Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Mart '13

 
Kategori
Dünya
 

Batı'nın Türkiye oyunu

Batı'nın Türkiye oyunu
 

(Bu benzetme sanal ortamdan alıntıdır)


Doğulu değer yargılarına göre ‘çok kötü günler’ yaşıyoruz. Terör saldırılarının sürdürülmesi ya da durdurulması anlamında 'savaş' mı istersiniz yoksa 'barış' mı istersiniz gibi iki uç arasında sıkışıp kaldık yine. Sürünelim, ölen ölür kalan sağlar bizimdir, ticaret iyi gidiyor, kuyruk siyaseti güzeldir, ne şiş yansın ne de kebap, diyenlerin sayısı da az olmasa gerek. Bu süreçte terörü doğuran nedenler ile terör örgütüne katılımları tetikleyen toplumsal ve iktisadi şartların da göz ardı edildiğini bilmiyor muyuz? Son aylarda yoğunlaşan nice kavram kargaşası ile birlikte dayatılan 'barış' görüşmeleri üzerinde uzlaşma sağlanamaz ise yeniden 'savaş' başlayacakmış gibi bir izlenim doğmaya başlamıştır. Güvenlik Güçlerinin üstünlüğüne rağmen terör saldırılarının 'vur kaç' içerikli olmasının toplum huzurunu ne kadar yıprattığı da ortada. Sorunun temelinde olduğu kadar denenmiş olan çözüm yollarında da maddi ve manevi anlamda büyük sıkıntıların var olduğu açık. Binlerce yıldan beri bu tür korku dolu günlere alışkın olmadığımızı kim söyleyebilir?

Türkiye'nin terör sorunu için Stratejik Ortak ABD ile üyelik çekişmesi yaşanılan AB ülkelerinden bir kaçının etkin bir işbirliğinden yana olmamalarını iktidar yetkilileri kadar Türk kamuoyu da biliyor. Gelinen son aşamada ise Batı'nın Osmanlı Devletinin çöküş yüzyılı içerisinde Balkanllar'daki kimi iç ayaklanmalar ile savaş süreçlerinde düzenlediği sözde 'barış konferansları' ile değişik işgal süreçlerinde görüldüğü gibi, özellikle Hasta Adam üzerindeki kendi etkinliklerini sağlamak için nasıl bir oyun sergileyeceği bilinmiyor. 

Eski çağlara gidelim

Önce Ege kıyılarında başlayan felsefe Atina kent devletinde ve Roma İmparatorluğunda gelişir. Düşüncenin yol gösterici üstünlüğünü savunan o felsefe ki yıldan yıla deniz aşırı gelişmeler gösteren ticaret ve sanat üzerinde yeşeren baskı unsurlarına karşı düşünceyi ve hukuku yaratarak kişisel olduğu kadar toplumsal korkuları yenmeye çalıştı yüzyıllarca. Felsefenin konuları arasında bulunan insan, evren, kişilik, madde, ruh, erdem, ahlak, bilim, sanat ve yönetim alanlarındaki ilerlemesi bugün bile sonlandırmıştır, diyemeyiz.

Dinler de bu amaçla yola çıkmış olsalar bile onların barış, ahlak, inanma, ibadet, yaratılış, merhamet, adalet, liyakat, acıma, fedakârlık özleri ‘kötü’ yöneticilerin saltanat tutkuları yüzünden, çok kısa süre sonra birer ganimet kazanma aracı olmadılar mı? Her iki soylu çıkış yerine egemenlik gücünü elinde bulunduranlar; kılıç, kalkan, at, ok, mızrak, gemicilik, top ve tüfek yolu ile yüzyıllarca toplumları yönetmek ve sömürmek bakımından kendisini çok geliştirdi. Bu gün eskilerin vahşete varan nice savaş ve yönetim kuralları ile hukuki yargıların küresel bir biçimde uygulanmakta olduğunu görmüyor muyuz?

Yasaların varlığı toplumları biçimlendirir

Uygarlık tarihi açısından İ.Ö. MÖ 1760’larda Mezopotamya'da uygulanmaya başlanan Hammurabi Kanunları, Tevrat’ın On Buyruğu ile İ.Ö. 590'larda Atina’da uygulanmaya başlayan Solon Anayasası’nı bilinmeyen gerçekler değil. Öte yandan İ.Ö. 450’lerde Roma’da yazılan 12 Levha Kanunları ve İ.S. 610 yılından sonra Hz. Muhammed (s.a.s) tarafından uygulanmaya başlanan Kur’an hükümleri (şeriat) günümüzü hazırlayan temel oluşumlardır. Toplumları biçimlendiren bu gelişmeler çağın gereklerine de bağlı olarak otoriter yönetimlerden demokrasi yönetimlerine, sultanlıklardan federasyon oluşumlarına kadar egemendir. Bu gelişmelerde ne yazık ki maddi çıkarlar ile hayatın konforlu bir biçime dönüştürülmesi kaygıları baskın çıkmaktadır.

Doğu Uygarlıkları ile Batı Uygarlığı olarak ayrılmak bakımından dün olduğu gibi bugün de düşünce, inanç, demokrasi, sermaye birikimi, egemenlik ve dinler arası çatışmalardan kurtulabilmiş değildir. Kimilerinin uygarlıklar ya da dinler arası uzlaşma arayışları çok açıktır ki iki güreşenden birinin yenilmesi ile sonuçlanacaktır. Bu kapışmada Batı’nın başa güreşmekte olduğunu anlamamak için ya ahmak olmak ya makam sarhoşluğu ile kendinden geçmiş olmak ya da ruhunu Şeytana teslim etmiş olmak gerekir.

Türkiye nasıl bir değişim geçirmiştir?

Bizi ilgilendiren yönleri ile bakıldığında Çin’den Avrupa’ya kadar, oradan da bütün dünyaya uzanan işgal ve savaş yüzyılları nasıl unutulabilir? Hititler, Hurri Mitannililer, Amazonlar, Asurlar, Miletliler, Atinalılar, Spartalılar, Persler, Büyük İskender’in Orduları, Selevkoslar, 10.000 Grek Askeri, Galatlar, Traklar, Kommageneliler, Romalılar, Ermeniler, Hazarlar, Latinler, Müslüman Araplar, Oğuzlar, Moğollar, Selçuklular, Haçlılar , Edessalılar ve Osmanlılar nasıl unutulabilir? Bu yoğun etkileşimin içinde barındırdığı etkileşimler sonucu ortaya çıkan kültür ve uygarlık potasının dil, lehçe, davranış, değer yargısı, tavır alış, feodal ilişkiler gibi bazı etkilerinden kurtulabilmek mümkün müdür?

Bugün Ortadoğu’da var olan toplumlar ile ülkemizdeki kültür öbekleri de bu yüzden, kişilikten davranışa, göz renginden ayak ve kafa büyüklüklerine kadar hiç de yoğun bir benzerlik göstermezler. Yüzyıllarca sürmüş olan bu etkileşim Doğu Roma çağlarındaki Grekçe ile Hristiyanlığın egemenliği aradan geçen yüzyıllar içerisinde yaşanılan nice etkileşimler ile çatışmalar sonucu yerini Türkçe ile İslamiyet’e bırakmıştır.

‘Kökü mazide olan ati’ olmanın bedelini ödemek

Doğu ile Batı'dan gelen nice akınların gelip gittikleri her bir toprakta bırakmış oldukları tohumlar hiç boş durur mu? Nasıl ki 'beş parmağın beşi birbirine benzemez' ise toplumu oluşturan kimi kesimlerin bazı özellikleri de birbirine benzemez. Bu yüzden hangi topluluk, soy sop, kabile, oymak, aşiret, kavim ya da millet olur ise olsun geçirmiş olduğu değişimler nedeni ile kökenine de çevresindeki bazı oluşumlara da yabancılaşmaya başlayabilir. Atalarımızın ‘aslı azmaz, bal kokmaz.’ Bir de ‘kış kışlığını, puş puştluğunu göstermez ise huzur bulamaz’ imiş, değil mi? Bazı kişilik çatışmaları ve dayanışma biçimleri ile özellikle toprak paylaşımı konularındaki dirençlerin özündeki tutuculuğun varlığını da unutmamak gerekir.

Eğer çağdaşlaşmanın yaygınlaştırılmasında özellikle inançlar yanında feodal etkiler gibi bazı direnç var ise kimi değer yargıları ile kimi ilişkiler ağını değiştirebilmek zorlaşır. Bence bugün ortaya çıkan kimi çatışmaların özünde Batı’nın petrol ne madenlere olan tutkusu ile ilgili tasarıları yanında kökü mazide olan kimi özelliklerimiz yoktur, diyebilir miyiz?

Batılılar Doğulular gibi değil. Onlar da yüzyıllarca birbirlerini boğazlamış olsalar da içleri Doğulu toplumlar kadar fitne fesat dolu değildir. Batılılar daha üretken, daha kuralcı, daha mücadeleci, daha araştırmacı, daha eğitimli, daha örgütlü ve daha tartışmacı değil midir? Bu yüzden onların çıkarcılık emeli üzerine kurulu gezginlikleri; keşifler ile onları dünyanın egemeni durumuna yükseltti. Denizcilik ve işgalcilik gibi iki gücün peşinden giden Batılı sermaye ile Batılı devlet düzeni yoğun mal alış verişi ile toplumlarını güçlendirmediler mi? Öte yandan günden güne gelişen icatlara da bağlı olarak Batı özellikle yanı başında yükselen İslam Uygarlığına karşı sürekli bir üstünlük sağlamıştır.

Osmanlı’nın Batı’ya karşı birkaç çıkışı da ne kalıcı etkiler ne de kalıcı toprak egemenliği sağlamıştır. Görülen o ki ‘atomu parçalayan’ Batı, toplumları da parçalayabilmek için geliştirdiği beşeri bilimleri de kullanarak yerli işbirlikçileri ile sabırla çalışmaktadır.

Sonuçta içerisinde nice egemenlik savaşlarını da içeren bu oluşumlar kent devletlerinden imparatorluklara doğru insanın çıkarcılık, inatlaşma, ikiyüzlülük, ün düşkünlüğü, aç gözlülük, egemenlik, iktisadi güç, teknoloji ve ırkçılık tutkuları yüzünden yaygınlaşarak (küreselleşerek) birer oyuncak olmadılar mı? Bu yüzlerce tutkuyu doğru bir biçimde yönetmesi gereken siyaset de ağzını, gözünü, kulağını, beynini (ki madde olarak ) o çıkarcılık şerbetine yapıştırmaya yönlendirildiği için, bütün tasarılar insan odaklı olmaktan çıktı.

Çekilen bunalımların özünde değişik içerikler taşıyan bir tür 'esrar alışkanlığı' vardır bence. Siyaset adlı kirli sarmal Kırk Haramilerin 'açıl susam açıl' işbirliğinden başka nedir ki? Onların çıkarcılıklarını az çok örtmek için bağışlanan (!) kimi özgürlükler, 'hak verilmez alınır' karşılığı mıdır yoksa İnsan Hakları bağlamında bir verilmiş birer uygulama biçimi midir? Osmanlı'dan beri süregelen 'yasalar önünde eşitlik' ilkesine rağmen, kan dökücü kişilikli terör saldırıları yöneticisi şerefsizlerin örgütlemeleri ile yanı başımızda kurulan gizli silahlı teröristlerce sürekli olarak korkutulmaya çalışılmıyor muyuz?

Onların topluma yönlendirdiği Batı kaynaklı silahların satın alınması engellenmeden ve yönlendirmekte olduğu teröristlerin içerisinde yetiştiği maddi ve manevi ortamdaki açmazlar çözümlenmeden terör saldırılarının biteceğini sanmak bir aldatmacadır. Biliyoruz ki hiçbir silah oyuncak değildir. 1980'lerden bu yana ise bireysel silahlanma için resmi izin bütün hızı ile devam etmektedir. Terör örgütlerinin de bireysel silahlanmaların da önü kesilmelidir. Öte yandan senin üretmediğin hiç bir silahın kullanımını da kendi isteğine göre yönlendirmek gibi bir üstünlüğün olamaz. Ne yazık ki Ortadoğu toplumlarının içinde yeşer(til)en kimi terör örgütleri; ellerine tutuşturulan silahları kullanarak kardeşkanı dökmekten ne utanıyor ne arlanıyor ne de üzerlerinden kimlerin ekmeğine yağ sürmekte olduklarının bilincinde bulunuyorlar.

Bakalım bu oyunu kim ya da kimler nasıl bozacak?

 
Toplam blog
: 570
: 1034
Kayıt tarihi
: 14.09.08
 
 

1974'te H.Ü. Sosyoloji ve İdare Bölümü'nü yüksek lisans tezi ile bitirdim. 1976 yılında yapımcı y..