Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Kasım '06

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Baykuş kız

Baykuş kız
 

On üç, on dört yaşlarındaydım. Yazlık evin komşu sitesinde bir disko vardı. Disko dediğime bakmayın, bitişik duran iki tane kapalı garajın arasındaki duvar kaldırılmış, ortaya basık tavanlı, anlamsız bir mekan çıkmıştı. Onu anlamlı kılan bizim duyduğumuz heyecandı. Akşam yemeği vaktini iple çeker, sofradan kalkar kalkmaz en afili pantolonların üzerine uygun renkte ve mümkünse sağında solunda ufaktan markası olan tişörtleri giyer, kokuları üstümüze boca edip, minik gruplar halinde diskonun yanındaki kaldırımlara çöreklenirdik. " Benimki, seninki " masumiyetinde duygusal konuşmalar yapıp, farkedilmeyi beklerdik.

Adı disko olsa da dans etmek başlı başına zorlu bir aşamaydı. Ayağa kalkıp kalçaları sağa sola kıvırırken, kolları yukarı aşağı sallarken hayatın durduğunu düşünür, herkesin işi gücü bırakıp bizi izlediği duygusuna kapılırdık. Kendine güveni olanlar, kızlardı. Nasıl duracaklarını, nasıl oynayacaklarını daha iyi biliyorlardı ya da bize oyle geliyordu. Bizim davranışlarımız daha çok avlanmayı yeni öğrenen acemi hayvan yavrularının belgeseli görüntüsünü andırıyordu. Ancak belgesel izlemeye meraklı olanın ilgisini çekiyordu.

Arkadaşım aşıktı. Platonik bir durumdu ama ne anlayabilecek ne de hissetsek bile kabul edecek yaşlardaydık. Aşık olduğu kızın her hareketinden kendine yönelik bir anlam çıkarıyordu. O yaşların bıkmadan usanmadan tekrar edilen alışkanlığıyla diskoya girdiğimizde C. en avcı bakışlarıyla aşkının yerini tespit etti. İki kişiydiler. Bir köşede oturuyorlardı. Yapmamız gerekeni yapıp en uzak köşeyi seçtik. Sessizce oturup, karanlık içinde keşfedilme umuduyla mucizevi pırıltıyı bekliyorduk. En sevmediğim an gelip çattığında bütün sıcak düşler gerçeğin soğukluğuyla sarsıldı. Yavaş müzik başlamıştı. O anı gerçekten hiç sevmezdim. Sağımda solumda benim gibi birer insan olduklarını düşündüğüm herkes birer birer eşini bulur, her zaman pirinçten ayıklanan taş gibi bir kenarda kalırdım. Basit bir tahta paravanla, bizim gibi sıradan gençlerden ayırıp kabin ismini verdiği dünyasından çıkan disjokeyimiz, kız arkadaşıyla dansedebilmek için dönemin en içli şarkılarının olduğu kaseti çalmaya başladı. Alışkın olduğum yalnızlığın içine dalmış, bir sağa bir sola sallanan çiftleri izlerken "beni seviyorsan şu kızı dansı kaldır" sesiyle irkildim. “Şu” diye işaret ettiği kız, C.’nin platonik aşkının yanında oturan kızdı... Eş dost dışında birini dansa davet etmek ne alışkın olduğum bir davranıştı ne de bu cesarete sahip bir insandım. Direndim. Direndi. Direndim. Direndi. Sonuçta öyle bir konuma gelindi ki C.’nin aşk hayatının geleceği benim dansetmeme bağlı oldu. Eğer ben hedefteki kızla dansedersem o da platonik aşkına dans teklif edebilecekti. O yaşlardaki insan, hele bir de aşık olduysa aklın sınırlarını zorlayan her türlü olasılığı gerçekmiş gibi yaşardı ve bizim konuşmamız aklın sınırlarını çoktan aşmıştı... Her zamanki gibi yufka yürekliydim ve ayağa kalktım. Yirmi metrelik mesafeyi yürümeye başladım. Herkesin bana baktığını hissediyordum. Geri dönmeyi düşündüm, yavaşladım... Cesaretimi toplayıp, devam ettim. Bu sefer bana öyle gelmiyordu, gerçekten herkes bana bakıyordu. Özellikle yürüdüğüm yöndeki bütün bakışlar üzerimdeydi. Dansa kaldırmam gereken kız da bana bakıyordu. Hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçmeye başladı. Hedefin önüne geldiğimde, o ana kadar bana bakan kız kafasını yana çevirdi. Belediyenin bir yerlerden söküp, başka bir yere dikmek üzere getirdiği ağaçlara benziyordum. Kız bana bakmamak için çırpınıyordu; elinden gelse baykuş gibi kafasını tam arkaya çevirecekti. Eğreti duran ağaç gibi görünen halim yakın çevredeki herkesin ilgisini daha da arttırmıştı. Kimse konuşmuyor, merakla bana bakıyordu.

"Pardon" dedim, cılız bir sesle. Bakmadı... Varlığım rahatsız ediciydi ama sorunun sesimin duyulmaması olduğunu düşündüm ve biraz daha eğilerek yeniden "pardon" dedim. Israrla bakmak istemiyordu işte... Şaşkın bir platonik aşkı yaşatacağım diye, orada öylece dikilip konuşan ağaç rolü üstlenmiştim. Arada pardon meyvası döken anlamsız bir ağaç... Zor durumdaydım. Geri dönemezdim artık. Bana saatler gibi gelen bir süre öylece dikilip kaldım. Baykuş olmaya çalışan kızın yanındakilerden biri kolunu dürtüp, beni işaret etti. Baykuş kız mecbur kalmıştı, bana bakmak zorundaydı. Sonunda kafasını çevirdi, göz göze geldik. Yüzü ne kadar ekşiyebilirse o kadar ekşimişti. "Ne diyeceksen, de" diye bakıyordu.
Müziğin sesi, benim sesimi bastırmasın diye uygun dozda bağırarak "dans eder misiniz?" deyiverdim... Herkes duymuştu. Lanet olası kasetteki parçalar arasında boşluk bırakılmıştı ve zamanlamam muhteşemdi. Baykuş kız hiç acımadı. Herkesin duyduğu soruya herkesin duyacağı şekilde "hayır" dedi. Çok kötü durumdaydım. Sağda solda dizilenler acıklı bir dizi seyreder gibi bana bakıyorlardı. Aklımdan geçenlerin hızına yetişemiyordum. Çarem yoktu. Yerime gitmek için arkamı döndüğümde müzik yeniden başladı. Yirmi metrelik parkurum iki yüz mil gibi göründü gözüme. Yürümeye başladım. Yolun ortasında bardak taştı. Kırılma noktasına gelmiştim. Yaşadığım duyğunun anlamsızlığını hissettim bir anda. Yol kısaldı. Yerime döndüğümde arkadaşım "özür dilerim" dedi. "Önemli değil" dedim. Gerçekten önemli değildi artık.

Dansa kaldırmak, dans etmek, bir kızı beğenmek hiç gözümde büyüttüğüm
gibi değildi.

Hayat boyu tabularla savaşmayı öğreten baykuşlara selam olsun.

 
Toplam blog
: 33
: 2040
Kayıt tarihi
: 07.07.06
 
 

Evli. Baba. Ailesine düşkün. Mühendis. Fenerbahçeli. Suya yazar.   ..