Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Şubat '11

 
Kategori
Öykü
 

Bayrak

Bayrak
 

İstanbul otobanlarında içinde bulunduğum otobüsle beraber yol alırken, gömleğimin şefkatli rahatlığını duyuyorum. İstanbul yollarındayım ben, gözlerim biraz aralık… 

Üstümde hafif bir gömlek var, pantolonum da öyle, o da hafif. Ben seyahatteyim, seyahatin kendisi hafif. 

Şimdilik görünürdeki her şey huzurlu. Koltuklardaki seyrek yolcular huzurlu, muavin huzurlu… İşten dönüşlerin bütün karmaşası boyunca akıp giden asfalt da yeni, duru, temiz ve düzenli. İyi yani, bu akşamı normal gördüm… Gök yarı bulutlu, bulutları temiz. 

Modern otobüsler, ne güzeller! Hiç sarsmıyorlar insanı. Modern yollar da öyle. Modern zamanları çok seviyorum. 

Otobüs olgun ve uyutmayan hızıyla yolda akarken tabii ki dünyanın en zevkli işidir camından dünyayı izlemek. Dünyayı izlerken kendi dünyamı erteleyebiliyorum. Bunu galiba kimseler bilmiyor! Evet, belki de o bile? 

Yollar bazen, kocaman camdan modern binaların önünden, yanından ve çevresinden geçiyor, böylece kaliteli bir şehir turunda oluyoruz. İstediğimiz de buydu zaten. Çok güzel… İstanbul’daki mesafelerin uzunluğunu da biliyorum ve böylece yol, zevkin tükeneceği endişesini benden alıp çok uzaklara götürüyor. 

Camdan bakıyorum. Kusursuz ve düz çimler var dışarıda, geniş refüjlerde, kamu bahçelerinde. Sanki hepsi birer yeşil halı… Ancak kızıl şimdi hâkimiyetine başlıyor. Kızıl, akşamın kızılı, yakmıyor. Sadece ısıtıyor. 

Bu arada hafif yüksekten ama çok uzaklardan, bulutların yarıklarından kurtulan loş doğrular, başka başka sonsuzlara ayrılıyorlar. Hiç fotoğrafı çekilmemeli bunun, sadece izlenmeli. 

Gördüğüm bütün renkler loş şimdi. Kırmızımtırak bile loş. Boş koltuklar da loş, çimler de loş, camlar ve hepsi… Hepsi akşamın sıcağındalar. Ve yavaşça hepsinin yüzü ‘boşa yakın’ bir loşlaşmaya başlıyor. 

Şehir, kendi halinde. Bıraktım gidiyor. Her geçen zaman daha da karmaşıklaşan şehir beni ilgilendirmiyor, ne devasalığı ne de biçimsizliği. Beni ancak camımın sunduğu ilgilendiriyor. Beni artıklardan kim temizler? Bu gibi durumlarda hep inanmayı deniyorum. 

Her şey solumda sağdan sola akarken, pencere bana sürekli yeni bir şeyler gösteriyor. Ben görüyorum ve sonra onlar geçip gidiyorlar. 

Cam binalar var yine. Bir tanesi şimdi sol dibimizde… O binalar… Önemli insanların yerleri olmalı. Her tarafları camdan bunların ne ilginç? Dev küplere benziyorlar. Modern zamanlarda binalar artık böyle, bundan kaçış yok gibi. Sırayla ışıldıyorlar batan güneşi üzerime. Koltuğumda oynaştı bedenim, oynaşınca benden gittiler. Onlardan etrafta çok var. Otobüs hala incitmeden gidiyor. Perde istemiyorum. 

Dikkatimi çekmesi fazla uzun sürmedi, hepsinin önünde bir tane ‘o’ndan var. Dikilmiş önlerine galiba hemen hepsinin, dikmişler ya da… Olsun, onu yine görmek ne kadar mutlu etmişti beni! Bir tanesini dibinden yukarıya süzmeye başladım. İki adam kalınlığındaydı yerden başlayıp göklere uzanan metal direk. Çok sağlam olmalıydı yukarıya doğru gittikçe incelen bu çelik direk… Her cam dev küpün açığında çelikten bir direk! 

En yüksekte göğün hâkimi Türk bayrağını görüyorum, hem de en büyüklerinden. Birkaç yıldır bu büyüklüktekini hiç görmemiştim. Görsem bile görmemiştim. Ben… Ben şimdi, ona bakıyordum. 

Bayrağım göklerde, işte o benim bayrağım. O, benim için çok büyük. Bayrağım dalgalanıyor benim için, yavaş çekimde, ihtişamla. 

Otobüsüm döndükçe, oturduğum camın kenarında öylece ona bakıyordum. Yine nice zamanlar olduğu gibi şanlıydı. Şanına bakıyordum teslim olarak. Alevler gibi akıyordu dalgaları. Kendini sonsuz defa yenileyerek… Çok sessizdi. Benim oturduğum yer sessizdi. Çünkü otobüsün camı bir fanus olmuş, yıkım yaratacak şaklamalardan koruyordu beynimi. 

Bana binlerce yılı anlatıyordu kendi dilinde. Bilinir-bilinmez tarihleri anlatıyordu. Onun kelimeleri; dalgalarıydı. Ona bakıyordum hala. 

Şaklamalar ardı ardına gelirken cam sadece sesi durdurabiliyordu. Dalgaları var onun engellenemez ve hiç engellenemiyor. O, sanki biraz hiddetliydi… Sanki bana mı öyle geldi? Öyle miydi? Evet öyleydi! Bacaklarımı yeniden koydum, uzattım öne doğru. 

Ben onun halinden hep anlıyordum. Gülmek yoktu bazen onda, hem de hiç. Var bir şiddet, bir celal! Dilinden anlayana hep bu şiddet, bu celal! 

Öyle olunca, dudaklarımı burdum. Başım hafiften öne eğildi, çok hafif. Gözlerimi koridora kaçırdım. Otobüsün terbiye edilmiş, uzun soluklu, mekanik iniltilerini duyuyordum. Ön çaprazda yaşlı bir adam kendinden geçmişti. Yol, bir dönemece girdi. 

Yol dönemece girince tekrar gözlerimi kaldırıp ona baktım. Arkasında akşam güneşinin bulutları ve doğru ışıkları vardı. Çapaklı gözleri bile çocuğu gibi okşuyordu. Ortalık kırmızı ve kahverengiydi artık. Baktım yeniden ve bu sefer çok mutlu gördüm onu. Tam bir dalga dalgalandı ve bana yüz binlerce düğün, bayram anlattı. Bu ne güzel bir lütuf... Şimdi mutluluğu beni kendine çekiyordu. Ben de tatlı bir hızla ona düşüyordum. Düşerken görüyordum ki çok küçüktüm. Bir dalga diğerinden yüz bina kadar yüksekti ama işte o “al” cılız ruhumun yatağıydı. Aklığı ayrı bir büyüyordu. ‘Al’ın ortasında, ‘sütten temiz ay’ dalgalarla katlanıyor kendini tam olarak göstermiyordu. Tam gösterecek gibi oluyor sonra “erişemezsin” diyerek yeniden katlanıyordu. Biricik bir yıldızı var ki uçlar değmeye kıyamıyor. Hiçbir kristal ondan daha kristal olamıyor. 

Her bir dalga beni bir diğerine atıyordu. Yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya… Şikâyet ne mümkün! Yüzüyor muydum? Farkında değildim. Otobüs gidiyordu. 

O bir yerde olunca, o yerdeki yapılar çok şanslıdırlar. Ona verilen sevgiden oracıkta nasiplenirler. O çünkü hep, bildiğimizden de fazlasını verir. Güneş ışık, su da belki hayat verir ama o alıyla kutsar, akıyla aklar ona onun diliyle bakanları. Onunla beraber duranlar ne şanslıdırlar! Gece belki istirahat verir ama o fersah fersah gönlüne alır ve o gönle alınanın artık tüm yorgunluğu gider! 

Ondan vardı yine orda. Başka bir koca-küpün önündeki direğe bağlı yine ‘o’ndan bir tane. Yeniden ona bakıyordum. O yine hep aynıydı, değişmiyordu. O hiç değişmezdi… Dalgaları ne güzel de şaklıyordu nihayetlerde! Dalgaları sabırsızca, asabice ya da çırpınırca değil rahmetin ta kendisi gibi güçlü, asil ve sakindi. Her bir yenisi bir öncekinden daha rahmandı. Keşke sonsuza kadar yorganım olsaydı o benim. Hazır sahip olduklarıma ihtiyaç duyar mıydım artık? Bunu istemek başka bir şeyi istemeye hiç benzemedi. Çünkü böyle olsaydı bir ele bile ihtiyaç duyar mıydım artık? Böyle düşündüğüm anda birden gözlerim nemlendi. Yutkundum. Niye bilmiyorum. Kaşlarım çatıldı. Ağlamak istiyordum. 

Eşim yanımdaydı. Gülümsüyordu. Bana ve manzaraya baktığını fark ettim. Ama gözlerimin dolduğunu fark etmemişti. Bir şeyler anlayıp da kendine sıkıntı etmemesi için yapma bir gülümsemenin ardından seri bir hareketle cama döndüm yine. Güneşten dolayı yaptığımı zannedecekti… Şimdi biraz daha kendimdeydim. Peki, niye böyle oldum? Bilmiyorum, belki de onu, ona layık olmadığım halde istiyordum. Bu yüzden kendime çatmış ve sonucunda utanarak, üzülmüş olmalıydım. 

Anımsadım. Bir savaş meydanını anımsadım ama orda görebildiğim hiç bir şeyin adını bilmiyor sadece kadrajın merkezini görüyordum. Gördüğüm şeylerin tam ortası dışında her yeri bulanık ve belirsizdi. Renkler karışıyordu birbirine. Bilincin çalışmadığı bir yerdi burası. Ben hep en ortasına bakıyordum her şeyin. Asil bir atın gemini ve ağzını görüyordum. Dörtnala kanatlarıyla uçuyordu şiddetli bir akında. Görebildiğim her şey yatay ve hızlıydı. Her şey hızla akıyordu. Ve onu görüyordum… Hep aynı olan yine oydu. Hızla akıyordu bir yere, bir feda yapılıyordu onun için. Evet, evet, akıyordu hızla. Bir yiğit doru atıyla dörtnala sürüyordu onu. Çok hızlı dalgaları vardı. Biliyorum o yiğidin artık kendi ruhu yoktu, onu da biliyorum. ‘O’nun ruhu vardı. Yiğidin yüzü dört yaşında bir çocuktu ve hedefine gidiyordu. Bir feda yapıyordu ama nasıl! Ne güneşler batıyordu bu uğurda! 

Mutlu, ve şendi. Dupduruydu, hedefine gidiyordu. Bir feda yapacaktı. Ona canından bir şey sunacaktı. O ise çok masumdu. Evet, dalgaları bu sefer çok hızlıydı ama çok masumdu. Ağlıyordu ama çok güçlüydü. Ağlayan yüzü bir merhemdi bana. Beni de aldı kollarına. Yüzü yükseliyordu. Ben bir çocuk oldum, kul oldum, bebek oldum. Korkularımı aldı benden. Bana huzur verdi. Kötü olan ne varsa aldı attı benden… Bırakma beni artık, bırakma yine. Çocukken, çocukken annem okula götürdü beni. Tüm çocuklar kara önlüklerle ağlıyordu. Amcanın sepetinde en kırmızı elma şekerleri var bir de O’ndan var. Pır pır pır dalgalanıyordu cici kırmızılar. Anne ağlamıyorum bana ondan al. Anne o çok güzel bana ondan al Anne bana ondan al. Anne bana ondan al. Anne bana ondan al… 

Eşim bana bakıyordu. Oturduğum yerde yorgun düşmüştüm. 

“Canım, iyi misin?” dedi. “İyiyim” diyebildim çatallanmış bir sesle. 

“Canım, canım benim, ne oldu sana? Kıyamam. Ne düşündün yine” diye elini yüzüme değdirdi. Halim saklanamazdı. Gözlerim silme doluydu. Otobüsten tek bir uğultu geliyordu… 

“Hiiç…” gibi anlamsız bir cevapla geçiştirdim. O da her zaman ki gibi daha fazla üstelemedi. Başlarımızı birbirine yaslayarak bir sorunu yok ettik böylece. Bir de peçete vardı elinde. Sonra benim elimde. Neden sonra yeniden ayrıldık ben yine camdan bakıyordum. Yorulmuştum. Ama yine ona bakıyordum. O ise ezelden beri yanan meşaleydi orada. İçimde dost bir kor vardı, güven veriyordu. O üzüntü veren acı yoktu. Rahat yutkunuyordum. 

Şehir ve yolları çok uzundu. Belediye otobüsüne bineli neredeyse yarım saat olmuştu. Otobüs hala gidiyordu ama ne şehir bitmişti, ne yol ne de bayraklı camekânlar. Evet, bayraklı cam binalar. Şimdi hâkimiyetin ve zenginliğin yeni yeni binaları beliriyordu dışarıda. Hepsi de gerçekten dünya düzenini temsil etmekten utanmaz gibiydiler. 

Önlerindeki direklere hep ‘o’ndan bağlanmıştı yine. Her kodaman camekânın önüne zorla getirilmişti, muhtemelen parayla. Doru atlar gibi… Sadece parayla ve zorla ve en büyüklerinden, herkes görebilsin diye. Sadece parayla satın alınmıştı direğiyle birlikte. İştahla dikmişlerdi onu oracığa. Kodaman bir müteahhit elleri arkasında muhtar duruşuyla poz veriyordu, bir anda görebildim. O ise konuşamıyordu hiçbir zaman. Sessiz ve görkemli dalgalarını acaba kim dinleyebiliyordu ki orada? Hiç bir şey anlamıyordu hiçbiri. Onun diliyle alakaları yoktu çünkü. Benim bildiğimden değildi hayatları. Onların sadece sapmaları vardı ve bir de camekânlar önünde nadide arabaları. İşte orada; gıcır, büyük tekerlekliler. 

Şimdi sevimsiz koca küplere tekrar bakıyordum. Dışardan içleri gözükmüyordu ama mutlaka içerden dışarısı çok net gözükmeliydi. İçinde acaba kimler vardı? Trafiğe bakıyorlardı belki de oralardan, keyifle. Patronları vardı şu an her birinin içinde. Kim bilir? Hortumculuk yapıyorlardı. Yüzleri pişiyordu ama kesinlikle “al” değildi başları. Bir diğer kodaman ise şişmandı, bilinmez şeyler yiyor ama doyamıyordu. Başka bir küpte ise teröristler vardı. Bir şeyler planlıyorlardı. Televizyondaki “al” yorganına kavuşmuşlara gülüyorlardı. Bir tanesi, en çirkin olanı, en çok fareye benzeyeni ayağa kalktı. Cama yöneldi. Dışarıdan hiç kimse onu göremezdi. Camdan dışarıya özellikle “o”na bir hareket yaptı, sonra sırıttı. Hortumculuk yapanları gördüm tekrar. Yuvarlak ve parlak bir masanın etrafında ölümcül kahkahalar atıyorlardı. İnsan iliklerini büyükçe bir kasadan çekiyorlardı. Otobüs hızla gidiyordu. 

Kahkahalar arkada kaldı. Çaresiz ve güzel bir kıza çektiklerinden bir miktar teklif ettiler. Kız eziliyordu. Takas etmek zorundaydı. Kıza ne oldu bilmiyorum otobüs hızla gidiyordu. Şişmanın küpüne yaklaştım. Yediğini tüy sokarak kusacaktı. Yanında kadınlı erkekli ahlaksızlar vardı. Karşısında ise çaresiz kızın babası vardı. Diğer masayı özenle parlatan da oydu. Kıza ne yaptılar bilmiyorum. Yaşlı adamın elleri önde kavuşmuş, boynu büküktü. Cevap bekliyordu. Patron o yüzden onu başından defettikten sonra kusacaktı. Yaşlı ve onurlu adamın bükük boynu bir şeyler dileniyordu. Şişman patron kusacaktı. Radyodan ramstein çalıyor. Bu koduğumun otobüsü nereye gidiyor? Ne demek bütün bunlar? Lahnet olsun, şişman patron kusacaktı… 

Tam o an benim de hafiften bir bulantım oldu. Sonra geçti. İyi ki varsın kolonyalı mendil! İyi ki varsın… Kokun iyi ki var. 

Önüme, sonra sağ tarafıma, eşime döndüm. Ellerini aradım ve buldum. Bulabildiğimde ise her şey artık arkada kalmıştı. O gemli bayraklara ise artık bakamıyordum. Bayraklar çırpınıyordu. Güneş batıyordu. Otobüs gidiyordu. 

 

 

 

 
Toplam blog
: 36
: 1054
Kayıt tarihi
: 26.08.10
 
 

1983 Ankara doğumlu olan yazar, evli ve bir çocuk babasıdır. ..