Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Kasım '11

 
Kategori
Öykü
 

Bebek evi

Orhan Veli’nin ‘Ne Londra Konferansı, ne Birleşmiş Milletler’ diye başlayıp... umurunda mı dünya’ diyerek bitirdiği o kısa şiirinden esinlenerek, ben bugün dünyayı sarsan büyük krizden, utanç  kaynağına dönüşen  Avrupa medeniyetinden, Arab dünyasına reva görülen faciadan kendimi soyutlayıp, Ömür  denilen  o zaman dilimimin başlangıcında yer alan yaşama gitmek istiyorum.   

 

Türk Maarif Cemiyeti ‘nin Ankara Koleji yeni kurulmuştu. Kızılay’dan Maltepe yönüne sapıldığında, biraz ileride solda, Kolej’in Ana Okulu vardı. Sınıfta kız-erkek karışık 15 kadardık. Şık giyimli, melek yüzlü iki bayan öğretmen  bize şarkıları, resim yapmayı  ve oyunları öğretecekti.  Sınıf büyüktü, bir kenarında dört ayak üstünde,kenarları yüksek siyah masanın içi kumla doldurulmuştu. Yusuf Renda , Aslan Daş ve ben yüksekte duran kum havuzunu bizim kalemiz olarak görüyor ve kimsenin oraya tırmanmasına izin vermiyorduk. Ders aralarında kum havuzuna tırmanmaya yeltenenler olursa, kalemizi  canla başla savunurken yerlere bir kaç avuç kum dökülünce öğretmen bize kızıyordu.             Kızlar ise kozkoca bir bebek evi meydana getirme sevdasındalar. Kara saçlı, sarı saçlı kudeleli kızlar, perdeyle örtülü kapıdan, ellerindeki bebekler ve kumaş parçaları ve boncuklarla içeri girip-çıkıp duruyorlar.

O melek yüzlü öğretmenlerin ruhlarının hiçte melek gibi olmadığını çabucak anladık. Çünkü, cam vitrin arkasında kilitli duran yepyeni, parlak renkli, kimisi kurgulu kimisi pilli güzel oyuncakları öteki çocucuklara dağıtıyor, bize gelince ‘Siz bunlarla oynayın’ diyerek, yerde duran eski püskü şeyleri gösteriyordu. Ve her  seferinde bana düşen, tekerliği eksik, rengi  solmuş, sicim ipli tahta kamyondu.

Konumuz ağaç: resim dersindeyiz, herkes önündeki kâğıda ağaca benzer birşeyler karalıyor, ama masanın ucunda oturan erkek çocuk dikdörtken bir vagon çizip altına iki tekerlek ekliyor ve vagonun damının tam kenarına bir kuş oturtuyor. Konumuz insan:  bir çizgi çizip, üstüne yuvarlak bir kafa koyup,  iki kol ve iki bacak ekliyorum. Öğretmen ‘Bunun elleri, ayakları yok mu?’ diyor, derhal ekliyorum. ‘Peki gözleri, burnu, ağzı, kulakları nerede’ diye sorunca, ben ressam olmayacağım diye düşünüyor, ama dediklerini yapınca da, kafasından daha büyük bir kulak, ağzına giren bir burun ve aşağıda ve yukarda iki göz meydana çıkıyor. Asıl mesele masanın kenarında oturan  çocukta. Çünkü resim konumuz insandı, o gene iki tekerlikli vagonun damına oturttuğu bir kuş resmi yapmış. Çünkü konu ne olursa olsun, o hep bildiğini okur: vagon çizer, üstüne de bir kuş oturtur!

Yakında okul gösterisi var. Bayan öğretmenleri ve kızları bir telaştır aldı... Şarkılar tekrarlanıyor, öğretmenin de gizlice düzelttiği renklendirilmiş resimlerin altında öğrencilerin isimleri var, bunlar davetlilere gösterilecek. Bize gelince, Yusuf, Aslan ve benim resimlerim kabul görmedi.                          O muhteşem bebek evi neredeyse tamamlanmış. Öğretmenler ve birkaç kız öğrenci  dışında girilmesi, hatta içeriye bakılması bile yasak. Öğrenciler görevlendiriliyor: Şarkılara katılanlar, oyunlarda yer alanlar ve ‘Ben kelebek değilim, hem taş bebek değilim’korosundakiler ayrılıyor. Melek yüzlü öğretmenlerden birincisi  bize dönerek ‘Çocuklar, koroya siz de girebilirsiniz’ dediyse de, ikincisi ‘Hayır, onlar yaramazlik ettiler, cezalılar. Hiç bir şekilde katılamazlar!’ diyerek, kestirip attı.  Böylece biz üçümüz öbür çocuklardan koptuk, onların eğlencesi  olduk. Ve öğretmenler sınıftan çıkar çıkmaz, bütün çocuklar karşımıza geçip, en önde kurdeleli kızlar sevinç içinde zıplaşarak ‘Cezalı, cezalı’ diye haykırıp, iki yumruklarını üstüste koyarak ‘Oh olsun size’ demeye başlamasınlar mı? Ama artık bu kadarı da fazla. (Bir kaç gün sonra, veliler ve davetliler gelip, sınıf çalışmalarını değerlendirecekler).  Kızlar ‘Oh olsun’ diye zıplaşa dursun, biz üçümüz bebek evine daldık. İçinde ne varsa  yerlere atıp, taşbebekleri  dışarıya fırlattık. Kızlardan öyle bir çığlık koptu ki, sanırsınız dünyanın sonu gelmiş! Ama, bunlar gene her şeyi  yerleştirebilir kaygısıyla, üçümüz birden bebek evinin içindeki eşyaların üzerine çiş etmeye başladık, her tarafını ıslattık. Çığlıklara yetişen öğretmenler de çığlık attı ve bizi kolumuzdan tuttukları gibi doğru müdürün karşısına çıkardılar. Müdür surat astı ve bizi kötü kötü süzdükten sonra ‘Kovuldunuz’ dedi, yüksek sesle ‘Kovuldunuz, kovuldunuz’ diye tekrarladı.

Akşam, babam eve gelince bana sadece ‘Ayıp değil mi oğlum, bu yapılır mı?’demişti. Ben ise artık Aslan Daş ve Yusuf Rendayla  oynayamayacağımı, onları özleyeceğimi düşünüyor, öte yandan, yemekten sonraki uyku numarası yaptığım o zoraki istırahat saatinden kurtulduğuma da seviniyordum.

Ancak, üç-beş gün geçti geçmedi, ana okulundan haber geldi: müdür bizi affetmişti (tabii Yusuf Renda TBMM başkanı, Abdülhalik Renda’nın torunu olursa).  Gene  ana okulunun yolunu tuttum .

 

O zamanlarda, 1937’lerde, ana okularında çocuklara ne harfler, ne de sayılar gösterilmiyordu. Ana okulundan edindiğim Aslan ve Yusuf’la arkadaşlığım, öğrendiğim ‘Ben kelebek değılım’ şarkısı ve kafamı kurcalayan, henüz 6 yaşındayken inatçı olarak gördüğüm vagon üstüne kuş oturtan  o çocuğun sonraki yaşamı.

Bir tesadüf. 30 -35 yıl sonra, Ankara Mithat Paşa caddesinde kaldırımda yürürken Aslan Daş’la karşılaştım, birbirimizi hemen tanıdık!

 
Toplam blog
: 48
: 480
Kayıt tarihi
: 02.04.09
 
 

10 Şubat 1931'de Ankara'da dogdum. Ilk, orta ve liseyi "Galatasaray" Lisesinde tamamladim. Isviçre, ..