Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Şubat '08

 
Kategori
Öykü
 

Beden eğitimi öğretmeni Mehmet

Beden eğitimi öğretmeni Mehmet
 

http://muymuy.deviantart.com/art/feel-good-mustache-23409779


Kılığına kıyafetine, toparlak kırmızı suratının ortasındaki pos bıyığa, saçına ve göbeğine, ayakkabalarına, adımlarını atış şekline baktığınızda onu Sarıyer dolmuşu şöförü, maç önündeki seyyar satıcı, dönerci, otopark kahyası ya da Zürefa sokakta muhabbet tellalı sanabilirdiniz.

Ama o bunların hiç birisi değildi. O aslında bir beden eğitimi öğretmeniydi, adı Mehmet idi.

Mehmet her sabah Kadıköy'deki evinden Üsküdar'da çalıştığı okula gelir ve bütün gün spor odasında kendisinden on yaş daha büyük, on kilo daha fazla, kendisine kıyasla keli çok daha büyük meslektaşı ama kankası olmayan Hüseyin Bey ile birbirlerine yanaştırılmış iki masada karşılıklı otururlardı. Spor odası da içerideki yeşil örtüler, katlanıp kenara atılmış gazeteler ve içeri sinmiş ağır sigara kokusu nedeniyle mahalle kırahathanesine benzerdi.

Sabah yerine oturduktan sonra sadece tuvalet ihtiyacı ve yemek yemek için iki kere oradan kalkan Hüseyin'in aksine Mehmet biraz daha hareketliydi. Beden derslerinde maç yapan çocukları izlerdi. Yinede bir öğretmen gib,, hoca gibi karışmazdı onlara. Daha çok mahalleye yeni gelmiş ya da oyun dışı kalmış küskün çocuklar gibi, uzaktan uzaktan izlerdi maçları. Hüseyin'in aksine, içinde bir şeyler yapabileceğine, bir şeyleri değiştirebileceğine dair inancı sönmemişti (henüz)

Her sene başında, genellikle Ekim'in ilk haftası falan Mehmet okula yüksek bir motivasyonla gelirdi. "Atletizim takımı kuracağım" derdi. "Bir futbol takımı, bir de basket takımı." Müdürün kanına girerdi, tüm okulu ayağa kaldırırdı. Seçmeler düzenlerlerdi. Takıma girmenin iyi mi yoksa kötü mü olduğunu bilemeyen çocuklar bu seçmelerde ne yapacağını şaşırırdı. Nice yeni yeteneksizlikler canını dişine takıp koşardı. Bir çok yetenekli çocuk ise başına iş almasın diye mahsus koşmazdı. Ama yemezdi bunları Mehmet Bey. Çaktırmadan çok maç izlemişti, hangisi tazı gibi koşar, hangisi domuz gibi kuvvetli iyi bilirdi. Zorlardı onları, korkuturdu. Koşun, derdi. Koşun yoksa sınıfta bırakırım sizi...

Esip gürlediği iki günün sonunda gerçekten de elinde bir kaç takım olurdu. Bir atletizim, bir basket ve bir de futbol takımı. Bazı sporcular iki takımda birden yeralırken içlerinden bir tanesi üç takımda da yer alıyordu. Bu çocuğun adı Nazım'dı. Ne futboldan ne de basketten çakardı ama okuldaki en hızlı, en atletik ve en güçlü çocuk oydu. Mehemet Bey bu çocuğa biraz olsun topla oyanamayı, takım oyununu öğretebilse tadından yenmezdi.

***

Malesef ki bu kurulan takımlar pek uzun soluklu olmazdı. Bunun bir sebebi Mehmet Bey'in maymun iştahlılığıydı ama şartlarda zordu. Mesela okul, bu çocukları idman sahasına getirip götürecek servisin parasını ödemek istemezdi. Hal böyle olunca parayı çocuklardan toplamak gerekirdi, o zamanda takıma seçilmiş olmak onlara masraf olarak döndüğünden, aileler çocukları takımdan alırdı. Bir de bu Mehmet'in çirkeflikte dillere destan bir karısı vardı. Kurulan takımlar hep okuldan sonra ve cumartesileri çalıştığından Mehmet Bey eve geç giderdi. İşte böyle zamanlarda karısınında o zehirli çenesi bir açıldı mı susmak bilmezdi. İstisnasız her sene, okulda parasızlık ve evde huzursuzluk nedeniyle sene başında büyük heyecanla kurulmuş takımlar rüzgara savrulmuş küller gibi dağılır giderlerdi.

***

Fakat işte bu sene bir şeyler değişik olacaktı. Biliyordu, hissediyordu bunu Mehmet Bey. Her yere saldırmaktansa gücünü tek yere odakladı ve sadece basket basketbol takımı kurdu. Takımı maçlara ve idman yapacağı salona taşıması için servis şirketi ile çok sıkı pazarlık yaptı ve fiyatı biraz olsun kırdı. Okul müdürününde ağzından girip kulaklarından çıktı ve biraz da ondan para koparmayı başardı. Ama hala açık vardı. Formalar, toplar ve ayakkabılar için para yoktu. O paranın küçük bir kısmını diğer öğretmenlerden topladı ve kendisini zorlayacak derecede bir miktar para da kendi cebinden kattı. Karısı duysa onu öldürürdü. Hala açık vardı. Bankadan kredi çekmeyi düşünürken hiç beklemediği bir şey oldu. Hüseyin tamamladı eksik parayı. Sönmüş, küllenmiş bir ateşin içinden çıkan ince bir duman.

Karısı demişken, bu sene kavgayı erkenden edip evden ayrılmış ve Beşiktaş'daki annesinin yanına taşınmıştı. Elinde ekipmanı tam, ulaşım sorunu çözülmüş, istekli ve yetenekli çocuklardan oluşan bir takım vardı. İşte Mehmet Bey bu takımı hamur gibi yoğuracaktı. Başını ağrıtacak bir karısı yoktu dolasıyla beklediği başarıya ulaşacağına dair şüphesi de kalmamıştı.

***

İdamanlar iyi gidiyordu. Takımda amatör klüplerde lisanslı olarak basket oynamış çocuklar vardı. Bütün mesele bunları bir araya getirmekti. Oyun kurucu Umutcan kısa boyuna karşın çok maharetli bir şutördü. Diğer pozisyonlarda da kuvvetli ve atletik forvetleri vardı. Her çalışmada hızına ve kuvvetine inanamadığı, Arnavut anne ve laz babadan olma bir inat ve hırs abidesi Nazım'ı adam etmeye çalışıyor ama topu kontrol etmesini, paslaşmayı, takım oyunculuğunu ona bir türlü aşılayamıyordu. İdmanlarda ona çarpıp sakatlananlar da cabasıydı. Ama sabırlıydı Mehmet, Nazım'ı da kazanacaktı. Şu anda ondan daha büyük bir sorunu vardı. İş pota altına gelince zurnanın son deliği tıslıyordu. Çünkü bu takımın direği olacak bir tane bile gerçek anlamda uzun oyuncu yoktu. Bu sorunu nasıl çözecekti?

Bir öğlen arası kalkıp komşu okula gitti. Diğer okulun beden eğitimi öğretmeni eski okul arkadaşıydı. Daha önce o okula giden çok uzun boylu çocuk görmüştü. Çocuğun naklini kendi okuluna aldırmaya çalıştıysa da çok az vakit kaldığı için bu mümkün olamadı. Arkadaşı Mehmet'in ihtiraslı halinden çok etkilendi ve bir hülle yapıp uzun boylu çocuğu (adı Mert'di) Mehmet'in okuluna kazandırdı. Artık Mehmet'in takımının sahte kimlik ve sahte sporcu lisansına sahip 198 cm lik bir oyuncusu vardı. Çok mutluydu Mehmet, çok mutluydu.


***

Turnuvalar başlamadan bir hafta önce Mehmet'in elinde gerçek bir takım vardı artık. En kısadan en uzuna gerçek görev adamlarından oluşmuş, iştahlı ve arzulu bir takım. Bu takımı yaratan Mehmet galibiyetlerden çok emindi ve kendisine güveni gelmiş, okulda yürüyüşü bile değişmişti. Hayır, o artık minibüsçü, dönerci, otopark kahyası, pezevenk tipli Mehmet değildi. O bir beden eğitimi öğretmeni, bir basketbol koçuydu. Kendisine "Mehmet Bey, Hocam" şeklinde hitap edilmesini yasakladı. o artık "coach Mehmet" idi. Evrimini tamamlamak için tek bir hamle kalmıştı o da bıyıklarını kesmekti. Annesinin evinde uyandığı bir sabah tereddütsüz kesti onları. Karısı görse öldürüdü kendisini.

Ben görenlerin yalancısıyım, öyle bir kendine güveni gelmişki Türkçe öğretmeni Dilek Hanım'a çiçek gönderdiği iddiia ediliyor.

***

İlk maçlar aynen Mehmet'in beklediği gibi güzel geçmiş ve dengeli takımı rakiplerini yenmişti. Tur atlamak ve ülke genelindeki turnuvaya katılmak için önlerindeki iki maçın birisini daha kazanmları gerekiyordu. Bu seferki rakip zorluydu. Tam 14 yıldır yenemedikleri Kadıköy Anadolu Lisesi ile oynayacaklardı. Bu kadar uzun yıllardır yenidikleri için karşı tarafın alaylı ve kibirli bir havası vardı. Takımın maçtan iki gün önce yaptığı idmana oyun kurucu Umutcan gelmedi. İyi bir koç normal şartlarda sebepsiz yere idmanı aksatan oyuncuyu cezalandırmalıydı fakat o eni iyi oyuncusuydu ve Umutcan'sız oynamak maçı kaybetmek demek olacaktı. O sebeple sesini çıkarmamayı tercih etti. Akşam eve gider gitmez Umutcan'ın evini aradı.

Umutcan bundan sonra antrenmalara gelemeyeceğini, hem amatör takımının hem de okul takımının idmanlarının çok fazla geldiğini ve derslerini ihmal ettiği için babasının okul takımını bırakmasını istediğini söyledi. Mehmet ise idmanlara değilse de sadece maçlara gelmesi yönünde telkinde bulunduysa da çocuğu ikna edemedi. Yumuşak konuşmasını işe yaramadığını gören Mehmet Bey, yüzüp yüzüp kuyruğuna geldiği başarılı günlerin gerçekleşme ihtimalinin azalması üzerine asabiyet krizi geçirdi. Çocuğu bağırıp çağırarak fırçaladı ve eğer maça gelmezse onu sınıfta bırakacağını, amatör kümedeki hakemleri tanıdığını ve kendisini maçlarda diskalifiye ettireceğini söylecek kadar durumu ciddileştirdi. Ne olduğunu, nasıl bir manyakla karşı karşıya olduğunu anlamayan çocuk telefonda ağlamaya başlayınca telefonu Umutcan'ın babası aldı ve karşılıklı restleşme ve küfürleşmelerde sonra telefonlar haşin şekilde kapandı.

En iyi oyuncusunu kaybeden Mehmet Bey öfkeden deliye dönmüştü.

***

Maç günü taklit, başarısız ve zavallı bir konuşma ile takımını hırslandırıp maça çıkardı. Umutcan'ın yerine oynayacak çocuğa öyle bir moral yükleme (!) yapmaştı ki bu yükleme her an çocuğun paçalarından fışkırabilirdi.

***

Beklenen oldu ve yaklaşık beş dakika da fark 12'ye çıkmıştı. Farkı buradan çevirmek mümkün değildi. Risk alması gerekiyordu. Dönüp yedek klübesine baktı. Elinde tek bir koz vardı, gerçi ona da koz demek ne kadar doğruydu, o da ayrı meseleydi. Titrek bir sesle NAZIM! dedi.

***

Nazım'dedi, ayağa kalktım. Sonunda sıranın bana gelmiş olmasından ötürü mutluydum. Sanki göğüs kafesimin içinde farklı ritimlere sahip iki kalp varmış gibi çoşkuluydum. Adrenalin göz yuvalarımdan, kulak deliğimden adeta fışkırıyordu. "Sana çok güveniyorum" dedi. Savaşa giden bir asker gibi kafamla komutanıma güven veren bir selam verdim. Sert ve keskin hareketlerle şortumu bağlayıp oyuna girdim.

Benden beklenenin ne olduğunu biliyordum. Topu süremiyor, pas atıp, alamıyordum. O yüzden ben de rakibin oyununu bozma yoluna gittim. Oyuna girer girmez karşı takımın en iyi oyuncusunun karşısına dikildim. İlk pozisyonda dizimle, dirseğimle sert müdahelerde bulununca topu kaptırdı ve bizde kapıp bir sayı yaptık. Bu olay beni çok heyecanlandırdı ve kendime güvenimi daha da arttırdı. Bir dahaki pozisyonda aynı çocuk şuta kalktığında zıplayıp topu bloklamak istedim. Ama boyum yetmedi ve bileğine sert bir şaplak attım. Çocuğun bileğinde öyle bir ses geldiki şaplak sesi tüm salonda yankılandı. Tribünden yuhalama sesleri geldi. Tamam faüldü, ama isteyerek yapmamıştım.

Bir sonraki pozisyonda aynı çocuğun üstüne aynı şekilde zıpladım. Fakat bu sefer zamanlamam daha da kötü olmuş olacak ki, şaplağı burnuna geçirdim. Gerçekten de kötü bir niyetim yoktu. Çocuğun burnundan kanlar aktı ve beyaz forma kırmızı kırmızı lekelere büründü. Tribünde bir uğultu koptu, diğer takımın oyuncuları benim itip kakmaya başladılar. Sakin kalmak için çok çaba harcadım. Bu sefer bir de sportmenlik dışı faul çalınmıştı, etti mi size toplam 3 faul!

Benim tuttuğum çocuğu oyundan çıkarıp saha kenarında tedavi ederken oyun tekrar başladı. Performansımdan memnun mı diye merak edip dönüp Mehmet Bey'e baktım. Yüzü ifadesizdi. Sanıyorum ki memnundu benden.

Oyun tekar başladı ve karşı potadan dönen topu almak için zıpladım. Arkamdan benden çok daha uzun olan rakibim de sıçradı ve topu o kapmak üzereyken bir elimde onun formasını yakalayıp onu aşağı çektim ve diğer kolumla topu tuttum. Fakat havada birbirimize girince ve bende onu çekince çocuk dengesini kaybetti ve beraber yere düştük. Ben şans eseri yukarıda kaldım ve onun tek kolu ikimizi birden taşıyamayınca sağ dirseğinin 10 santim kadar altından kırıldı. Hayatımda gördüğüm en iç gıcıklayıcı andı. Çocuk avaz avaz bağırırken tribünden atlayan kalabalık bana doğru koşuyordu. Sanıyorum ki artık bu maçta sportmenliğe yer yoktu ! Arkadaşlarımız ile birbirimize sokulduk ve ben o sırada kendimizi korumak için yer paspasının sapını kırıp bize saldıran çocukların üzerine doğru savurdum. İçlerinden ikisinin bacaklarına vurup yere devirince diğerleri üzerimize gelmeye korktu. Sonrasında bir yumak gibi olduk ve koşarak servise kaçtık. Servis Üsküdar'a gelene kadar da rahat edemedik. Evet, belki de yenişmiştik ama en azından ne kadar sert bir takım olduğumuzu göstermiş olduk!

Mehmet Bey kayboldu yalnız bu arada. Sahi, nereye gitti ki o?

K.

 
Toplam blog
: 295
: 733
Kayıt tarihi
: 28.09.06
 
 

Bugün ölseniz mesela, ya da hafifletelim biraz hadi, bu giriş çok karamsar oldu. Bugün ortadan kay..