu kadar yağmalanır ve inşaat yapılır mı, kırkı aşkın ülke gezdim, Dubrovnik’te korumaya alınmış binalar haricinde böyle talan görmedim. Öyle ki, kalenin iki kapısı arasındaki 5-6 m.lik daracık alana bile bir ev kondurmuşlar ve sanırım şimdi butik turistik tesis olarak hizmet veriyor, öyle ya, tarihin tam içinde. Üstelik bu daracık kapılar araç trafiğine de maruz kalıyor, az önce, bir otomobil, ancak aynalarını kapatarak geçebildi. Bir tarihi dokuya gösterilen ilgisizlik, sanırım, serseri bir şöförün, kale kapılarının yanındaki kolonları devirmesi ile son bulacak. Kapılardan çıkar çıkmaz, sola dönerek, yukarı uzanan yolu tırmanınca, sağda, kiliseden tebdil edilmiş Fatih Camii görünüyor. Minare, ben bu dokuya yabancı kaldım diyerek, bağırıyor adeta. Yola devam edince, bu kez sağ tarafta, çiçek deseni verilmiş, tuğlalarla süslü, pencere kemerleri ile güzel bir şapel çıkıyor karşıma. 9. y.y ‘da yapılmış, bir ara camii olarak kullanılmış, 1930 yılında ibadete kapatılmış, şimdi, kültür ve sanat evi olarak kullanılıyor. Dış limana inen merdivenleri görünce, geri dönmeyip, buradan, giderek sisin hakim olduğu zemine geliyoruz.

Ortalık hareketlenmiş, kahvaltı için çıktığımız, otelin üst kattaki restoranından, Amasra’ya bakayım demeye kalmıyor, her tarafın yoğun sise teslim olduğunu görüyorum.

Sis yol boyunca bize mani olacak mı, bilemem, ama, sahil boyunca, doğuya ilerlemek için, çantaları alarak, otelden ayrılıyoruz. Amasra, yedi tepe, beş yarımada ki koy, ki adadan meydana gelmiş. Kuruluşu İ.Ö 2000 yıllarına kadar uzanıyor, antik adı Esamos. Bugünkü adı, İ.Ö 400 yıllarındaki Amastrist’ten aldığı düşünülüyor. Köle ve maden ticareti ile altın çağlarını yaşamış. Kentin iki metre altından, heykeller, antik objeler fışkırıyormuş adeta. Diğer antik kentler gibi, yazlıkçıların saldırıları altında, kimlik kaybı yaşamaması temennileri ile, 15 km. ileride Çakraz’a doğru gitmek için, kontak anahtarını çeviriyorum. Daha bir kaç dakika geçmeden, Amasra’ya tepeden bakan bir yolda buluyoruz kendimizi. Karadeniz, yoğun bir sisle kaplı, daha doğrusu, suyun yerini sis almış gibi, bulut denizi oluşmuş. Ve bu beyaz deniz, yemyeşil tepelerin eteklerine dayanmış, usul usul tutunarak, yukarılara çıkıyor sanki. Yeşil ağaçların etekleri sisli, başları tepeleri özgür henüz. Güzel fotoğraflar çekiyorum, iki de bir aracı yol kenarına çekerek. Gerçekten de bu sahil yolunda, harika panoramalar çıkacak karşıma, eminim, ama, denizin üzerinde, giderek kalınlaşıp, durağanlaşan sis yüzünden, fotoğraf çekemeyeceğim nedeniyle de endişeliyim.

Sağlı sollu, Karadeniz’in dünden buyana aradığım dokusunu bulmanın sevincini yaşıyorum. Dura kalka ( ama bu kez fotoğraf için ) devam ettiğim yol, sonunda Çakraz’a getiriyor bizi. Karadeniz’de uzun kumsallar, plajlar pek görünmez, Çakraz plajı bir istisna sanki. Bazı kaynaklara göre yörenin ilk sahipleri Erythinos’lular. Daha sonra M.Ö.8 y.y’ da, Çakraz İon kolonisine katılır. M.Ö. 580’de Lidyalılar, 547’de Persler bölgenin hakimi olurlar. “Antalkidos Barışı” ile Amasra otonom yapıya kavuşunca, Çakraz’da ona ait köylerden biri olur. M.Ö.308-286 yılları arasında ise Amastris dönemini yaşar. Prenses Amastris’in oğulları tarafından öldürülmesi üzerine Pontusluların egemenliğine girer. M.Ö. 70—M.S.395 yılları arasında Romalılar, 1260 yılına kadar da Bizanslılar bölgede hakimiyet kurarlar. Bizans İmparatoru Mihail, Osmanlılardan korkarak Amasra ve Çevresini Cenevizlilere kiralamak zorunda kalır. 1460 yılında Fatih Sultan Mehmed’ in Amasra’yı fethetmesi üzerine Çakraz’da Türklerin egemenliğine girer. Çakraz sahili, dar, hemen önünde plaj başlıyor ve oteller, restoranlarla dolu.

Boydan boya dolaşıyoruz sahilini Çakraz’ın ve yolumuza devam ediyoruz. Bitmez tükenmez inişlerle, denizi doldurmuş kalın sisleri, sağımızda uzanan, kadife yeşili çimenleri, ağaçları seyrederek, keyifle ilerliyoruz.

Polyesterin, pek çok alanda kullanılmaya başlamadığı dönemlerde, adını çok duyduğum Tekkeönü’ndeyiz şimdi. Kurucaşile’nin tekne yapımcılığındaki rakibi, bölgenin en büyük tekne kızakları, atölyeleri burada. Bu bölgenin sahilleri, daha doğrusu, limanları hep birbirine benziyor. Geleneksel yöntemle tekne üreten tersaneler bayram nedeniyle kapalı, oysa, ne kadar isterdim, omurga üzerine bindirilen, estetik hatlı ahşap işçiliğini seyretmeyi. Önlerinde, kurumaya bırakılmış, ahşap parçaları, bayram sonrası, tekne üzerinde yerlerini bulacak anlaşılan. Tersanelerin önünde uzanan koy, giderek sise teslim oluyor, sanki; Amasra’dan bu yana, biz doğu’ya ilerledikçe, sis de peşimizden geliyor. Neredeyse, zor görünüyor, koyda demirli tekneler, ortaya, her zaman karşılaşılamayacak mistik manzaralar çıkıyor böylece.

Bir sonraki koy Kurucaşile, yine ahşap tekne yapımcılığının, çağdaşlık adına kimyasallara teslim olmayanların, denizci tekne arayanların tercih ettiği yerler buralar. Yirmi yıldır müdavimi olduğum “ Yelken Dünyası “ dergisi, rahmetli Mesut Baran’ın ölümünden sonra irtifa kaybetmiş de olsa, Kurucaşile ustalarına olan saygı ve bağlılığını hiç mi hiç yitirmedi. Kurucaşile de oldukça büyük bir yerleşim, Karadeniz atmosferini beyhude arıyorum burada da, sadece, limanın arkasında uzanan yemyeşil tepeler hatırlatıyor Karadeniz bölgesinde olduğumuzu. Antik adı Cromna. Geleneğinde maden ticareti var, bu yüzden belki, sermaye grupları, her türlü yolu deniyorlar, burada daha fazla maden ocağı açabilmek için. Maden ocağı, belki istihdam demek ama, bir o kadar kirlilik, derbederlik ve sonunda, delik deşik edilerek terk edilmiş güzelim tepeler demek. Limanda, çirkin bir hangardan, denize uzanan, yine çirkin bir kanal dikkatimi çekiyor. Depo olarak kullanılan hangar ile tekneler arasında silisli kum naklini yapan konveyör sistemi bu.

28 km. ileride, Hababam Sınıfı ile meşhur olan Rıfat Ilgaz’ın kenti Cide var. Hakkı yenmiş yazarlardan, hele hele şairlerdendir Rıfat Ilgaz. Mizah yönü ağır bastığı için Hababam Sınıfı ( o da kitapları ile değil, filmleri ile ) meşhur etmiştir. Sağlam bir şairdir aynı zamanda.

KULAĞIMIZ KİRİŞTE

Yaşlılar adına konuşmanın tam zamanı
Kütükte yaşı yetmişlerin arasındayım.
Bir tekerlemenin çağrışımında
İnanıvermeyin işimin bittiğine.
Ne var ki dertlerimiz tasalarımız artıyor,
Yaş ilerledikçe.

Biz yaşlılar türlü nedenlerden
Kuşlarla birlikte uyanmak zorundayız
Saksıdaki karanfil bakım ister.
Tüm çiçekler, ağaçlar, parklar,
Yollar köprüler bakım ister.
Balıkçı barınağı, barınaktaki gemiler,
Gün doğmadan deniz fenerimiz,
Kıyılarımız, gökyüzü, bulutlar,
Bir uçtan bir uca esen rüzgar,
Bütün gün gözümüz üzerlerinde olmalı.

Bu arada torun torba çocuklarımız
Martılarla birlikte çoğalan...
Onlar da bakım ister kuşkusuz.
Erken de kalksak alaca karanlıkta
Hangi birine yetişebiliriz ki...

Biz yaşlılar için en önemlisi
Kuzeyden esen nemli rüzgarlar,
Karayel de önemli, gündoğusu da.
Raporlar yazılmalı, hava raporları,
Soğuk sıcak tüm dalgalar, akımlar,
Alçak basınç radyolarda, yüksek basınç,
Güneyden esen yellerle birlikte
Sisli puslu havalarda durulmalı.

Yaşlandıkça azıyor romatizmalarımız,
Bir günümüz bir günümüze uymuyor,
Artıyor ağrılarımız, sızılarımız,
Kapıyı kim vuracak belli olmaz,
Kulağımız kirişte olmalı!

Toplumsal duyarlığı, hayata bakışı ve duruşu hakkında değerlendirmeler yapılmamış bu çınar, Sivas olaylarının yaşattığı travmanın altında ezilmiş, kendini toparlayamamış ve ölüp gitmiştir.

Solda, aşağılara inen yamaçlara bakıyorum, eteklerine kalın bir sis tutunmuş, belli ki, aşağılar deniz, ancak, görmek mümkün değil. Hatta, sık sık, araçla birlikte yoğun sis içine giriyor, zaten dar olan yollarda, karşıdan gelen araçları son anda fark ediyoruz. Yollar bozuk, sarsıntıdan olacak ikide bir karnımız acıkıyor, eşim, sık sık, meyve soyuyor, sandviç yapıyor, ama, yollar bitmiyor. Cide, daha sempatik, daha kentli geldi bana, yaptığım kısa bir yürüyüşte.
Sanırım, bu gece, İnebolu’da konaklayacağız. Zira, daha ilerideki yerleşimlerde konaklama imkanı daha da zayıf okuduğum kadarıyla. İnebolu’ya 110 km. var. Normalde bir saatlik yol, ama, sis, özellikle de, yolların bol virajlı ve bozuk oluşundan üç saat süreceğini yazıyor rehber kitabım. Cide ile İnegöl arasındaki Doğanyurt, Cide’den 69 km. ileride, yirmiden fazla, inip çıkıyoruz tepelere bu yolda, kulaklarım tıkanıyor sık sık. İnişlerde, sisin artmasından, belki de, hemen denizin yanından gittiğimizi düşünüyorum, ne var ki; bir iki kez mümkün olabiliyor sislerin arasından, durgun, sakin Karadeniz’i görebilmek.

Doğanyurt’a yaklaşırken, yine tırmandığımız bir tepede bulunan köy yolunun ortasında, elinde bir ip kangalı, bir bıçakla bön bön bakan bir adama çarpmaktan son anda kurtarıyorum kendimi. Şaşırıyorum, az ilerleyince deanlıyorum, adamın çaresizliğini. Önümüzde, yolun tam ortasında, bir dana, çılgınca koşuyor. İkide bir de arkasına bakıyor, adamın elindeki ip ile bıçağı görünce, başına geleceği anlamış olmalı, çareyi, firar etmekte bulmuş. Adam da, korkudan gözleri dışarı fırlamış, ağzından salyalar akan danayı, nasıl yakalayıp, yere yıkacağını düşünüyordu, anlaşılan. Çılgına dönmüş dana, araca çarpmasın diyerek, 500 m. kadar, arkasından gidiyor, yavaşça solluyorum sonra. Bu hızla, belki de, hemen arkamızdan varabilir İnebolu’ya !

Saatlerdir izini sürdüğümüz bu coğrafyada, bir karış düz arazi bulunabilir mi bilemem. Bu nedenle, araçlar, yol boyunca bırakılmış. Ne gariptir ki, her mahallede, her köyde, yüzlerce aracın hemen hepsi İstanbul plakalı. Belli ki; bayram ziyaretine, köylerine gelmişler İstanbul’dan. Hatta, bazı köy meydanlarında, yine, İstanbul plakalı otobüsler park etmiş duruyorlar. İstanbul’un aldığı göçün işaretleri bunlar. Son yirmi yılda, İstanbul’a göçenlerin , memleketlerine dönmeleri mümkün olsaydı, nasıl bir manzara olurdu bu dev kentte, düşünmeden yapamıyorum.

Doğanyurt, şu ana kadar, geçtiğimiz yerleşimlerin içinde, en sevimsizi geldi bana. 7-8000 nüfusu ile Osmanlı’ya, dış destek almadan kendi alayını tertipleyip, düzdüğü için, “ Hoşalay “ ismi verilmiş yıllarca. Zarbana, Özlüce, Meset derken Doğanyurt adında karar kılınmış şimdilik. Ne var ki; ismi bunca değişmiş, ama, nüfusu da, 1500’ e düşmüş, girişteki levhada gördüğüme göre. Her mahalle arasında kilometrelerce mesafe var pek çok evin, yine, kilometrelerce yanında başka bir ev yok. Acil durumlarda ne yapar, ne ederler, düşünmeden yapamıyorum, yanlarından geçerken.

Son 32 km.ye giriyoruz, İnebolu’ya doğru. Sis, bütün keyfimi kaçırdı, planlarımı bozdu bugün. Güzelim sahilleri görebilseydim, fotoğraf çekerek, dur kalklarla, ama keyif alarak ilerleyecektik ve muhtemelen Cide’de kalacaktık bu akşam. Güneş adamakıllı devrilmiş olmalı, ortalık serinledi. Kış günlerinde gezmenin dezavantajı da bu. Hava erken kararıyor, günler kısa. Otel odasında geceyi bitirmeye çalışmak var. Bitmez görünen yollar bitiyor ve tepelerden son kez İnebolu sahillerine iniyoruz.

Sahil boyunca uzanan kordonda yürüyenler, banklarda oturanlar, biz kalacak yer ararken evlerine dönüyorlar. Bizim şimdilik kalacak yerimiz yok. Sahildeki Öğretmen Evi dolu. Birkaç otel var, gözüm tutmuyor sora sora, yeni açılmış bir oteli buluyoruz. Adını, İnebolu’nun antik çağlarından alıyor; İonopoli (80 TL/gece ). Tertemiz, güzel dekore edilmiş, sanırım iki üç odadan başka kalan da yok. Aracımızı otelin hemen karşısına park ederek, hava iyice kararmadan, İnebolu Türk Ocağı binasına gidiyoruz, kent içindeki dar yollardan geçerek.

Mustafa Kemal’in şapka devrimini yaptığı, kılık kıyafet konusunda halka hitap ettiği bina burası. Önünde, elinde şapkası ile Mustafa Kemal’in güzel bir heykeli var. Üç katlı binanın giriş katından yukarı çıkıyor ve Kurtuluş Savaşında Anadolu’ya sevk edilmek üzere denizden getirilen cephanelerin, İnebolu halkı tarafından nasıl taşındığını, denk kayığı denilen, Karadeniz’in çılgın dalgalarına karşı, balanslı teknelerle, azgın dalgalara rağmen sahile indirildiğini anlatan fotoğrafları izliyorum uzun uzun. Bu, karşılıksız çabaların sonunda, Millet Meclisi kararı ile 9 Nisan 1924 tarihinde İstiklal Madalyası ile ödüllendirilir. Yarbaşı Mevkiinde, çıplak ayakları, bastonları ile omuzlarında cephane taşıyan yaşlıları görünce, gözlerim doluyor. Cephane sevkiyatına mani olmak için Yunan Donanmasına ait Kılkış ve Panther harp gemilerini korkutmak için, soba borularını topa benzetir ve düşmanı ürkütürler. İnebolu’dan Milli Mücadele’nin kıyasıya yaşandığı Anadolu’ya uzanan ve haklı olarak İstiklal Yolu denen bu güzergah hakkında bir şey bilmediğimi üzülerek ve utanarak öğrendim İnebolu Türk Ocağında.

1. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti’nin yenilmesi üzerine imzalanan Mondros Ateşkes Anlasması'ndan sonra, İnebolu'da bulunan Rumlar arasında küstahça hareketlerin çoğaldığı görüldü. Bir İngiliz savaş gemisinin 1919 yılının Nisan ayı içinde, İnebolu'ya gelmesi üzerine Rumlar Kaymakam Cemil Bey'e hakarette bulunmuş ve çarşı içinde taşkınlık yapmışlardı. Zorbana (Özluce) Köyü'nden Şaban Reis ve adamları İnebolu'ya gelerek Rumlar’ı sindirmisti. M.Kemal Paşa'nin Havza ve Amasya'dan göndermiş olduğu duyurular, yurdun pek çok yerinde olduğu gibi İnebolu'da da benimsendi.

24 temmuz 1919 yılında İnebolu'ya gelen İngiliz torpidosundan çıkan askerler ile yerli Rumlar arasında gizli görüşmeler yapıldı. Karadeniz kıyılarında yaşayan Rumlar, 1840 yılından beri, Pontus Devleti kurma amacıyla, kilisenin öncülüğünde, gizli çalışmalar yapıyorlardı. İnebolu'nun Geriş Tepesi'nde bulunan kilise merkez olarak kullanılıyor, Rumlar gizlice silahlanıyorlardı. Yurdun içine düştüğü kötü durum karşısında İnebolu'lu gençler; başta Mustafa Selim, Mustafa Nuri, Asker Mustafa, Cebeci Sabri, Mustafa Fehmi olmak üzere, "İnebolu Gencler Mahfeli"ni kurdular. 25 Kasım 1919’da Yüzbaşı Osman Nuri Bey önderliğinde, "İnebolu Müdafai Hukuk Cemiyeti" kuruldu. Başkanlığına Müftü Ahmet Efendi seçildi. Sivas Kongresi'nde Kastamonu'yu temsil eden iki delegeden biri; Emekli Binbaşı Zeki Bey'dir. Her iki üye İnebolu'dan tüccar kılığında gemiye binerek, Samsun'a, oradan da Sivas'a geçtiler.

İnebolu'da işitilen ezan sesleri ile Kayyim Ahmet Efendi'nin "Ey ahali moloza cephane geldi" sesleri ile Müftü Hamdi Efendi'nin "Camiden yalıya gidelim, cephaneleri getirelim" sesleri. İnebolu'luların hutbesi olmuştu. İnebolu, İstiklal Savası’nın Anadolu'nun ümit ve mukaddes giriş kapısı olmuştu. İnebolu'ya devamlı gemiler geliyordu, kimisi sözde tüccar gemisi, bazıları da yabancı bandıralıydı. Fakat hepsinin limana gelişlerinde, cephane’ye kavuşma sevinci vardı. Gemiler mukaddes emanetleri İnebolu'ya çıkarıyor, cepheye bir an önce kavuşma heyecanı ile vatanperverler sayesinde İnebolu'da durmuyor, hemen Mustafa Kemal'e ulaşıyordu. Yollar, İnebolu'dan Ankara'ya kağnı ve yaylı arabalarla doluyordu. İşte, en son 5 haziran'da gelen Preveze Gambotu; 5800 tüfek, 700 sandık fişek, 54 makinalı tüfek, 5000 bomba getirmiş, 2 gün 1 gece de boşalmış, 8 Haziran 1921'de 250 tonluk, 3 direkli bir martiko, sabaha kadar yükünü boşaltmış, bir taraftan aynı gün Yeni Dünya ve Can isimli vapurlar; 400 subayı ile askeri eşyayı getirmişlerdi.

9 Haziran 1921 Perşembe günü Ramazan Bayrami sabahı ufuktan Kerempe önlerinde iki kara duman belirdi. Bunlar Kılkış ve Panter adlı Yunan zırhlıları idi. Kılkış ve Panter, ilk yüklerini boşaltmıs olan, limandaki gemileri arıyordu.
Ve beklenen hareket oldu. Panter zırhlısından dört çifte, bir filika beyaz bayrakla sahile geliyor. Onları limanda Liman Reisi Neyyir Bey, Şube Reisi Binbaşı Hasan Fehmi Bey, Irkap İhraç Komutanı Mehmet Bey karşılıyordu. Sahile çıkan Yunan Heyeti Kaymakamlığa gelerek; şehri, cephaneleri, kayıkları teslim almayı ayrıca ileri gelen 12 kişiyi rehin isteyen "Notayı" Kaymakamliga veriyorlardı.

Halk, "Biz vatanımızı müdafaa ederiz, canımızı verir, istediklerinizi vermeyiz" diyorlardı.

Gazi Mustafa Kemal'den beklenen cevap geldi; şehrin teslim olmayacağı, şehrin bombardımanı halinde kasabadaki Rum ekaliyetinden Yunanlılar’ın sorumlu olacağı belirtildi.

Kılkış ve Panter kumandanları Türk Heyeti gemiden ayrılır ayrılmaz toplarını İnebolu'ya çevirmiş ve bomba yağdırmaya başlamışlardı. Birçok yer harap olurken, Kolseymen Tepesi'ndeki 8, 7 sahra topumuz güllelerini göndermeye başladı. İlk gülle Kılkış'ın arka tarafına düşüp, daha sonraki de Panter'in bacasını yalayıp geçince çareyi kaçmakta buldular. Bombardıman haberini Muhittin Paşa Kışla’da askerlerinin bayramlarını kutlarken alıyor ve hemen İnebolu'ya geliyor, İtilaf Devletlerine protesto telgrafları çekiliyor. İstiklal Savaşı Kapısı, zafer yolu İnebolu bombardıman sonrasında da durmadı, gemiler dolusu cephaneler geldi, kayıklar boşaltıldı, silahlar elden ele gıcırdayan kağnılarla, İnebolu, Küre, Seydiler, Kastamonu yolu ile Ankara'ya Mustafa Kemal'in ordusuna yetiştirildi.
Milli Mücadele yıllarında, Mustafa Kemal’in Samsuna çıkışını, milli direniş başlattığını ilk okuldan beri belletmişlerdi, ama; İnebolu’da, Yarbaşı mevkiinde, mavnalardan indirilen silah ve cephanelerin, Karadeniz’in hırçın dalgalarına dayanıklı “ denk “ kayıkları ile Şerifeler’in, Halimeler’in koynunda, Küre üzerinden Anadolu’ya aktarıldığını, daha doğrusu İnebolu’nun bu yiğitliğini bilmiyordum. Türk Ocağı binasında, kadınların, bastonlu, iki büklüm ihtiyarların kollarında cephaneleri taşıyan fotoğraflarına bakarken, yüzümün kızardığını gören oldu mu, acaba ? Çıktığımızda, hava kararmış, sis adam akıllı bastırmış, sahilde, göz gözü görmüyor. İnebolu’nun dar sokaklarında, birkaç lokanta ve kıraathane haricinde dükkanlar kapanmış, sisin verdiği serinlik ve nem altında, bir tur atıp, otel lobisinde, bilgisayarın başına çöküyorum.

18.11.2010 ( İNEBOLU - KÜRE - AZDAVAY - PINARBAŞI )

Gece boyu yanan kalorifer, hiç de fazla gelmedi. Sabahleyin, M. Ö 4000 yıllarına uzanan bir coğrafyada uyanmanın, gizli hazzını yaşıyorum. Anlaşılan denizin üzerine oturmuş olan sis, Karadeniz’in doğusuna devam edersek, yine, peşimizi bırakmayacak, sahilde, sis görünmüyor ama, denizin üzerine kurulmuş, “ sizin planlarınızı bozacağım “ diyor sanki. Lobide, haritayı açıp, güney tarafına gidiyor parmağım ve karar veriyoruz, Küre üzerinden, Küre Dağlarının, kah yanından, kah içinden geçerek, Pınarbaşı’na gideceğiz, Kastamonu’nun Pınarbaşı ilçesine. Zira, çevrede, görülecek yerler ve konaklama imkanları açısından bu ilçeyi gözüm tuttu. Kahvaltı sonrası, İnebolu’nun, ayakta durmakta direnen güzelim evlerini seyrederek, fotoğraflayarak, güneye inmeye, daha doğrusu, güneye giden yolu çıkmaya başlıyoruz.

Anlaşılan güzel ve sissiz bir yol bulduk, hem de, Küre ormanlarının bağrında, keyifle seyahat edeceğiz. Sık sık durup, aşağıda kaybolmaya yüz tutan İnebolu’yu fotoğraflarken, gözüme, tepemde, çok yükseklerde, hatlar ve üzerine asılı kabinler gözüme çarpıyor. Ne geldiği yer belli, ne gittiği yer, sonsuz bir hat üzerinde, sık aralıklarla sarkan kabinler. Sanki; teleferik tesis edilmiş. Merak ediyorum, etrafta soracak kimseler yok. Rehber kitabımda, gözümden kaçmış; Küre’den, İnebolu limanına, pirit madeni taşımak için yapılmış bu hat, sanırım 25 km. civarında. Sonra da, yörede yaşayan kamyoncular kazansın diye, çalıştırılmamış. Görseniz, inanması zor, ne bedele mal olduğu ortada, utanç abidesi gibi sallanıyor kabinler, kafamın, nereyse 50 m. üzerinde. Bu hatta, onun yapımına ön ayak olanların sallanmasını ne kadar isterdim, üzerlerinde de, “ halkın vergilerinin düşmanı “ yaftaları ile.

Bakımlı, geniş ve güzel bir yolda ilerlerken, karşımıza, birbirinden ilginç yerleşimler çıkmaya başlıyor. Aklımda kalan, Ersizler. Milli Mücadele’de, kocalarını yitirmiş kadınların ağıtlarının göklere yükseldiğini duyar gibi oluyorum, büyük ihtimalle, bu nedenle verilmiş olmalı Ersizler ismi. Küre’ye geliyoruz, rengarenk evleri ile bulunduğu tepede, yalnız bırakılsa imiş, mükemmel bir yerleşim olacakmış. Ne var ki, tepesinde konuşlanmış ve ülkenin 3. büyük bakır üretim tesislerinin bulunduğu Etibank, bir kabus gibi çökmüş Küre’nin üzerine. İlerlediğimiz yoldan, orman içlerine dalan ve sarı levhalarla işaretlenmiş trekking rotaları gözüme çarpıyor. Ersizler Dere ve Kara Cehennem Boğazı kalyonları, umuyorum ki, trekking ve doğa severlerin vazgeçemediği parkurlardan olacak. Meydandaki kahvehanelerin önünde oturmuş yaşlılara el sallayarak geçiyoruz Küre’nin içinden. Tahmin ettiğim gibi, çıkışta tüm Küre’nin çok güzel göründüğü noktalar buluyorum, fotoğraf çekebilmek için.

Yollar neredeyse bomboş, tek tük, köylerini bayram ziyaretine gelmiş 34 plakalı araçlar geçiyor, hışımla yanımızdan. 22 kilometre sonra Ağlı’ya giriyoruz. Mütevazi görünüşünün ardında, Frigler’in bir kolu olan Paflagonya’lıların M.Ö 1100 –700 yıllarında burada hüküm sürdüğünü, zenginlik arzeden kentlere sahip olduğunu, geçtiğimiz dümdüz vadilerden anlamak mümkün değil. Bir de, Ağlı’nın tarihi kayıkları ve yarışları ünlü; Tam olarak bilinmemekle beraber tahmini olarak 300 yıldır geleneksel olarak yapılmaktalar. Özelliği, diğer kayıklardan farklı olarak, erik ağacından yapılmakta, 1, 5m boyunda, 25cm genişliğindedir. Özel bir takım tekniklerle öncelikle koruyucu bir tabaka oluşturulmakta, nemden ve darbelerden etkilenmemesi sağlanmaktadır. Daha sonra sürat yapabilmesi için yine özel tekniklerle kayganlığı artırılmaktadır. Yarış pisti yine özel tekniklerle çarık denen tarihi ayakkabı ile hazırlanmaktadır ve pist iki aşamadan ibarettir. Birinci aşama kayığın hız yapması için gerekli iniş bölümü, ikinci aşama ise kazananın belirlenmesi için gerekli çıkış bölümüdür. İniş bölümünden en hızlı şekilde inerek ikinci kademede en yükseğe çıkan kayık birinci olmaktadır. Birincilere Boğa dana hediye verilmektedir. Halen, Babadan geleneği devam ettirebilecek yetenekteki oğula en önemli miras olarak bırakılan ve tahmini 300 yıllık oldukları sanılan kayıkların ilginç isimleri ise şöyledir. Fermansuz, Hacıeset, Canlıca, Karayılan, Yanımalaklı, Sarıkayık, İmparator, Babaca.

Ağlı’dan Azdavay’a uzanan 27 km. lik yolun bitmesini istemiyor, sık sık durup bağdadi evlere uzanan yemyeşil çayırların fotoğrafını çekiyorum. Azdavay, oldukça büyük bir yerleşim. Kurban telaşı, bayram seremonileri bitmiş de olsa, geçtiğimiz yerleşimlerde, hemen herkes, üzerlerinde takım elbiseleri ile dolaşıyor sokaklarda. 24 kilometre sonra Pınarbaşı’na geldiğimizi gösteren levha çıkıyor önümüze, az sonra da; sağda, büyük, ahşap bir konak görüyoruz. Üzerinde Paşakonağı yazıyor. Etrafında park etmiş araçlardan belli ki; bir konaklama tesisi burası. Görevli, odaları gezdiriyor, 200 yıllık bir konak. Odaların tamamı ahşap, yüklükler banyo ve tuvalet olarak düzenlenmiş. Anneannemlerin evinden hatırladığım gibi; banyoya yüklüğün içinden giriliyor. Odanın ortasındaki koca soba ile odun yığınlarını görünce, bir gece kalmaya karar veriyoruz bu güzel konakta. ( 70 TL/ gece ).

Çantaları bırakıp, civar köyleri dolaşmaya çıkıyoruz. Toprak yolda tırmanırken, sağda, bir köyün içine ilerleyen patika dikkatimizi çekiyor. Yöresel ahşap evlerin serpildiği köyün dar sokağı, az ileride bitiyor, güçlükle geri dönüyoruz. Yol üzerinde, köylülerle laflıyorum biraz. Geriş Köyü imiş burası. Bol fotoğraf çekip, vedalaşıyorum, sırada Ilıca köyü ve yanı başındaki Ilıca Şelalesi var sırada. Köye girmeden, yeşil bir alanda sıralanmış bungalovlar dikkatimi çekiyor, yaz sezonunda, tatil amaçlı hizmet veriyor olmalı. Düşen kırağıdan henüz kurumamış çimenler, çoraplarımıza kadar ıslatsa da; keyifle yürüyorum, ciğerlerimin en ücra köşelerine sığdırmaya çalışıyorum tertemiz havayı.

Sonra, Ilıca köyünün içine giriyor ve bir anda bitiveren kötü yolda, biçimsiz park etmiş araçların arasında yer bulmaya çalışıyoruz. Güzel, hemen yan tarafta, odun ateşi ile beslenen semaverinde çay demlenen çay bahçesi var. Belki, on beş dakika yürüyoruz, önümüzde, ardımızda, ellerinde torbalar, ekmekler ile pikniğe gittikleri belli olan insanlar ile. Sağa doğru ilerleyen patikada, düzenleme yapmışlar, yarım kalmış, birkaç önce başlandığı belli. Artık, dev kayaların üzerinde yürüyoruz, üstelik, giderek de nemden kayganlaşıyor, yürümek zorlanıyor. Sonunda önündeki küçük göleti ve 12 metre yüksekten dökülen Ilıca Şelalesini görüyorum. Kayaların üzerinde, şelaleyi fon alarak, cep telefonu ile fotoğraf çektirme telaşındaki gençleri bekliyor, bir ara denk getirip, fotoğraflıyorum şelaleyi. Dönüşte, kendime verdiğim sözü yerine getirmek için çay bahçesinde birer çay içiyorum eşimle.

Bir geleneksel ahşap evin penceresinden uzanıp, gelen geçene bakan adamla göz göze geliyorum fotoğraf çekerken, elleri ile işaret ederek içeri çağırıyor. “Çay sonrası gelirim” diyorum, “yok diyor, çayı bizde için “. Kapıdaki ayakkabılardan, hayli kalabalık olduğunu görünce, vazgeçiyor, aracımıza gidiyoruz. O da ne ? Bir kamyonet kapamış çıkışımızı eğer şelaleye gittiler ise, dönmelerini bekleyeceğiz. Neyse, içeride, yaşlı, kadın ve adam oturuyor, hatalarını bildikleri için anahtarı üzerinde bırakmışlar, ancak, o kadar kötü park etmişler ki; kaydırırsam, benim araca vuracak, üstelik, kamyonetin frenleri hiç tutmuyor. Kan ter içinde manevralardan sonra, aracımı kurtarıyor, diğerinin tekerleklerini de taşıdığım taşlarla sıkıştırarak ayrılıyoruz Ilıca köyünden. Özellikle, ağır ağır, ortalığı görerek, koklayarak, emerek ilerliyoruz, Küre Dağlarının içerisinde. Aşağılarda, yemyeşil çayırlar arasına serpilmiş, ahşap evler, nokta kadar görünseler de, heyecanlandırmaya yetiyor, güzellikleri ile.

Bu güzellikler ile haşır neşir olurken, yol bitiyor, Muratbaşı Valla Mahallesine geliyoruz. Anlaşılan, ileriye gitmek için yürünecek. Aracı, başımıza geleceklere razı olup, bir köşeye park ederek, aşağı ilerliyoruz, bir anda geniş bir çayıra açılıyor yollar. Kanyona giden patikaları gösteren bir işaret de yok. Ben aşağı doğru ilerlerken, üzerinde, rengarenk yöresel kıyafeti , kucağında çocuğu ile genç bir kadın, yanlış yola gittiğimi söyleyerek, ağaçların arasında uzanan patikayı gösteriyor. Eşime, sizi götüreyim diyor. Anlıyorum ki; biz kanyona inemeyeceğiz, zaten, zaman zaman 1300 m. yüksekliğe ulaşan yüksekliği, 12 kilometre uzunluğu ile, kolay girilip çıkılacak bir yer olmadığını tahmin ediyordum Valla Kanyonu’nun. Pek çok yerde de, rehbersiz girilmesinin yasak olduğu yazıyordu. Gideceğimiz yer, kanyonunun giriş kısmına hakim, demir merdivenler ile çıkılan ve bir platformdan oluşan seyir terasına kadar, kucağında çocuğu ile eşlik ediyor kadın bize. Yine de, Devrekani Çay’ı ile Kanlıçay’ın birleştiği yerden başlayan kanyonun vahşiliği ve bakirliği hakkında ilk ip uçlarını veriyor.

1.5 km. ağaçlar arasında devam eden yolu, geri dönüp, Valla köyünün içinde bir tur atarak, ağır ağır Pınarbaşı’na doğru geri dönüşe başlıyoruz. İyice yumuşayan güneş ışıkları altında, yayla evleri daha güzel görünüyor, derken, hava kararmaya başlıyor. Pınarbaşı meydanından, Taşköprü sarımsağı ve kestane alıyorum, akşama, odamızdaki sobayı yakarak, üzerinde kestane pişireceğim. Bu ahşap odada, çocukluğumda, ailece ziyaret ettiğimiz evlerde, önümüze konan kuruyemiş tepsilerini, mangalın külleri arasına sokulmuş kestanelerin kokusunu anacağım. Biz, Pınarbaşı civarını dolaşırken, Konağın bahçesinde, bayram şenlikleri yapılıyormuş, kadınların, masalara dizdikleri tabaklarda, etler, pilavlar, bin bir çeşit el emeği yiyecekler tükenmiş, birkaç kedi, ürkek, ortalığı kollayarak, tabaklara sokulmaya niyetleniyor. Kadınlar, masaların ortasında, teypten gelen müzik eşlinde oynuyorlar, kediler de, korkarak uzaklaşıyor, sonra yine, usul usul sokuluyorlar. Gezi güzeldi bugün, ama, burada da, hayli renkli ve canlı bir geleneği kaçırmışız. Az sonra, masalar toparlandı, kadınlar çekildi, ortalığa, zifiri karanlıkla beraber, ayaz hakim oldu. Konağın yanında akan çayın üzerindeki köprüde, bir şişe bira içerek, üzerime çöken nostalji kaynaklı melankoliyi savmaya çalışıyorum. Artık, konağın şöminesinin yanına sokulma zamanı geldi anlaşılan, zira, ortalık adamakıllı soğudu.

Konak, kaymakamlığın önderliğinde, Doğal Hayatı Koruma Derneği’nin nezaretinde 2001 yılında restore edilmiş. Sonra da, Küre Ormanlarında, yurt dışından gelecek avcılara av organizasyonları yapan bir şahsa kiraya verilmiş, giderek, işletmecilik zayıflamış anladığım kadarıyla. Üç genç, güler yüzleriyle, eksikliği gidermeye çalışıyorlar. Sözleşmenin bitmesine 6-7 ay kaldığı için de anlaşılan iyice tavsamış işletmecilik Paşa Konağında. Danimarka’dan gelmiş, domuza benzeyen, beş domuz avcısı, şöminenin başındaki masaya çökmüşler, yemek yiyorlar. Aceleleri var, zira, biraz sonra, organizasyonu yapan şirketin beş görevlisi, bu aslan parçalarını, av mahalline götürecek. Kahramanlar da; ellerinde, gece görüş özelliği olan dürbünlerle, günlerdir, yem konarak, aynı yere gelmeye alıştırılmış, domuzları vuracaklar. Görevli genç, 50000 €’ dan fazla para harcayacaklarını söylüyor. Hatta, vurdukları domuzların diş büyüklüklerine göre de ayrıca devlete bedel ödüyorlarmış. Her birine, adamları ile birlikte tahsis edilmiş, dört çeker kamyonetleri ile, avdan çok, tuzağa benzeyen operasyonlarına gidiyorlar, yemeklerini yedikten sonra.

Boşalan masaya yerleşiyoruz. Şöminenin ateşinden yanaklarımız yanıyor, yemekleri hazırlayan genç, şöminede yanan odunların bir kısmını kenara ayırarak, siparişimiz olan etleri yerleştiriyor ızgaranın üzerine, bir yandan da bizimle laflıyor. Konuşmalar içinde şu önemli bence. ” Küre Dağlarında bile bal üretimi azaldı, kilosu 15 TL. ye satılan ballar, kesinlikle, tabii bal değildir, kovanların yanına şerbet koyuyorlar, arı bu şerbet ile bal yapıyor. Hakiki balın kilosu 60-70 tl ‘den aşağı olamaz. “ Şöminenin başında, daha yemeğimizi yemeden hoşaf gibi oluyoruz, bütün gün araç kullanmanın yorgunluğu, rakım farkı, sobanın verdiği uyuşukluk derken, kestaneleri zor pişireceğiz gördüğüm kadarıyla.

Öyle de oluyor, ahşabın ve sobanın verdiği huzur ile, biraz uzanalım derken, uykunun derinliklerinde kayboluyoruz.

19.11.2010 ( PINARBAŞI - MENGEN - YEDİGÖLLER - İSTANBUL )

Sabah, oda penceresini açınca, güneş ve odun dumanı kokusu merhaba diyor. Akşam, ava giden Danimarka’lılar dönmüş, şöminenin başında, sessiz kahvaltı yapıyorlar. Sessizliklerinden tahmin etsem de; yan masadaki personele sormadan yapamıyorum. Yok, sabaha kadar bekledikleri halde, hiçbir şey vuramamışlar. Domuzlar, çiftleşme periyodunda oldukları için, yem bile görmüyormuş gözleri. Sevindim tabii. Kahvaltı hazırlanana kadar, 200 yıllık konağı çepeçevre tavaf edip, devasa, ağaç kütüklerini, bindirme ahşap tekniği ile yapılan duvarları, iki yüz senelik geleneği görmezden gelip, özensiz, duyarsız yapılan eklemeleri seyrediyorum.

Reçellerinden başka, sıradan sayılabilecek bir kahvaltıdan sonra, Pınarbaşı meydanından sağa giden yolu seçerek, Eflani, Safranbolu yollarını geçiyoruz. Safranbolu, daha önce, kıyı köşe gezdiğimiz bir yer olduğundan, oyalanmıyoruz. Bunda; bayram nedeniyle, yoğun bir kalabalık ile karşılaşacağımız endişesi de yatıyor. Nedense; son yıllarda, kalabalık olan gezilerden de, kalabalıktan da kaçar oldum.

Aşağıda Safranbolu uzanırken, Hıdırlık tepesinden gün batımında seyrettiğim, horasan çatmalı eski Safranbolu evlerini, kaldığımız Selvili Konak’ın bilinçli restorasyonu ile ortaya çıkmış, otantik atmosferini, Yörükköy’de, Arnavut kaldırımları boyunca, birbirinden güzel, “ eli böğründe “ evleri, Leyla Gencer’in adını taşıyan sokağı, yorgun, güngörmüş ahşap sokak kapılarını, dün fotoğraflamışım gibi hatırlıyorum. Karabük’e kadar keyifle geliyoruz, ama, bu sanayi kentinde, doğanın büyüsü bozuluyor tekrar. Trafik yoğunluğu da artıyor, eşim, Yedigöller’e uğrayarak, İstanbul’a dönmemizi önerince, Mengen üzerinden gitmeye karar veriyoruz. Girdiğimiz orman yolları dar, inişli çıkılı olsa da; şahane manzaraları seriyor önümüze. Karşımıza çıkan Eskipazar, ömrümü geçireceğim bir yerleşim olabilir mi diye düşündürecek kadar ilgimi çekiyor. Yedigöller’e uzanan yolun çok kötü, birinci vitesle gidilebileceğini, vaktimizin de giderek azaldığını, geceyi geçirmek gibi bir programımız olmadığından yanımıza çadır, uyku tulumu v.s almadık. Bu nedenle, yanıbaşından geçtiğimiz Hadrianopolis levhasını okumakla yetiniyor ve burayı görmek gerektiği şeklinde notumu alıyorum. Yapılan kazılar sonucu, Anadolu tarihinde ilk defa olmak üzere; antik çağdaki Hıristiyanlık inancına göre kutsal olan ve Cennette olduğuna inanılan 4 kutsal nehirin mozaik yazı ile isimlerine rastlanmıştır. Bu nehirler : “Geon”, “Phison”, “Tigris” ve “Euphrates”dir.

Mengen çıkışı, Yedigöllere uzanan yaklaşık 50 km. lik yol beni de aracı da çileden çıkarsa da, diğer yandan Abant’ın başına gelenleri düşününce, böylesi perişan bir yoldan ulaşımın, tahribatı da o ölçüde azaltacağını düşünüyorum. Delik deşik yollarda, kimse, sollamayı göze alamayınca, uzun bir konvoy eşliğinde giriyoruz Milli Parka. Tahmin edilemeyecek bir kalabalık, ağaçların Arasından yükselen ızgara dumanları, 4X araç sahiplerinin ukalalıkları bunaltıyor. Yukarıdaki, bungalovlara kadar çıkarak, aracı selametle bırakabilecek bir yer buluyor ve gölleri dolaşmaya başlıyoruz, ama, yanına yanaşmak mümkün değil. Herkes, poz verip, fotoğraf çektirme derdinde. Ne civarın güzelliğine, göllerin durgun sularına düşmüş, sararmış yapraklı ağaçların silüetlerine bakan var.

Bayram tatilinde Yedigöller’e gelme hatasını yaptığım için kendime kızıyorum. Zaten, yarım saat sonra, güneş, tepelerin ardında kayboluyor, fotoğraf çekecek ışık da kalmıyor. Bu kez, Yeniçağa’ya, İstanbul- Ankara otoyoluna çıkmak üzere, diğer yola vuruyoruz aracı. Geldiğimiz diğer yolu aratacak kadar bozuk burası da. Bir buçuk saat, 20-30 cm. derinliğindeki çukurlarla boğuşurken lastikler, biz de içeride harman oluyoruz. Sonunda, otoyola çıkıyoruz, hava karardı. Otoyolda araç kullanmak, belki yorucu olmayacak, ama, yoğun trafik , İstanbul’a yaklaştıkça başımıza geleceklerin habercisi gibi. Birkaç defa, kaza nedeniyle kilitleniyor yol, Gebze’ye yaklaşırken, dur kalklar çekilmez oluyor. İlk mola yerinde bir karanlık köşeye çekiyorum aracı, kapıları kilitleyerek, ilk defa, uzanıp uyuyorum, hem de 3 saat. Sabaha karşı, trafik hız kesmiş, tekrar yola düşüyor, gün doğarken evimize giriyoruz. Tabii, bir daha, bayramda gezi yapmaya tevbe ederek…

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..