Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Nisan '08

 
Kategori
Siyaset
 

Baykal; İstiklal Mahkemesi ve Yassıada duruşmasıyla hesaplaşmamış bir sol nasıl demokrat olabilir?

Baykal; İstiklal Mahkemesi ve Yassıada duruşmasıyla hesaplaşmamış bir sol nasıl demokrat olabilir?
 

Sosyalist Enternasyonal’in 1996 yılında New York’ta toplanan 20.Kongresi’nin deklarasyonunda şu ifadeler vardı;

“Küreselleşme bugünkü dünya ekonomisinin temel eğilimidir. Bu hem kaçınılmazdır, hem de bazı yönleriyle olumludur. Fakat küreselleşmenin mali karmaşa, dengesiz gelişmeler, artan eşitsizlik, yüksek işsizlik oranı, sosyal sorunlar ve huzursuzluklar gibi olumsuz etkilerini dengelemek için yeni bir Ortak Sorumluluk Sistemi’ne gerek vardır.”

Sosyalist Enternasyonel’in Sao Paulo’daki 22. Kongresinde kabul edilen Etik Şartlarına göz attığımızda ise karşımıza şu metinler çıkıyor;

“ Bireylerin refahını desteklemek, ekonomik büyüme, eşitlenebilir ticaret, sosyal adalet, sürdürülebilir kalkınma prensipleriyle çevreyi koruma gibi ilerici politikalarda sonuca ulaşmak,

İmtiyazlı grupların avantajına olan tüm sosyal ve ekonomik politikalara karşı olmak, bizi daha eşitlikçi ve daha adil Güney-Kuzey ilişkilerine götürecek bir küresel ekonomik sistemin yaratılmasını desteklemek”

“Çoğulcu demokrasiyi desteklemek. Bu ifade şunları içerir; vatandaşların politik seçenekler arasında özgür, düzenli ve saydam seçimler çerçevesinde seçim yapma özgürlüğü, hükümetin barışçı yollarla değişme imkânı ve vatandaşların özgür ifade hakkı, bireylerin ve azınlıkların haklarına saygı, hukuka dayalı bağımsız ve tarafsız bir yargı sistemi, özgür ve çoğulcu medya, siyasi partilerin demokratik yarışı”

Sosyalist Enternasyonel’in küreselleşme ve piyasa konusunda geliştirdiği fikirleri özetleyecek olursak;

-Piyasa ile eleştirel bir ilişki içinde olmak, onun her şeyi otomatikman dengeleyeceği görüşüne karşı çıkmak ve piyasa toplumuna karşı koymak;

- Ulusal sınırları aşan piyasaları, neo-liberal küreselleşmeyi demokratik denetim altına almak, zenginliği adaletli bir biçimde dağıtmak,

- İnsan haklarını ve demokrasiyi geliştirmek; halkın, sivil toplumun kararlara katılımını çoğaltmak; dünyadaki gelişmeyi uluslararası şirketlerin ya da denetimsiz mali piyasaların belirlemesine karşı çıkmak; demokratik siyaseti ve hükümetleri belirleyici konuma getirmek;

- İnsani değerleri piyasanın kör güdüsüne bırakmamak; eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, kültür alanlarını ve yaşlıların, çocukların, engellilerin, desteklenmesini sürdürmek; kadın-erkek eşitliğini sağlamak;

Tüm bu ifadeler solun 1980’le beraber (bizde 12 Eylül darbesi ile oluşan faşizm, dünyada ise Reagan ve Teacher'le beraber yükselen neo liberal dalga) karşı karşıya kaldığı iki temel soruna çare üretmeyi amaçlamakta. Birincisi kamu mülkiyeti/özel mülkiyet (kamu yatırımcılığı/özel teşebbüs) konusunda yaşadığı çelişkisi, diğeri ise demokrasi ile kurulan ikircikli ilişkiden kaynaklı çelişki.

Dünyada modern sol bir çizgi içinde olup, 1960’ların devletçi ve merkezi planlamacı politikalarını savunan parti neredeyse kalmadı. Piyasa kavramı, kapitalizmin gelişen boyutu ile birlikte solun kabullendiği bir gerçeğe dönüştü. Ancak elbette sol, piyasaya sermayenin gözü ile bakmak durumunda değildi ve ona sosyal bir kılıf giydirilmesi gerçeği ile sosyal piyasacılık denilen kavramlar geliştirildi.

Ayrıca kapitalizmin krize gireceği anı tetikte bekleyen ve kriz anında ensesine binmenin stratejilerini hazırlayan, demokrasiyi kapitalizmin tükeniş aracı olarak gören parti türü de kalmış değil.

Bu sürecin adına, Solun devletle olan her türlü ilişkisini (özellikle ekonomik ve otoriter yönü ile) yeniden gözden geçirmesi de diyebiliriz.

Oysa dünya solunun geçirdiği aşamayı ve geldiği noktayı bugün Türkiye’de dile getirmeye çalıştığınızda karşılaşacağınız suçlamalar belli; “liboş”, “ikinci cumhuriyetçi”, “dönek”

Bizim solumuzun peşinde koştuğu şey ise Mustafa Kemal’in 1920 ve 1930’larda yaptıklarının tekrar edilmeye çalışılmasından ibaret. Hala devletin ekonomide girişimci olarak var olmasını, toplumsal yaşamı belirli ideolojiler adına düzenlemesini talep ediyorlar.

Oysa Ahmet Taner Kışlalı, 1992 yılındaki bir yazısında ( CHP’nin ideolojisi ve Kemalizm, 2 Ağustos 1992/Cumhuriyet)) şu ifadeleri kullanmış;

Kemalizmin altı oku gökten zembille inmedi.

Laiklik, milliyetçilik ve cumhuriyetçilik Fransız Devriminin etkisini yansıtıyordu, Halkçılık, Devrimcilik ve Devletçilik de Sovyet Devrimi’nin… Ama bu kavramlara verilen içerikler esnekti, tartışılmaz kalıplar değildi. Türkiye’nin koşullarının ürünüydü ve koşullara bağlı olarak zamanla değişebiliyordu.”

“Yani Kemalizm, bir anlamda liberalizm ve sosyalizmin, geri kalmış ülkeler koşullarındaki bir senteziydi”

Kemalist devrimcilik anlayışının iki yanı vardı: Birincisi, eskimiş kurumların yerine, çağın gereklerine uygun kurumlar koymakla ilgiliydi. İkincisi ise sürekli olarak yeniliklere açık olmayı, değişen koşullara göre değişmeyi, “kalıplaşmamayı” gerektiriyordu.”

Kışlalı 17 Mayıs 1992 tarihli bir başka yazısında şu ifadeleri kullanır;

"Asker mantığı, düzen mantığıdır. Tek biçim, uygun adım mantığıdır. Asker mantığında farklılıklara yer , farklıya hoşgörü yoktur. Oysa "barış", tek biçimin kabulü değildir, farklılıkların birarada bulunmasına gösterilen hoşgörünün ürünüdür. Dayatılan barış olmaz!"

Aynı yıl (1992) Deniz Baykal’la İsmail Cem kafa kafaya vermiş ve CHP solculuğunun değişmesi gerektiğinden “Yeni Sol” adıyla yayınladıkları kitapta bahsetmeye çalışıyorlardı;

“Türkiye’nin sosyal demokrasisi, üzerinde yer aldığı tarihsel yenileştirici hareketin, yani bizzat kendisinin geçmişi ile hesaplaşmamıştır. Yanlışlarını sorgulayamamıştır. Sorgulayamadığı geçmişi bu defa aşırı şekilde yüceltmiş tabulaştırmıştır. Hal böyle olunca geçmişin değer yargılarında geçmiş, saatin akrep ve yelkovanında takılıp kalmıştır.

Örneğin İstiklal Mahkemeleriyle, Yassı Ada duruşmalarıyla hesaplaşmamış bir sol nasıl demokrat olabilir?

Kendi kaynağındaki akımların takriri sükûnuyla, işçi örgütlenmesini, söz ve düşünce özgürlüğünü yasaklamışsa ve bu uygulamalarla tarih önünde ciddi bir hesaplaşma yapılmamışsa ne olur?

Geçmişiyle hesaplaşmaktan korkan siyasetlerin ortak zaafı geleceği dünde aramalarıdır. Çünkü hesaplaşılmayan geçmiş kutsallaştırılır. Ardından eski reçetelerin zaman ötesi bir geçerlik taşıdığı zannedilir. Sonra tozlu raflardan indirilmiş bu reçetelerle günümüz hastalıklarına şifa aranır. Giderek geçmişte kaldığı, eskidiği kendi ideolojisi doğrultusunda gelişemediği değişmediği izlenimi veren bir sosyal demokrasi modeli ortaya çıkar. Ve tabii ne yeterli güveni yaratır ne de yeterli oyu alabilir”

Bu örnekler bence, Türkiye'deki sol camianın bundan 15 yıl önceki fikirsel derinliğinin ve değişim arzusunun ispatı. Oysa bugünkü solumuzu, dünyadaki sol gelişmelerden kopuk, kendi geçmişinde takılıp kalmasını eleştirmek bile cesaret istiyor.

Bilmem ki, 1992’den sonra ne oldu da bu hale geldik.

 
Toplam blog
: 453
: 1826
Kayıt tarihi
: 14.11.06
 
 

36 güneş yılı. 27 yıl G.antep, 9 yıl İstanbul. İstanbul, 90’lı yıllarda yaşandı, bitti.  Hep şe..