Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Şubat '13

 
Kategori
İnançlar
 

Bedeni bırakmak

Bedeni bırakmak
 

Çok çok yakınım olan iki insanı yakın zamanlarda kaybettikten sonra ölüm üzerine, hayat üzerine, Dünyanın geçmişi, insanoğlunun varoluşu üzerine çok sayıda kitap okudum.

Bir kitapçıya girip elime aldığım 2 kitabın ardından gerisi çorap söküğü gibi geldi. Onlarca kitap.

Dini kaynaklardan, telepatik bağlantılardan, meleklerden alınan ilhamlarla yazıldığı iddia edilen kitaplardan, arkeoloji üzerine yazılı kitaplardan Dünya dışı zeki varlıkların mesajlarından oluştuğu iddia edilen kitaplardan, okudum okudum. Önceden de zaten Kuran-ı Kerimi defalarca mealinden okuyup bitirmiş bir insanım.

Sonrasında farkettim ki, herşey bir yap-bozun parçaları gibi birbirini doğruluyor ve tamamlıyor.

Ancak bütün  ayrıntıları burada yazabilmem mümkün değil. Sadece -genellikle olduğu gibi- herkesin hepimizin kafasında büyük bir muamma olan ve her zaman da olacak olan insan varlığının özü üzerine yazmak istedim.

Her zaman vurguladığım gibi okuduklarımdan ortaya çıkan ve şahsen tutarlı ve gerçek olduğuna inandığım konuları paylaşıyorum. İsteyen okumaz, isteyen okur ancak inanmaz. Değil mi ki özgür seçimlerden oluşan bir gezegende yaşıyoruz....

Biz insanlar hepimizin bildiği gibi can ve tenden ibaretiz. Can dediğimiz içimizdeki enerjidir. Bedenimiz yaratıldığında anne karnında cenin halinde varolduğumuz anda ona üflenen enerji. Canımız, ruhsal varlığımızın harekete geçmesi için ona Yaratan tarafından vücudumuza büyük bir sevgiyle üflenen enerjidir.

Özü sevgi olan bu enerji bize verildiğinde başlar hayat serüvenimiz.

Enerjinin asıl komuta-kontrol merkezi ise beyindir tabii ki. Öyle olmasa belki, yine canlı olurduk ama mesela bir kalemi tutmak için, dansetmek, basketbol oynamak için gerekli hareketleri koordineli olarak yapamazdık. Hiçbir hareketimiz anlamlı olamazdı.

Yani biz esasen beyinden ibaretiz. Kuklaların ipleri oynatılmayınca kıpırdayamamaları gibi beyin olmazsa, düzgün çalışamazsa hiçbirşey olmaz.

Hücrelerimizin kendi arasında bir ritme sahip olduğu, bu doğal iç müziğimizin bozulması halinde de bir hastalık durumunun söz konusu olduğu, ya da ciddi hastalıklarda, vücudumuzun içsel şarkısının bozulduğunu okumuştum geçenlerde. Bu durumda bizim;  belki trilyonlarca akıllı ve birbirleri ile haberleşen, koordineli çalışan hücreden ibaret olduğumuzu, hatta, yine en son bilimsel verilere göre de hücrelerimizin de merkezinde boşluk olarak görülen, oysa hücrenin esası olan o bilinmez yapıdan ibaret olduğumuzu söyleyebiliriz.

Evet bu konuda vardığım önemli bir sonuç, biz, aynada bize bakan yüz ile ait olduğu beden değiliz. Biz sadece katrilyonlarca hücreden oluşan bir bütünlüğü görüyoruz ama aynı zamanda, belirli bir boyda uzaması için programlanan kirpiklerden, süper uyumlu çalışan böbrek, karaciğer, kalp vs. organları oluşturan hücrelerden, gözümüzü oluşturan akıllı hücrelerden vs. ibaretiz. Biz  katrilyonlarca akıllı hücreyiz. Aynada, hücrelerimizin çok hoş bir sentezine bakıyoruz.

Her neyse. Uzun lafın kısası, hergün aynada seyrettiğimiz hayran kaldığımız ya da hiç beğenmediğimiz yüzümüz, hayatımız boyunca taşıdığımız ve  bizi de taşıyan bu iskelet etrafında örülü muhteşem et-kemikten, onun da ötesinde hücrelerden oluşan bu fiziki varlığımız, sonuç itibarıyle sadece ve sadece bizim bir elbisemiz.

Biz bu "beden"  denilen  elbiseyi bir amaç için kullanıyoruz. Dünya sınavında onsuz olamayız.

Gezmeliyiz, uyumalıyız, konuşmalıyız, yemek yemeliyiz, diğer insanlara bakmalıyız, sevdiğimizin tenine dokunmalıyız vs.vs.

Ancak bu beden ömrü de bir yere kadar.

80-90-110?   Kaç yaşımıza kadar bu etten kemikten elbiseyle gezeceğiz bilemeyiz.

Sonrasında, onu üzerimizden çıkarıyor ve gidiyoruz.

Sevgiyle yaratılan ışık ruhlarımız, beden elbiselerini bırakıyor ve daha önce bedenlerini terkeden yakınlarımızın da olduğu yere,  Yaratanın yanına  gidiyor.

Hayvan olsun insan olsun, canını-enerjisini  kaybeden bir beden, adeta boş bir çuval misali etkisiz, tepkisiz öylece kalakalıyor.

 Sonrasında, Dünya sınavında ortaya koyduğumuz güzel hareketlere,  bizi yaratan yüce makama karşı nasıl bir yakınlık gösterdiğimize bağlı olarak çok güzel ya da berbat ortamlara gönderiliyoruz. Neyse. Bu bölüm bütün dinlerde benzer olan  bir başka konu.

Ruhumuz, beden elbisemizi bıraktığında, "elbisemiz" herhangi bir yaprak gibi, toprağın üstünde yatan cansız bir kuş bedeni gibi  zaman içinde çürüyüp gidiyor. Doğa mekanizması  böyle işlemek üzere programlanmış çünkü. 

Tabii ki burada bir insan bedeninin,  sahip olduğu yüksek frekans nedeniyle, bizzat insanın sahip olduğu zeka- bilinç ve ruhsal özellikler nedeniyle, cansız da olsa çok özel olduğunu, ve bizim onu çok özel kutsal merasimlerle uğurladığımızı böyle olması gerektiğini de hatırlatmalıyım.

Birisinin ruhu bedeninden uçup gittiğinde, onun için "öldü" diyoruz.

Bizim algılamamızda bu büyük fenomen  bir yıkımdır. Bize ölüm çok korkutucu olarak anlatılmıştır.

Çünkü öyle de olmalıydı.

Aksi takdirde, hayatları parlak biçimde geçmeyenler, ümitsiz denilen ağır hastalar, asla hayata tutunmak istemez, hemen ölmek isterlerdi.

Oysa kendi canımıza kastetmek en büyük birkaç günahtan birisidir.

Biz Allahın bize verdiği beden elbisemizi ziyan edemeyiz. Onun iradesine aykırı şekilde davranamayız. Çünkü Dünya üzerinde o beden bize bir amaç için verilmiştir. Bu görevimizi son saniyeye kadar yapmalıyız..Yaşamalı dayanmalı, güzelliklerle dolu yararlı bir ömür geçirmek için aklımızı bedenimizi ruhumuzu ortaya koymalıyız.

Ancak, günümüz insanının geldiği tekamül seviyesine görer şunu belirtmek istiyorum ki, bizim hayata geliş sürecimiz asıl zor olandır.  

Zor geçitlerden geçen ve bedenine, Dünyaya  "merhaba" diyen bir ruh.

Adına ölüm denilen süreç ise her canlı için  gurbetten memlekete, yuvaya dönüş  amacıyla, kaçınılmaz olan bir  sahneden ayrılış durumudur.

Ölüm, ruhumuzun bedenimizden uçup gitmesidir ancak ruh bizim Yaratandan aldığımız en özel- güzel varlığımızdır. Ruh gerçek ve kalıcı olan özümüzdür.

Belki de günlük hayatta ölüm kelimesinin yerine "bedeni terketti" ifadesi koymak bile bizi daha iyi hissettirecek ve işin gerçeğine uygun olacaktır.

Düşünsenize, " filanca hasta geçen gün bedenini terketti.

Ya da " filanca adam geçen gün sekizinci kattan düştü  bedeninden ayrıldı."

Kazada şu kadar kişi bedenini terketti."

vs.vs.vs.

Tabii ki buradaki terkedişin ne zaman olacağı konusundaki takdir doğumumuzda da olduğu üzere Yaradanındır. Aksi  halde şu anki algılama biçimimiz içinde, kim yalan dünyayı bırakıp böyle bir şeyi isterdi ki...

 

 
Toplam blog
: 148
: 384
Kayıt tarihi
: 21.09.07
 
 

Merhaba...  Üniversite mezunu Kamu İdaresinde  çalışan bir bayanım. Ankara'da iki oğlumla yaşıyorum..