Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Ekim '17

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Batı Karadeniz Küre Ormanları ve Mağaraları

Batı Karadeniz Küre Ormanları ve Mağaraları
 

Kastamonu Azdavay Kadınlar Pazarı


11 EYLÜL 2017 (FETHİYE - ANKARA - KASTAMONU)

Eskiden, gece otobüs yolculuklarında hemen hemen gözümü kırpmaz, sabaha varacağım kente uykusuzluktan enkaz gibi  inerdim.  Sanırım yaşım ilerledikçe, gece yolculuklarının neredeyse tümünde, küçük uyanmalarla da olsa uykuda geçirmeye başladım yolculuğumu.

Fethiye’den gece klakan otobüs, sabah tam 07.00’de Ankara Otobüs Terminli’ne girdi. Her büyük kent terminali gibi kaotik idi burası da, neticede geziyi birlikte yapacağımız arkadaşlardan Durmuş Bey ve Ahmet  Bey  ile buluştuk. Onlar da sabahleyin Kayseri’den geldiler. Ankara’da oturan emekli albay dostumuz Yüksel Bey’de aracı ile gelmiş bizi bekliyordu. Dördümüz, gezimizin beşinci neferi Saim Bey’i  Esenboğa Havaalanından alarak kadroyu tamamladık. Oğlunun mutlu günü için İz

Çantalarımız Tiguan aracın bagajını tamamen kaplıyor. Durmuş ikaz etmemiş olsaydı ve ben bir çanta daha alsaydım, günlerce kucağımda taşımak zorunda kalacaktım anlaşılan.

Çankırı’ya yola çıkıyoruz. Durmuş Bey, Orman Genel Müdürlüğü baş Müfettişlerinden ve emekli olmasının üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen kurumda saygınlığı var, ilgili müdür ve şeflerle önceden görüşerek sıradan vatandaşların değil kalmak, yerlerini bile bulamayacağı misafirhaneler için yer ayırtıyor, bağlı orman teşkilatının büyük ölçüden yardımlarını görüyor.

Geçen yıl, Mersin ve Tarsus Ormanları’nda, bu yıl Temmuz’da Elmalı Çığlıkara ve Sedir Araştırma Ormanları’nda aynı şekilde kalmış ve orman personelinin rehberliğinden yararlanma imkanı bulmuştuk. Bu kez de Kastamonu ve Sinop çevresindeki ormanlarda  konaklayacak ve gezeceğiz.

Saat 10.30’da Ilgaz’dayız.  Bostan Orman Şefliğinin arazi aracı ve şoförü ile şef Seçkin Buyrukçu bizimle beraber geliyor. Bir müddet araçla gittikten sonra, Ilgaz Dağı Büyükhacettepe zirvesine doğru tırmanmaya başlıyoruz. Tabii, bizim ki, araç yolundan ve kolay bir çıkış oluyor, ancak, gezi amacımızda patikalardan tırmanış yok daha doğrusu günlerimiz sayılı. Bu nedenle Ilgaz Dağları’nın en yüksek zirvesi olan Büyük Hacet zirvesine (2587 m.) pratik bir tırmanışla yetiniyoruz. Umarım, ileriki yıllarda, gerçek dağcılar gibi bir zirve yapmak nasip olur.

Biraz nefeslenip, karşımızda yükselen Küçük Hacettepe Zirvesini ( 2546 m. ) seyrettikten sonra inişe geçiyoruz.  Yer yer çiğdemler eşlik ediyor yolumuz üzerinde, etrafımızda uzanan panoramanın eşsiz güzelliği içinde birer nokta halinde görülen 1390 metrelerdeki Aşağı Berçin, 1474 metrede Yukarı Berçin ve 1600 metrede Mülayim Yaylası zar zor seçilebiliyor.

Koca bir kütüğün oyulması ile yapılmış yalağa gürül gürül akan suyu görünce duruyoruz. Yürüyüşün verdiği hasretle dudaklarımı suya yanaştırıyorum, ilk yudumda bademciklerimin donduğunu hissediyorum.      

Yanımızda getirdiğimiz peynir, zeytin, domates, salatalık çabucak yıkanıp, hazırlanıyor ve bir ağacın gölgesinde muhteşem bir yemeğe dönüşüyor.

14.30’da Bostan Orman Şefliği’nin bahçesinde çay içiyor sohbet ediyoruz İşletme personeli ve şefleri ile.  Orman Genel Müdürlüğü’nün genel bütçesi içinde genelde zararda olduğunu, Kastamonu Bölge Müdürlüğü’nün, 21 orman işletme müdürlüğünü bünyesinde barındıran, ülkemizin en büyük Orman Teşkilatı olduğunu, Sinop Orman işletmelerinin de buraya bağlı olduğunu öğreniyorum bu arada.

15.15’de Bostan’dan ayrılıyor Çatören üzerinden 30 kilometre ileride Kastamonu’ya geliyoruz. Ankara’dan gelirken geçtiğimiz Çankırı’ya inat Kastamonu’nun her  yeri yemyeşil ormanlarla çevrili, Karadeniz’in bir nimeti olarak uzanıyor çevremizde. Orman Bölge Müdürlüğünde yerlerimizi ayırtmıştı Durmuş Bey, odalarımıza yerleşiyoruz. 4-5 yıldızlı otel kategorisinde sayılabilecek  misafirhane teşkilat harici misafirlere uyguladığı fiyat hiç de fazla değil. 

Az sonra, Kastamonu sokaklarındayız. Her köşede türbe levhalarını görünce, Said-i Nursi’nin Cumhuriyet sonrası Doğu isyanları nedeniyle Kastamonu’da yedi yıl ikamete mecbur edildiğini hatırlıyorum. Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyet Devrimlerinden olan Şapka Devrimi’ni kente bağlı İnebolu’da 27 Ağustos 1925 yılında ilan ederek yasallaştırması, Hilafetin kaldırılması teklifine Kastomonu ilinin dokuz milletvekilinin de karşı çıkması, Said-i Nursi’nin zorunlu ikameti, ayrıca yıllar boyu kentte yaşamış evliya mertebesine getirilmiş insanlar ve müritleri Kastamonu’yu tam anlamı ile bir çıfıt çarşısına getirmiş yıllarca.

Pek çok camii ve türbeye ev sahipliği yapıyor Kastamonu.  Önemli camiler; Şeyh Şaban-ı Veli CAMİİ VE Külliyesi, Kasaba köyü Mahmut Bey Camii, Tarihi Ağa Camii,  Kırk Direkli Atabeygazi Camii ve Anadolu’da inşa edilen ilk cami kabul edilen Nasrullah Camii ve Külliyesi, Yılanlı Camii ve Camii ve Külliyesi, İsmail Bey Camii, Hepkebirler Camii, Kubbeli (İbn-i Neccar) Mescidi önemli eserlerdendir. 

Bunlardan öncelikle ve özellikle Nasrullah Camii’ni anmak gerekiyor bence; Kastamonu Nasrullah Cami, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kastamonu’da inşa ettiği ilk anıtsal eseri olan Nasrullah Cami, hem heybeti hemde tarihte mühim olaylara şahitlik etmesiyle önemli sembollerden biridir. Nasrullah Camii kent merkezinde yer almaktadır ve o bölgede meydanı, şadırvanı, köprüsü ve daha sonra eklenmiş olan medrese ile bir külliyeyi andırmaktadır..

II. Beyazıt döneminde Nasrullah Kadı tarafından 1506 yılında köprü ve şadırvan ile birlikte yaptırılmıştır ve Kastamonu‘nun en büyük camisidir. 1746 yılında genişletilerek bu çalışmayla 9 kubbeli hale gelmiştir. Cami içindeki hatlar ve süslemeler ise yine Kastamonulu ünlü hattat Ahmet Şevket Efendi tarafından yazılmıştır. Milli Şairimiz M.Akif ERSOY, milli mücadeleyi destekleyen konuşmalarını burada yapmıştır.

Kastamonu’nun en hareketli yeri olan 125. Yıl Atatürk Caddesi boyunca, Karaçomak Deresinin ket vurulmuş sularını izleyerek yürüyoruz.

Nasrullah Camii, 500 yıldan sonra, şehircilik kaygıları ile kolunu kanadını kaybetmiş görünüyor. Aslında daha hassas bir projelendirme ile bu güzellik makaslanmayabilirdi.

Cadde boyunca kentin önemli ürünlerinden Çekme Helva satan dükkanlar görüyorum. Pişmaniyenin küp şeklinde paketlenmiş hali, hayli yoğun şekerli, muhtemelen mısır şerbetinden yapılıyor günümüzde.

Cumhuriyet Meydanına geliyoruz, Şerife Bacı Anıtı kağnılarının boğaları üzerinde çocuklar binmiş oynuyorlar. Güzel bir kompozisyon var anıtta. Milli Mücadele yıllarında Karadeniz’den takalarla getirilen silahlar, İstiklal Yolu üzerinden Kastamonu’ya taşınmış.  Erkekler cepheye koşunca , bu iş kadınlara kalmış, bunlardan birisi Milli Mücadele kahramanı Şerife Bacı, treajik hayatını anmadan geçmek olmaz;  Şerife Gelin 16 yaşında evlendirilir. Düğünden 2 ay sonra savaş çıkar eşi 6 ay sonra Çanakkale’de şehit düşer. 21 yaşına geldiğinde köylü onun yalnız kalmasını doğru bulmaz ve Topal Yusuf ile evlendirir. Ki o Topal Yusuf savaşta sol bacağını ve bir gözünü kaybetmiş kendi ihtiyaçlarını göremeyecek durumdadır. 3 yıl sonra bir kız çocukları olur. Adı “Elif” konur. Şerife Gelin Elif’i emzirdikçe sütü çoğalır. Köyün yetimlerini hep o emzirir.

1921 yılının son günlerinde Şerife Bacı, Elifiyle beraber yola çıkar. İnebolu’dan kağnıya yüklenen cephaneyi Kastamonu’ya götürmek üzere yola düşer. Hava şartları çok çetindir. Kar, soğuk… Kastamonu Kışlası’na yaklaştığında top mermileri ıslanmasın diye kazağını mermilerin üzerine örter, yavrusu "ölmesin" diye de üzerine abanır… Vücut sıcaklığını Elif’ine veren kahraman Şerife Bacı soğuktan donarak şehit olur. 

Anıtın hemen arkasında, Vilayet Konağı heybetli duruşu ile göze çarpıyor. 2. Abdülhamit’in tahta çıkışının 2. Yıldönümünde yani 1 Eylül 1901 tarihinde yapılan konak halâ görkemli ve halâ hizmet veriyor.

Yakup Ağa Camii ve Külliyesi’ne giden yokuşa sapıyoruz. İstanbul’da Süleymaniye Camii’ni hatırlatıyor caminin konumu. Tüm kent çok güzel görünüyor buradan. Avlusunda çay içerken, yorgunbluğumuz üzerimizden akıp gidiyor, dinlediğimiz ney sesi ile.

Kastamonu Kalesi, kentin her yerine hakim. Kastamonu' nun en önemli tarihi miraslarından birisi olan Kale, Kommenler Hanedanı zamanında 12. yüzyıl içersinde Türklerin Bölgeye yaptıkları akınlar neticesinde yapılmıştır. 112 metre yükseklikteki tabi tepenin üzerinde yer alan kale; güneyden kuzeye 155 metre, doğudan batıya 30 - 50 metre genişliğindedir.

Kastamonu da, tüm diğer kentlerimiz gibi, çok uluslu şirketlerin, global devlerin istilasında. Her kent meydanında aşina olduğumuz mağaza panoları burada da yerini almış, tüketicilerin esaretini bekliyorlar.

Akşam yemeğimizi  Karayolları 15. Bölge Müdürlüğü’nün misafirhane restoranında alıyoruz. Mükemmel servis ve neredeyse sandviç fiyatına keyifle karnımızı doyuruyoruz.

Giderek tenhalaşan caddelerinde bir kez daha dolaşıp, Orman Bölge Müdürlüğündeki  odalarımıza çekiliyoruz.

 

12  EYLÜL  2017 (KASTAMONU - PINARBAŞI - ILGAR İNİ, EJDER ÇUKURU, MANTAR MAĞARALARI - VALLA KANYONU)

Grubumuz çakı gibi disiplinli. Sabah erken kalkıyoruz. 06.30’da Daday yolundayız. Hedefimizde, Kastamonu’ya 15 kilometre mesafedeki Kasaba köyünde bulunan Mahmudiye  (Çandaroğlu Mahmut Bey) Camii var.

Sabahın erken saatlerinde köye giriyoruz.  Kimseler yok, camii kapalı. Yoldan geçen birine derdimizi anlatıyoruz.  Kapının anahtarının bulunduğu adama haber göndereceğini söylüyor. Kırağı yemiş bir sabahta, soğuktan ürpererek yarım saat bekliyoruz. Sıradan bir camii görüntüsü var ilk bakışta. Ama, iç zenginliğinin şaşırtacağına adım gibi eminim.

Az sonra yaşlı bir adam gelip, kapıyı açıyor, içeri giriyoruz. Ancak, oldukça karanlık, önümüzü görmekte zorlanıyoruz. Adama, “ ışıkları açarmısın “ diyorum, yangın tehlikesi nedeni ile caminin içinde welektrik tesisatı yokmuş. Gerçi, giderek gözlerimiz alışıyor ve  o müthiş zenginliğin tadına varmaya başlıyoruz.

Rengarenk işlewmeleri ile ahşap bir caminin içindeyiz. Sütunlardan mahfillere, minberden mihraba kadar her şey ahşap, hem de akla zarar işlemeleri ve renkli bezemeleriyle.

Camii, buralar henüz Osmanlı’ların eline geçmeden, Candaroğlu şehzadelerinden Emin Mahmut Bey ( ki Fatih Sultan Mehmet’in dayısı olur ) emri ile yaptırılmış. Duvarlar moloz taş, bir çekiciliği yok yani. Ama; ahşap işleme ve kalem işi süslemeler öylesine çekici ki, Anadolu ahşap işçiliğinin şâheserlerinden sayılıyor Mahmudiye Camii.

Tavan, kapıdan mihraba doğru uzanan bindirme tekniği ile yapılmış. Caminin asıl öpülesi eseri giriş kapısı. Ne var ki; fotoğrafladığımız kapının kopya yani emitasyon olduğunu sağdaki tanıtım panosunu okuyunca anlıyoruz. Orjinali, uzunca bir serüvenden sonra Kastamonu Liva Paşa Konağında dinlenmeye bırakılmış. Zira, bu paha biçilemeyen kapı, 1977 yılında çalınmış, tüm emniyet hatta İnterpol yoğun aramaya girmişler. Yurt dışına çıkarılamadan, Manisa’da İstiklal Okulu bahçesinde terk edilmiş olarak bulunmuş.

700 yıllık bu muhteşem eser, Unesco Dünya Kültürü Koruma Mirasaı geçici listesinde, daimi statüsüne geçmeyi bekliyor.

Vaktimizin sınırlı olması nedeniyle istemeden ayrılıyorum bu güzelliklerden, gözlerimle tekrar tekrar okşayarak.

Daday’a doğru devam ediyoruz. Solda yükselen dağların eteklerinde büyük bir bina gözüme çarpıyor. Durmuş Bey, sanatoryum olduğunu söylüyor.

1746 metre yüksekte Ballıdağ üzerinde 1954 yılında, bir İsviçre Hastanesi örneklenerek inşa edilen  Göğüs Hastalıkları Hastanesi, İstanbul Süreyya Paşa Göğüs Hastanesinin yükünü azaltmak için özenilerek projelendirilmiş. İçinde tiyatro salonundan, çocuk parkına. Muntazam yürüyüş parkurlarına kadar tüm ayrıntılar düşünülmüş.

Ne var ki, ülkemizde ( çok şükür ) göğüs hastalıklarının azalması nedeniyle önemini yitirmiş ve 2009 yılında terk edilmiş.  Zaman zaman, Hacettepe Tıp Fakültesi’ne bağlı olarak yeniden açılacağı gündeme gelince, göç nedeni ile zaten istihdam bulamayan Daday’lılar sevinse de, henüz belirgin bir faaliyet yok görünürlerde.

Daday’a yaklaşırken, gözlerim levhalarda Çiydere köy levhasını arıyor. Neden mi ? Cihan Ünal’ın muhteşem yorumuyla, Aydın Gün’ün bir şiiri takılıyor dilime;

Bir telli kavak büyürdü,

Daday'ın Çiydere köyünde usuldan usuldan.

Yerin karanlığından azad olmus,
Aydınlık sular yürürdü ayaklarının ucundan.
Kendi halindeydi telli kavak.
Geceleri gökyüzüne bakarak,
Samanyolunu düşünürdü yaprak yaprak.
Başka sey de dilemezdi.
En uzak rüzgarlara kaptırmıştı başını;
Ona konmayan kuşa kuş,
Ona değmeyen rüzgara rüzgar da denmezdi.

Gel zaman git zaman,
Kızını everecekti Çiydereli Halil
Cebindeki yetmezdi.
Bir gece sabaha karşı;
Ver yansın ettiler baltayı ayak bileklerine Telli'nin.
Uyanıverdi ilk vuruştan
Aman,dedi telli kavak;kıyman!
Sular bulandı ayaklarının ucundan,
Yapraklar yalvardı hep bir ağızdan;vurman!

Aman zaman dinler miydi Çiydereli Halil
Kızını everecekti,cebindeki yetmezdi.
Yıkılıverdi telli kavak,
Ortasına gecenin boylu boyuncak.
Oldu mu ya,dedi telli kavak
Böğründe duran baltaya;
Yaşayıp gidiyorduk şunun şurasında.
Kim gönderecek şimdi selamını suların,
Samanyoluna yaprak yaprak?
Ne olacak şimdi rüzgar?
Kuşlar nereye konacak?

Ordan oraya atıldı telli kavak
Elden ele satıldı.
Boynuna dört demir takıldı
Çankırı'ya beş mavzer atımı uzak,
Bir tepenin duldasına cakıldı.
Telefon direği oldu telli kavak.
Vınladı durdu telefon telleri boynunda.
Samanyoluna baktı geceleri.
Suları düşündü ayaklarının ucunda,
Yapraklarını düşündü,
Rüzgarı düşündü avcunda,
Gözleri dolu dolu oldu.
Bir türkü tutturdu en sonunda;
'Telefonun tellerine,kuşlar mı konar
Herkes sevdigine cicim,böyle mi yapar?

Orman, orman hep orman içinden ilerliyoruz. Dört yanımız gürgen ve sarıçam ağaçları ile kaplı. Malûm, sarıçam bizim Akdeniz’de bulunmaz, daha çok ülkemizin kuzeyinde yer alırlar. Daday-Araç  arasındaki yaklaşık 36 kilometrelik yol çok güzel, keyif alarak ilerliyoruz.

Saat 08.50’de Pınarbaşı’na giriyoruz. Az dışarıda, Küre Dağları Milli Parklar Ziyaretçi Merkezi’nin alt katındaki misafirhaneye yerleşiyoruz bu kez. Bizi, Orman İşletme Şefi, personel, bir araç ve Milli Park’ın yetkili rehberlerinden Cemal Kaya karşılıyor. Hazırladıkları kahvaltı masasında kendi azıklarımızı da katınca hepimiz için lezzetli bir ziyafet oluşuyor.

Pınarbaşı civarındaki mağara ve kanyon gezilerinde bize rehberlik yapacak olan Kimya Mühendisi Cemal Kaya,  üzerindeki yerel pantalon ve yeleği, bölgeye ve konuya hakim konuşmaları ile dikkatimizi çekiyor. Orman teşkilatı tarafından bize eşlik etmesi istenmiş anlaşılan. Zira, bölge oldukça vahşi ve ıssız, özellikle İlgarini Mağarası ve Kanyollara yürüyüşlerde sık sık problemler olduğunu okumuştum.

Bugün programda Ilgarini Mağarası ve yolu üzerinde Ejder Çukuru ve Mantar Mağarası ve Valla Kanyonu’nu görebileceğimiz platforma gitmek var.

Araçlarla belli bir noktaya gidip, saat 11.05’de Ilgarini yürüyüşüne başlıyoruz. Çok geçmeden bir cangılın içinde buluyoruz kendimizi. Her nadar rota işaretlenmiş olsa da, yer yer şaşırıp ters yollara girmek olası.

Rutubet ve giderek artan sıcakta, ayaklarımıza takılan sarmaşıklarla hemhal olarak, kayadan kayaya sekerek yürüyoruz. 20 dakika sonra Mantar Mağarası girişindeyiz.  Mağara adını yaklaşık 30 metre içeride bulunan dev bir mantarı andıran 4 m. yüksekliğindeki kalker kütlesinden almıştır. Mantar Mağarasının tavan yüksekliği 15-20 metre aralığında değişmektedir. Sümenler Köyüne en yakın hedefimiz burasıydı.

Sırada yakınlardaki Ejder Çukuru var.  150 metre derinliği olduğu söylenen bu mağaraya inmek özel donanım ve bilgi gerektiriyor. Biz mağara ağzında poz vermekle yetindik. Etrafını saran yoğun bitki örtüsünü ve rutubetli sıcağı anı olarak saklayabileceğim.

Ilgarini Mağarasına doğru cangılın içinden yürümeye daha doğrusu tırmanmaya devam ediyoruz. Araçlardan indikten yaklaşık 2.5 saat sonra, 6340 metre yürüyerek devasa bir hangar girişini andıran girişle Ilgarini Mağarası önünde buluyoruz kendimizi.

Ilgarini Mağarası, yazmaya anlatmaya değecek kadar önemli;  Sorkun Yaylası’nın devamında yer alan Ilgarini Mağarası’nın denizden yüksekliği 1250 metredir. Yaklaşık 200 milyon yaşındadır ve 800 metre uzunluğa sahiptir. Mağara içindeki dikit ve sarkıtların 1 milyon yılda oluştuğu anlaşılmıştır.

Girişte, Bizans dönemine ait olduğu sanılan 10 hanelik bir köy kalıntısı, daha derinlerde yığma taşlardan duvarlar örülerek inşa edilen patikadan inilince kilise ve mezarlar bulunan bir salona varılır. Ne yazık ki, kafataslarına varınca herşey yağmalanmış, geriye bir kaç küme insan kemiği kalmıştır.

Mağara içine girildiğinde hemen giriş bölümündeki yapı kalıntılarından bu kısmın iskan yeri olarak kullanıldığı mağaranın girişten itibaren iki kola ayrıldığı görülmekte bir bölünde sarkıt ve dikitler bulunmaktadır. Diğer bölümde ise eğilimi %30 bir yoldan zigzag çizilerek kenarları kuru taş duvarlarla üçgen şeklinde örülmüş istinad duvarları ile çevrili 1 metre genişliğindeki 33 kavisten oluşan yolla yaklaşık 100 metre gidilerek ikinci bir düzlük alana inilmektedir. Bu düzlüğün sonunda istikametleri doğu-batı doğrultusunda uzanan kaya içinde iki katlı olarak oyulmuş ve içerleri sıvanmış, mağara zemininden sonra çatma dam şeklinde ardıç ağaçlarından yapılmış kat ile içindeki ardıç ağacından yapılmış lahitler bulunmaktadır.

Bir rivayete göre de, burada yaşayan Ilgar isimli kavim, vebaya yakalanarak ölenleri mağara içinde gömerler, diğerlerine bulaşmasın diye. Ne gariptir ki, 200 milyon yıllık olduğu tarihlenen taşlar muhtemelen C14 izotop yöntemiyle açıklamada bulunuyorlar. Ancak, insanları veya insanlardan geri kalanları yine insanlardan, haydut ve eşkiyalardan koruyup araştırmak çok daha zor oluyor.

16.30’da geri dönerek Ilgarini yürüyüşünü kazasız belasız bitiriyoruz. Mağara içinde, kafa lambasının ışığında eğimli ve kaygan patikalardan inerken oldukça gerilmiştim. Ama, sonunda yukarı çıktığımda, dağ zirvesi yapmışçasına  keyif aldım bu mağara inişinden.

Rehberimiz Cemal Kaya ile öğretici ve güvenli yürüyüşlerimiz devam ediyor. Yöreyi çok iyi bilen, kültürünü tanıyan birisi ile gezmenin farklılığını yaşıyoruz.

Alıçlar, ahududular, yaban elma ve armutları ve böğürtlenler arasında devam ediyor yürüyüşümüz. Valla Kanyonu’na daha doğrusu, en iyi izleme noktasına inşa edilmiş seyir platformuna gidiyoruz şimdi.

Gözün marifeti gibi algılayamıyor fotoğraf makinelerimiz karşımızdaki devasa kırılmayı ve tabiat hareketlerinin yarattığı vahşi manzarayı. Söylendiğine göre, 340000 yıl önce 17.4 şiddetinde bir deprem kağıt gibi yarmış buradaki dağ silsilelerini ve Karadeniz kıyılarına kadar çok farklı yapılarda kanyonlar oluşturmuş.

Valla Kanyonu; 800 metre derinliğe sahip olan Valla Kanyonu dünyanın en derin ikinci kanyonu olarak kabul ediliyor. Devrekani çayının Küre Dağları'nı binlerce yıllık bir süreç sonucunda parçalayarak oluşturduğu kanyonun uzunluğu yaklaşık 12 km. Karadeniz bölgesinin ve ülkemizin en önemli sıradağlarından birini oluşturan Küre Dağları'nın büyük kısmının kireçtaşı tabakalarından oluştuğu biliniyor. 


Dağ yüzeyinin akarsular tarafından kimyasal bir süreç sonrasında aşındırılmasıyla oluşan Valla kanyonu, Devrekani ve Kanlıçay’ın birleştiği noktadan başlıyor. Cide ilçesine doğru 12 km. ilerleyen Kanyon etkileyici görünümüyle fotoğraf tutkunlarını da cezbediyor. Loç vadisi içerisinde akan Devrekani çayı vadi çıkışında 35 metre yüksekliğinde bulunan Cide barajına da rezerv oluşturmakta.

Valla Kanyonu seyir platformundan çevreye bakıyorum. Gözlerimin algı oranı köreliyor sanki, devasa kütleleri birbiri ile mukayese etmenin anlamı yok. Bu görkem, ancak, insanın acizliği ile oranlanabilir kanımca.

Yoğun bir geçirdik ve hayli yorulduk. Pınarbaşına, kalacağımız Küre Dağları Milli Parkı Ziyaretçi Merkezi’ne dönüyoruz. Hava kararmak üzere, akşam yemeği için iş bölümü yapıyoruz. Bir yandan  bahçedeki ocağı yakıyoruz, bulduğumuz çalı çırpı ile, mutfakta daha yoğun bir faaliyet devam ediyor. Ahmet Köse yine ( Cemal Kaya’nın evinden getirdiği koyun kuyruk yağı ile ) Adana kebabını demlendirme telaşında. Saim Demirkan ve ben ocağın ateşini beslioruz. Durmuş Bey salata hazırlamaya başlamış.

Yörede küçük baş hayvan beslenmiyor. Sadece büyük baş hayvan sürülerine rastlamamız bundan. Öyle ki; Pınarbaşı’nda kasaptan Adana kebabı için kıyma alırken, katkı için koyun kuyruk yağı bulamayınca anladık bunu.

El fenerlerinin ışığında ocakta cızırdayan şişlere sarılı harç, az sonra mükemmel bir ziyafete neden olarak masada yerini alıyor. Binanın penceresinden süzülen ışık altında romantik ve bir o kadar keyifli akşam yemeğimizi alıyoruz. Ardından, akşam Kastamonu’dan aldığımız çekme helva ve demlenmiş çay ile sohbetlerimiz giderek derinleşiyor.

Yöreyi, doğasını, kültür ve sosyolojisini çok iyi bilen Cemal Kaya durmadan anlatıyor biz dikkatle dinliyoruz. Ülke nüfusu 28 milyon iken, Pınarbaşı nüfusu  23 bin imiş, şimdilerde nüfusu 2200 ki, bu da verdiği korkunç göçün ifadesi.

İlerleyen saatlerde ranzalarımıza çekiliyor, yarın devam edecek keşif maratonu için enerji derlemeye yatıyoruz.

 

13 EYLÜL 2017 (PINARBAŞI - AZDAVAY - ILICA ŞELALESİ - HORMA VE ÇATAK KANYONLARI)

 

Saat 06.30’da kalkıp, Azdavay’a pazara çıkıyoruz. Bugün Çarşamba, Azdavay’ın pazarı. Cemal Kaya’nın Azdavay’da kısa bir işi varmış, biz de bu arada Azdavay pazarını dolaşıyoruz. Rengarenk geleneksel kıyafetleri ile bPaflagonya torunu kadınlar küçük tezgahlarının başında yetiştirdikleri sebze meyvayı, yaptıkları yoğurt ve peyniri satmaya çalışıyorlar. Bir binanın zemin katında da yoğun satış var. Kadınlar Pazarı burası.

Bana mı öyle geliyor, yoksa pazarın bir köşesinde elinde renkli destanlarla destancının sesi mİ yankılanıyor bilemesem de aklıma bir türkü düşüyor bu anda.

Azdavay bayır bayır

Yanıyom cayır cayır

Anne beni evlendir

Hem sevaptır hem hayır

 

Pazar yerinin ıssızlaştığı yerde Devrekâni Çayı başlıyor. Ardında yemyeşil sarıçamlar yükseliyor. Sol tarafta çayın üzerine kurulmuş Aşıklar Köprüsünü görüyorum.

Uzun yıllar önce birbirlerini çok seven iki genç, ailelerinin karşı çıkması nedeniyle bir türlü evlenemiyorlarmış. Hiç bir zaman kavuşamayacaklarını düşünen sevgililer Azdavay’ın Devrekâni Çayı üzerinde kurulu olan köprü üzerine gelerek intihar etmek istemişler.

Olayı duyan aileler ise hemen köprüye gelerek gençleri bu kararlarından vazgeçirmeye çalışmışlar. Ailelerinden evlilik onayı alan genç sevgililer, intihar etme girişiminden vazgeçmişler. Bu olaydan sonra köprü Âşıklar Köprüsü adını almış.

Pazardan, gerekli sebze ve meyveleri alıyor, Cemal Kaya arkadaşı olan Eyüp Şen ile tanıştırıyor bu kez. Onun işi bitene kadar yeni gönüllü rehberimiz bizi Medil Mağarası ve Çatak Kanyonu’na götürecek.

Azdavay’dan yaklaşık 5 km. kadar gidiyoruz aracımızla ve Çatak Kanyon araç park yerine geliyoruz. Geniş bir alanda bırakıyor aracımızı ve demir profiller üzerine monte edilmiş ahşap lambriler üzerinde yürümeye başlıyoruz. Levhalara göre 1400 metre yolumuz var.  Girişte gördüğümüz lkevhayı okuyunca seviniyoruz.

Zira, bulunduğumuz yerden Çatak Kanyonunda yapılan camdan seyir terasına kadar olan 1400 metrelik yol için yapılan parkur da engelliler de düşünülmüş. Ancak, yürümeye başladığım anda,  şaşırıyorum, zemin aralıklı lamalarla yapılmış, tekerlekli sandalyesi ile burada ilerlemek isteyen bir engelli sarsıntıdan perişan olacak.

 Ayrıca, yer yer zeminden 10 metreye kadar yükselen bu parkurun kenarlarında düşmeyi engelleyecek herhangi bir bariyer yapılmamış. İncecik kesit ve incecik et kalınlığına sahip profiller üzerine kurulan platformun, yağmur, kar ve rutubete karşı izole edilmeyen bu profilleri çok uzun süre taşıyamayacağını anlamak için statik hesapları yapmaya gerek yok. Üzülerek yürüyorum, 1400 metreyi, bir yandan da rehberimiz Eyüp Şen’le birlikte, çevre sevgisinden, temizlikten nasipsizlerin attığı çöpleri topluyoruz.

İkinci şoku, Devrekâni Deresinin 600 metre üzerinde yer alan ve henüz yapımı tamamlanmamış cam platformu görünce yaşıyorum. Yine, güven vermeyen bir demir kontrüksiyon üzerine monte edilmiş ve Çatak Kanyonunu tüm güzellik daha doğrusu vahşiliği ile göstermek için düşünülmüş kırılmaz cam zeminin çoğu çatlamış, ne zaman dağılır ve 600 metre yukarıdan nasıl bir tehlike arz eder düşünmek bile istemiyorum.

Aşağılarda Devrekâni Deresi’nin yüzyıllar boyunca oyup, aşındırıp ortaya çıkardığı Çatak Kanyonu tüm ürkütücülüğü ile 6 km. boyunca uzanıp gidiyor. Doyulmaz panoramayı fotoğraflamak için makineler aciz kalıyor.

Sonradan öğreniyorum ki, Kastamonu Valisi, buranın ihalesini bir yakınına vermiş. Azdavay Kaymakamı da, hem bu usulsüzlüğü hem de yapılan gayrı ciddi bu inşaatı ihbar etmiş. Yine anlatılanlar doğru ise, inşaat durdurulmuş, Vali ve Kaymakam görevlerinden alınmışlar.

Oysa, ben, inşaatı ve malzemeleri dağınık görünce, bugüne mahsus çalışma yok şeklinde düşünmüştüm. Zira, el aletleri, makineler, bir saat saonra gelip çalışılacakmış gibi ortalıkta bırakılmış.

Dönüş yolunda Medil Mağarası levhasına devam edip, az ileride park ederek yine bir cangılın içinden rampa tırmanarak ilerliyoruz.

Medil, gelişmiş bir fosil mağarasıdır. Mağaraya 500 m kala araba ile ulaşılır devamında ise yürüş yolu ile gidilmektedir. Toplam uzunluğu 100 m olan mağaranın içinde Roma ve Bizans dönemine ait ibadet yeri ve su sarnıcı bulunmaktadır. Yüzeye yakın geliştiği için yer yer bitli kökleri vardır. Medil Mağarası'nda sarkıt, dikik, sütun, duvar akmataşı ve yer akmataşı ile süslenmiştir. İçeride su sarnıcının harab olmuş hali bile heyecan veriyor. Toprak zemindeki bitki kökleri, mağaranın tavanından sarkarak rutubetli ortamda ışık altında güzel görüntüler veriyor.

Azdavay’a dönüyoruz. Aşıklar Köprüsü’nün karşısındaki Samanlık Kafe, kentin gözbebeği anlaşılan. Cemal Kaya ile buraya geliyor ve öğle yemeğimizi alıyoruz.

Pınarbaşı yolunda Suğla Yaylasında mola veriyoruz. Burada enduro yarışları düzenleniyor.  İyi niyetle yapılan tesisler şimdiden vandalların ve zamanın tehdidi altına girmiş.

Azdavay’dan Pınarbaşı’na dönüyoruz. Yedi yıl önce eşimle kaldığımız Paşa Konağı Dinlenme Tesisleri’nin bugününü merak ediyorum. Derbederleşmiş, özgün hali gereksiz aksesuarlarla bozulmuş, sel baskını ile bahçe duvarları tarûmar olmuş. yedi yıl önce, fotoğraf çektirdiğim köşede aynı fotoğrafı  çektiriyorum, yıpranmışlığımı görünteleyebileyim diye. Aklıma bir Tahiti atasözü geliyor; Mercan kat kat giyinir, palmiye yaprak yaprak büyür, oysa insanoğlu göçer gider.

Bu arada, Kastamonu’nun gözbebeği sayılan Pınarbaşı hakkında birkaç söz etmenin yararı var; Pınarbaşı Azdavay’a bağlı bir köy durumunda iken, 04.07.1987 tarih ve 19507 Sayılı Resmi Gazete de yayımlanan 3392 Sayılı Kanunla İlçe haline gelmiş olup, 26.08.1988 tarihinde faaliyete geçmiştir. Pınarbaşı ve çevresinde sırayla Gasgaslar, Kimmerler, Lidyalılar, İranlılar, Helenler, Pontuslar, Romalılar, Bizanslılar ve Çobarlar hakim olmuş, 1460 yılından itibaren Osmanlı İmparatorluğuna katılmıştır.

Değişik yazılı kaynaklardan alınan bilgilere göre şimdiki adı Çamkışla, önceki adı Erkemle olan köy Roma ve Bizanslılar döneminde kalabalık bir yerleşim yeri olduğu aynı zamanda Çalkaya Köyünde Roma ve Bizanslılar döneminde önemli yerleşim merkezi olduğu belirtilmektedir.

Tarihi kalıntılar bakımından zengin sayılan Pınarbaşı ilçesinde Sümenler Köyü sınırlarında bulunan Ilgarini Mağarası, yine aynı köyün Kayadibi mahallesinde Hacet Kayası, Çalkaya köyünün batısında bulunan Kurtgirmez tepesinde büyük bir mağara, aynı köyün güneyinde Kedikayası, Ilıca köyünde Bizanslılardan kalma hamam, Çamkışla köyü Benle mahallesindeki Kızkayası bunlara örnektir.

Pınarbaşı'nın tarihini komşu ilçe Azdavay ile beraber incelemek daha uygundur. Zira Azdavay Osmanlılar devrinde Daday’a bağlı birer kadılık olarak görülmektedir. Pınarbaşı'nın tarihçesini incelerken Paflagonya dan başlamak gerekir. Arkeolojik kazılardan anlaşıldığına göre Paflagonyalılar ve Bizanslıların daha ziyade su ve ırmak kenarlarında yerleşim merkezlerini kurduğunu görüyoruz.

Pınarbaşı bölgesinde Ilıca, Demitaş, Tekkeşin, Domla ve Erkemle(Çamkışla) köyleri de Romalılar ve Bizanslılar devrinde en kalabalık yerleşim yerleridir. Ayrıca Yamanlar Köyü sınırları dâhilinde ki Sorkun Yaylasında kaya mabetleri ve mezarları da burada büyük bir yerleşim merkezlerinin kurulduğunu kanıtlamaktadıCumhuriyetten önce Daday’a bağlı bir köy durumunda olan Azdavay Çobarlar ve Candaroğulları zamanında Kastamonu Sancağına bağlı 36 Kadılıktan biri olarak idare edilmiştir. Nihayet 1460 yılında Fatih Sultan Mehmet Kastamonu’yu Osmanlı sınırlarına katarak Azdavay’ı da Osmanlı sınırlarına dâhil etmiştir. Pınarbaşı ve çevresinde Osmanlı Devletine ait herhangi bir kalıntıya rastlamak mümkün değildir. Ancak bu yöredeki tarihi mabetler, kaya mezarları ve inler, kilise ve kale harabelerinin Romalılar ve Bizanslılar dönemleri ile Paflagonyalılara ait olduğu anlaşılmaktadır. Pınarbaşı 1946 yılına kadar Daday’ın bir köyü iken 1946 da Azdavay’ın ilçe olması ile birlikte buranın köyü durumuna geçmiş ve yavaş yavaş canlılık devresi yaşamaya başlamıştır. Pınarbaşı’nın derinliklerinde sakladığı bol miktarda taşkömürü ile tarihin gelecekte 2. Karaelmas bölgesi olabileceğine kesin bir gözle bakılmalıdır.

Paşakonağı bahçesinin kıyısında kalan ve beldeye adını veren  su kaynağının yanındayız az sonra, cünup iken suya giren dul kadın efsanesini dinliyoruz, Anadolu halkının muhayyelesinin ne denli geniş olduğuna şaşarak.

Sırada Ilıca Şelalesi var. Cemal Kaya, önce şelalenin üzerindeki doğal havuza ( halk çukur kayalar diyor ) götürüyor bizi.  Ben, soğuk suya girmeye cesaret edemiyorum, giren arkadaşları fotoğraflıyorum, çıktığım bir kayanın üzerinden. Soğuktan ciltlerinin kızardığını hissediyorum, şok yemiş gibi oluyor arkadaşlar ve kısa sürede çıkıyorlar buz gibi sudan.

Ilıca şelalesinin suyu 15 metre yükseklikten dökülmektedir ve 10 metre yükseklikten dökülen bu su doğal bir havuz meydana getirmiştir. Ilıca şelalesinin en önemli özelliği ie oluşan doğal havuzun etrafında bir çok bitki ve ağaç türlerinin olmasıdır. Ayrıca şelalenin üst kısmında oluşumu yıllar süren çukur kayalar bulunmaktadır.

Sonra, şelalenin döküldüğü havuzun başına gidiyoruz, küçük gölette güneşin ışık oyunlarını izliyor, fotoğraf çekmeye devam ediyorum.

Küre Dağları Milli Parkı’nın bir başka ilginç ve doğa harikası yerine Horma Kanyonu’na gidiyoruz şimdi.  Horma Kanyonu ve civarında  pekçok yeraltı kenti bulunduğunu söylüyor Cemal Kaya. Ama. Bu konuda bilinen derli toplu bir çalışma yok.

 Tüm çalışmalar, bunca güzelliği, insanların ziyaretine açmak, bir anlamda insanların yıkıcı, yakıcı tahribatına sokmak için yapılan ihaleler. Çatak Kanyonundaki rezillikten sonra, Horma Kanyonununda daha büyük hacimli, daha kepaze bir çalışma ile karşılaşıyorum.

Yaklaşık 4 kilometre uzunluğundaki kanyonun içlerine kadar yapılan yürüyüş platformu inşaatı halen sürüyor. Öyle ki, akşam üzeri geldiğimizde, işçilerin sağa sola bırakıp paydon ettikleri matkaplar, kaynak makineleri gibi aletlerin üzerine basıyoruz.  Yaratacağı hayati tehlike, Çatak Kanyonundaki platform gibi gözle görünür. Bu profillerin, kışın Zarı çayının artan debisine dayanabileceği  şüpheli. Artık, kanyonun derinlerinde de çöpler göreceğiz demektir. Doğaya saygı ve sevgi taşıyan insanlar zarar vermeden aktiviteleri ile bu özlemlerini giderirken, ellerinde bira şişeleri ile doğal güzellikleri ziyaret etmeye çalışanlara bu imkanlar neden verilir anlayamıyorum.

Yıllar önce, gazelerde okuduğum bir haber sevindirmişti  beni; kanyon içinde taş ve kayaların düşmesi ile yıkılan yürüyüş platformu hizmet veremediğinden kanyonun geçici olarak kapatıldığını yazıyordu. Anlaşılan, bu doğal taş ve kaya düşmeleri kalıcı olarak önlenmiş olmalı ki, eskisinden çok daha uzun bir yürüyüş platformu inşa ediliyor.

Böylesi bir cenneti, içim burkularak, yarınlarını düşünerek dolaşıyorum. Ülkenin doğal zenginliği, inadına vandalların tahribatına açılıyor sanki.

Akşamın alacakaranlığında tekrar Pınarbaşı’na dönüyoruz. Artık, odunların yerini öğrendiğimizden ocağı yakıp kontrol etmek daha kolay oluyor. Bu akşam, Adana kebabın yanında Cemal Kaya’nın bölgeye ait anıları, şiirleri de yer alıyor.

 

14 EYLÜL 2017 (PINARBAŞI - ŞENPAZAR - TAŞKÖPRÜ - ÇANGAL ORMANLARI EĞİTİM TESİSLERİ)

Sabah saat 05.00, mutfaktan tencere tabak sesleri geliyor. Ahmet Köse arkadaşımız kahvaltı hazırlıklarına başlamış bile. Yine, misafirhanenin önündei büyük masamızda harika bir kahvaltı yaptıktan sonra 07.00’de yola koyuluyoruz.

Ilıca’dan geçerek Şenpazar yoluna koyuluyoruz. Yemyeşil Küre  Ormanları ve arasına serpiştirilmiş tek tük evler ile bir doğa ziyafetinin tam ortasındayız. Bir ara orman içinde yolumuzu kaybediyoruz. Hiç akla gelmeyecek yerde gördüğümüz manda çiftliği görevlisi  Şenpazar’a götürecek orman yolunu tarif ediyor.

Kayın ormanları içindeyiz, orman gülleri ( komarlar ) tüm canlılığı ile yola kadar taşmışlar. Sık sık durup, yabani armut topluyoruz yol kenarındaki ağaçlardan. Sonunda Loç Vadisi yakınlarında Şenpazar asfaltına çıkıyoruz. Yol boyu çalışmalar var, iş makineleri sık sık trafiği kapatıyor.

Şenpazar Orman İşletme Şefliğindeyiz. İşletme şefi ile pergole altında çay içerek sohbet ediyoruz. Her kamu görevlisinin dilinin altında anlatmak isteyip, dökülemediği sorunları olmalı. Teşkilatlardaki personel nedense hep “ ahh, o eski günler “ diyerek hayıflanıyor. Ormanda bir yaralı karaca yakalayıp, ağaç altında bir yuva yapmışlar. Meraklı Şenpazar çocukları hayvanın yanından ayrılmıyorlar.

Bu arada, “ Şenpazar Yürüyüş Rotaları “ isimli bir kitap dikkatimi çekiyor. Şefe soruyorum, elimde bir tana var, bunları Şanpazar Kaymakamlığı bastırdı, Halkla İlişkiler bürosunda varsa alırız “ deyince birlikte az aşağıdaki Kaymakamlık binasına gidiyoruz.  Sekreter hanım bize bol miktarda bu kitaplardan veriyor. Bu coğrafyanın flora, fauna, orman zenginliği ve en önemlisi yürüyüş parkurlarını detaylı ve fotoğraflarla anlatması nedeniyle peşine düştüğümüz bu kitaptan, umarım önümüzdeki yıllarda buralarda gerçeştirececweğimiz doğa yürüyüşlerinde kullanmak kısmet olur.

Ağlı ve Seydiler üzerinden Kastamonu’ya devam ediyoruz. Öğle saatlerinde varıyor, Karayolları yemekhanesinde bir kamu kurumundan beklenmeyecek nefis yemeklerini ( iskender kebap ) yiyerek, Taşköprü’ye doğru tekrar yollara revan oluyoruz. Kente yaklaştıkça, her aracın her römorkun üzerinde sarmısak yığınları gördüğümüzden midir bilemem, sanki atmosferi sarmısak kokusu sarıyor. Yermek için söylemiyorum, sarmısağı çok severim ve güne sarmısakla başlarım.

Bugün orman yollarında çok zaman kaybettiğimiz için, Taşköprü’nün neredeyse burnunun dibindeki Pompeipolis Antik Kentini gezemiyoruz.  Romalıların M.Ö 64 yılında Paflagonya Eyalet Merkezi  olarak kurulan kentte son yıllarda yapılan kazılarda, hayrete düşürecek kral mezarları, mozaikler gün ışığına çıkarılmış. Buylunan eserler ise Kastamonu Arkeoloji Müzesinde sergileniyor.

Caddelerdeki her dükkanda, ana konusu ne olursa olsun, mutlaka sarmısak satılıyor. Erzak eksiklerimizi tamamlayıp, iki gece konaklayacağımız  Ayancık Ormanlarından Çangal Ormanları eğitim merkezine yola çıkıyoruz.

Günün serinlediği saatlerde Çangal Eğitim Tesislerindeyiz. Çok güzel, bakımlı bir tesis, herkes ayrı odalara yerleşiyor.  Az sonra  Ayancık Orman İşletme Müdürü Onur Kalaycı geliyor, çay eşliğinde sohbetimiz sürerken, yörenin geçmişi ve özelliği hakkında bilgi derliyoruz.

Dinledikçe, bir trajedinin içinde buluyorum kendimi. Onur Bey, Ayancık Çangal ve Zindan Ormanlarının 1928’den bu yana başına gelenleri anlatıyor.

Kurulduğu yıllarda Avrupa'nın en büyük kereste fabrikalarından biri, yurdumuzun en büyük ve modern fabrikası olan Ayancık kereste fabrikasının kuruluşu;

İşletmenin orman topluluğunu oluşturan Zindan ve Çangal ormanları 10 Şubat 1926 tarihli bir sözleşme ile Tarım Bakanılığı'nca 50 yıl süreyle “Türkiye Kibrit Tekeli Türk Anonim Şirketi'ne verilmiş. Bu sözleşme, 2 Temmuz 1928'de bu şirket tarafından “Zindan ve Çangal Ormanları Türk Anonim Şirketi'ne devredilmiş. Kısa adı ZİNGAL A.Ş. olan bu şirket adını, Zindan ve Çangal ormanlarından almış.

Ayancık kereste fabrikası 1928 yılında Belçikalı işadamı Bay Filipar tarafından kurulmuştur. Bu şirket 18 yıl süreyle ormanları ve fabrikayı işletmiş.

Zingal şirketi 10 Haziran 1926 tarihli ana sözleşmenin bazı koşullarına uymadığı ve özellikle ticari zihniyetle ormanı gelişigüzel kullanıp, günde üç vardiya çalışarak, normal istihsalin 3-4 katı bir kapasite ile çalıştırıldığından, kesilen ormanlarımıza karşın gerekli ağaçlandırma çalışmaları ihmal edilerek, ormanlarımız süratle bozulmuş, orman değerlerimiz azalmaya başlamış. Bunun üzerine İsmet İnönü, ünlü Gülcemal gemisi ile Karadeniz  sahillerine gelip, Zingal Şirketi hakkında incelemeler yapmış, sonrasında Bakanlar Kurulu'nun 14 Mart 1945 tarih ve 586 no.lu kararı gereğince sözleşme feshedilerek, ormanlarımızın ve fabrikanın işletmesine el konulmuş. 25 Mart 1945 gün ve 635 sayılı koordinasyon kararı ile fabrikanın “ZİNGAL” şirketinden satın alınması kesinleşmiş. Zingal şirketi el koyma ve satın alma kararına karşı Danıştay'da dava açmış ve sonuç olarak, hükümetimiz Zingal şirketi ile anlaşarak 27 Ekim 1954 günü anlaşma ile 3.618.587,25 lira karşılığında fabrika tesisleri satın alınmış.

Bu tarihten itibaren sözleşme ile şirkete bağlı ormanlar, Sinop Revir Amirliği'ne bağlı Ayancık Bölge Şefliği'ne geçmiş ve hemen sonra Ayancık İşletme Müdürlüğü kurulmuş.

Fabrika tesisleri geç satın alınmışsa da bütün ormanlara el konulduğundan 27 Nisan 1945 tarihinde Ayancık Devlet İşletmesi resmen faaliyete geçmiş.

Velhasıl, yabancı ( Belçika ) sermayenin insafsız yağmasına dur diyen devlet, ne yazık ki, sonrasında kereste işletmelerini ayakta tutamamış, en son 1996’da özelleştirilmiş ve sadece iki yıl çalışır göründükten sonra, ambalajı dahi açılmamış kereste işleme makinaları hurda fiyatına açıkgözlere satılmış.

Yabancı sermaye’nin Ayancık Çay ağzından Zindan ve Çangal Ormanlarının derinlerine kadar kurduğu taşıma hatlarının, dekovillerin ve pilonların büyük kısmı hâlâ ayakta duruyor ve bir yağmanın bir de basiretsizliğin anıtı olarak uzun yıllar duracağa benzer.

2010 yılında da, bu coğrafyada pilonlar görmüştüm. İnebolu civarında pirit madeni taşımak için yapılmışlardı ve acınası bir şekilde terk edilmişler ve kabinler havada sallanıyordu. Nedeni, nakliyenin bu şekilde  sağlanması nedeniyle kamyoncuların direnişi ve kamu’nun da bu direnişe teslim olmasıydı. Merkezi bir planlamadan yoksun icraatlar balon gibi bir tarafından patlıyor bu şekilde.

Ne var ki, yabancıların, jeneratörlerle ürettikleri elktriği orman köylerinin çoğuna ulaştırmaları, köylülere sinema alanları yapmaları nedeniyle hâlâ bu uğursuzlar halkın nezdinde saygı ve sevgi ile anılabiliyor.

Kaldığımız yerin 200 metre altında Zingal A.Ş döneminden kalan jeneratör, muhtelif aletler ve fotoğraflar bulunan küçük bir müze var. Onur Bey, oraya götürüyor bizi ve geçmiş dönemin  tanıkları ile tanıştırıyor.

Sonra, yol boyunca tomruk taşıyan iş makineleri ve işçilerle selamlaşarak Yemişli köyüne doğru yürüyoruz.  Etrafımız yabani elma ve armut ağaçları dolu. Zaman çabuk geçiyor ve Yemişli’ye karanlıkta varacağımızı anlayıp geri dönüyoruz, akşamın ve ormanın huzuru içerisinde unutulmaz anlar yaşayarak.

Bu arada ormancı tabirlerini de öğreniyorum; örneğin bir ster, yaklaşık 1.1 m3 hacminde odun yığınını  nitelendirmek için kullanılyor ve çam ağacı için 350 kg. Karşılığı oluyor. Ağacın kuruma faktörü dikkate alınarak toleranslı olarak 1.1 m3 veriliyor ki aslında 1 m3 denebiliyor.

Gezilerimizde, mutfakların gönüllü sevdalısı Ahmet Köse yine mutfakta, bu akşam menüde pastırmalı bulgur pilavı ve fıstıklı irmik helvası var. Herkes bir şeylerle uğraşıyor. Bana, masa tanzimi, tabak, çatal kaşık yerleştirme kalıyor. Keyifli yemeği için Ahmet Bey’e tekrar tekrar teşekkür ediyoruz.

Sonra, salondaki şömineyi yakıp tavla partisine başlanıyor, demlediğimiz çaylar eşliğinde.

 

15 EYLÜL 2017 (ÇANGAL ORMANLARI EĞİTİM TESİSLERİ - ERFELEK TATLICA ŞELALELERİ - AYANCIK - AKGÖL - İNALTI MAĞARASI)

Derin bir uyku ile geçirdiğim odamda, gün doğarken uyanıyorum. Açık bıraktığım pencereden hayranlık uyandıran bir panorama karşılıyor. Kelimenin tam anlamı ile ormanın tam ortasındayım. Derken, uzaklardan muhteşem bir ezan sesi geliyor. Ah diyorum, benim evimde beni her sabah uyandıran ezan da böylesi anlamlı ve hakkı verilerek okunsa, geğirir gibi okuyan o çirkin müezzinler halka bir parça saygı duysa.

Bir orman bu kadar sessiz olabilir mi, barındırdığı onca hayvan popülasyonuna rağmen. Anlaşılan, tüm gece süren faaliyetleri kesip uykuya çekildi Çangal Ormanının müdavimleri. Sadece hafif bir rüzgar titrek kavakların yapraklarını hışırdatıyor, bir de üzeri bastığım güz eseri yaprak kurularının çıtırtısı var etrafımda. Çiğdemler gecenin serinliğinden kurtulup yapraklarını açmaya çalışıyorlar.

 Aşağılarda terkedilmiş bir köy, cemaatsiz kalmış bir camii, bin bir emekle yapılıp, ekmeğin uzaklarda aranması yüzünden metruk binalar arasında dolaşıyorum bir süre. Yaradana ve Yaradılışın bunca mucizesine bir kez daha şükrediyorum.

Yine harika bir kahvaltı sonrası, 07.15’de yola revan oluyoruz,  Erfelek Şelalelerine  gitmek üzere. Kestirmeden gidelim derken, yine sıkıntılı yollara giriyoruz, ama, orman yolları öylesine güzel ki, ayrı bir keyif alıyoruz bu kaybolmalardan.

Sonunda Erfelek  Tatlıca Şelaleleri’nin bulunduğu geniş parka geliyoruz. Bakımlı temiz  tesisin otoparkına aracımızı bırakıp, yetkiliyi arıyoruz. Orman Müdürlüğünden geleceğimizi bildirmiş olmalılar, yanımıza bir rehber verip, silsileler halinde dizilmiş 28 adet şelalenin Gürleyük Deresinin suları ile hemhâl olduğu tepelere tırmanmaya başlıyoruz. Bazı yerler oldukça zorlu, Allahtan, ipler bağlamışlar, bunlara tutunarak kaygan zeminde aşağılara yuvarlanmadan çıkabiliyoruz.

Çıkış zorlu, dönüşte oluşturulmuş yürüyüş platformu ile dönüş çok rahat. Çıkışın sonu yok, vaktimizi değerlendirmek adına 19. Şelaleye kadar çıkıp, iniyoruz yine iplere tutunarak ve sonunda yürüyüş platformuna gelip, girişe çay bahçesinin önüne geliyoruz.

Çay içip dinleniyoruz ve 11.30’da Ayancık’a doğru yola çıkıyoruz. Yol üzerindeki Erfelek Baraj Gölü’nün kıyısında akşamdan kalan irmik helvalarımızı yiyerek, devam edecek yoğun güne enerji alıyoruz.

Yine kayın ve gürgen ormanları arasında devam ediyor yolumuz. Abdurrahman Paşa köyü ve diğer köylerin sakin ve doğal güzelliğini ilgiyle izliyorum. Sonra, Ayancık’a uzanan asfalta çıkıyor ve Karadeniz önümüzde kente giriyoruz.

  Denize girmek için en uygun yerin daha önce Zingal A.Ş ‘nin talanında bahsettiğim Ayancık Orman Ürünleri şirketi’nin harabeye dönmüş tesislerinin bulunduğu geniş arazinin yanıbaşındaki Denizciler mahallesi olduğunu öğrenince Karadeniz’in suları ile hemhâl olmak için sapıyoruz.

Karadeniz, bugün uslu günlerinden biri olmalı. Az ileride Ayancıklı hanımlar mayo ve bikinileri ile güneşlenip sohbet ediyorlar.

Akdeniz’i özlemle arıyoruz tabii, tertemiz ve ılık sularını. Avrupa ülkelerinin sanayi tesislerinin (gösterilen onca özene rağmen) üçte biri Karadeniz’e ulaşıyor. Fosfor ve azot içeren atıklar, deniz faunasını olumsuz etkileyerek canlıların besin zincirilde olumsuzluklar yaratıyor. Her yıl Karadeniz’e gönderilen 60 ton fosfor, 4500 ton krom, 6000 ton çinko, 340000 ton azot, 50000 ton petrol atığı Karadeniz’i her geçen gün biraz daha öldürüyor.

Sırada İnaltı Mağarasına gitmek var. Ayancık’tan Kastamonu yönüne ilerliyoruz.  31. Kilometreeden içeri sapıp 5 kilometre sonra ummadığımız bir güzellikle karşılaşıyoruz. Akgöl, tüm ıssızlığı ve cazibesi ile şaşırtıyor beni.

Yemyeşil köknar ağaçları arasına gizlenmiş küçük bir göl var burada. Bakanlar Kurulu Kararı ile 1991 yılındaAkgöl  Yaylası adı ile turizm alanı ilan edilmiş, ancak yollarının bozuk oluşu ve yeterli tanıtım yapılamaması nedeniyle gerekli ilgiyi görememiş. 1200 metre rakımda bulunan 3 dönüm genişliğindeki  göl, Doluseki çayının suları ile besleniyor.

Bu güzelliği dönüşte bir kez daha seyredebilmek arzusuyla aracımızı bir kenara park ederek İnaltı Mağarasına doğru yürümeye başlıyoruz. Harika bir yürüyüş parkuru, yürüdükçe daha güzelleşiyor ortalık. Akgöl’den İnaltı Mağarasına olan mesafe 4 kilometre yazıyor. Uzunca yürüyüşten sonra  karşımıza , Ayancık Kaymakamlığının tanıtım levhası çıkıyor. Üzerinde Akgöl 5 km, İnaltı Mağarası 5 km. yazıyor. Bunca tanıtım kampanyalarına, bunca gayrete rağmen, ne hikmetse bu ülkede mesafeleri belirten levhalardaki ciddiyetsizlik her zaman karşımıza çıkıyor.

Toplam 10 km. yolumuz olacak dönüşte ve muhtemelen karanlığa kalacağız. İki arkadaş Akgöl istikametinde geri dönüp aracı almaya gidiyor. Ben, Durmuş Bey ile İnaltı Mağarasına devam ediyorum. 5 kilometre daha yürüyerekı Mağara girişine geliyoruz. Terden sırılsıklam olmuşum, tişortumu çıkarıyorum, gerçekten ter akıyor yere.

Görünürde görevli falan yok, giriş bedeli alınan ( 2 TL ) kulübe kapalı. Az sonra diğer arkadaşlarımız da geliyor araçla. Kimsesiz mağaraya serbestçe giriyoruz. Genişliği 5-6 metre, yüksekliği yer yer 15 metreyi bulan mağaraya çift yönlü yürüyüş platformu yapılmış. İnaltı Mağarası, aslında genç bir mağara, sadece 75 milyon yaşında. Ayancık Orman İşletme Müdürü Onur Kalaycı’nın “ o daha bebek, asıl güzelliğini 10 milyon yıl sonra göstermeye başlayacak “ dediğini hatırlıyorum, ağır ağır oluşan sarkıt ve dikit yavrularına bakarken.

İçerideki yoğun nem, platformun ahşap tamanını aşırı kaygan hale getirmiş, dikkatle yürüyerek  aydınlatılan 300 metrelik kısmına doğru ilerliyoruz.

75 milyon yıldan günümüze ulaşmış  İnaltı Mağarasında bir görevli yok bu saatlerde. Vandallar, elin ulaşabildiği yerlerdeki sarkıt ve dikitleri koparıp almışlar. Çıkışta bilet kulübesinin önünde bir levha dikkatimi çekiyor; “ Milli servettir, çıkarken elektriği söndürün. “

Neyse, elektrikten biraz anladığımdan olacak, bir dağıtım tablosu arıyor gözlerim, kulübenin arkasında görüyorum. Bir sürü şalterin içinde ana şalter olduğunu tahmin ettiğim kolu indiriyorum, mağaranın ışıkları sönüyor. Elektrik denen millî serveti kurtarmış oluyorum. Ancak, 75 milyon yıldır oluşmaya çalışan bir dünya harikası mağara, kötü niyetli herkese, her müdahaleye açık, korunaksız kendi kaderine terk edilmiş ısısızlığı ile baş başa kalıyor biz ayrılırken.

18.20’de ayrılıyor ve araçla çabucak yine Akgöl önüne geliyoruz. Alacakaranlığında bu saatlerin Akgöl daha da davetkâr olmuş. Bolca fotoğraf çekiyorum. Anlaşılan, bu coğrafyaya doyurucu ve zamanı bol bir gezi yapmam gerekecek.

Ve, dolu geçen bir günün ardından Çangal Ormanlarının böğrüne dönüyoruz. İmece ile yemek hazırlanıyor, çay ve irmik helvası eşliğinde salonda tavla partisi başlıyor yine.

 

16 EYLÜL 2017 (ÇANGAL ORMANLARI – KASTAMONU – ÇANKIRI – ANKARA)

Yine keyifli bir kahvaltı sonrası, eşyaları yükleyip araça binerken, bir lastiğin inik olduğunu görüyoruz.  Lastiği onaracak, en azından yürüyecek kadar hava basacak ekipman olmadığı için telâşla Ayancık Orman İşletmesini arıyor Durmuş Bey. Epey sonra, akülü pompa ile bir ekip geliyor, lastiği şişirip yollara düşüyoruz tekrar.

Kastamonu’dan sonra yeşildokuyu yitiriyoruz ağır ağır. Çankırıdan kaya tuzu alıyor, nefesleniyoruz. Ankara’nın akşam üstü trafik kaosonun içine giriyoruz. AŞTİ’YE bırakıyor arkadaşlar, Fethiye’ye götürecek otobüsün hareketine saatler var ama; hiç niyetim yok kentin kaosuna girmeye.

Hareket saatine kadar bir şeyşer okuyorum, kısa ama dolu dolu geçen bir geziden geride kalan fotoğraflarıma bakıyorum.

1400 km (civar geziler) + 700+700 (1400 km.) Fethiye- ankara gidiş/ dönüş olmak üzere yaklaşık 3000 km. araç ile, tahmini 50-60 kilometre yürüyerek yaptığımız bu gezim acı da, umutlu da pek çok değerleri gözden geçirmeme neden oldu.

 

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..