Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Kasım '10

 
Kategori
Öykü
 

Beklenmeyen Mektup

Metin vitrine baktıktan sonra sıkılmış olmalı ki, bakışlarını vitrinden kaldırdıktan sonra , bir süre sırtını vitrine , yüzünü de caddeye dönerek gelip geçenlere baktı. Koskoca caddede kimse birbirini tanımadan , selamlaşmadan geçip gitmekte idi. Köyde olsa en azından birkaç kişi gelerek ona “ Derdin ne kardeşim ? Nasılsın, bu ne yüz Karadeniz’de gemilerin mi battı senin ? “ derdi.

Caddeyi bir süre daha izledikten sonra caddede ağır adımlarla yürümeye devam etti. Yürümüyor , adeta adımlarını sürüklüyordu.

Metin köyden bu “ Taşı toprağı altın” denilen İstanbul’a ilk defa gelmişti. İş arayacak, iş bulacak ve sevdiği kıza o zaman kavuşacaktı. Köyde toprakları azdı. Kardeşleri çiftçilik yapmaktaydı. Anne ve babası da çiftçiydi. Sevdiği Fatma’nın babası kızını işi olmayan adama vermem . Gitsin Ankara’da İstanbul’da bir iş bulsun sigorta yaptırsın. Yoksa kızı vermem “ dediği zaman basıp gelmişti İstanbul’ a iş aramaya .

Metin 28 yaşında olmasına rağmen hayatı pişmanlıklarla doluydu. Lise tamamlanınca kendisini hayata hazır hissetmiş ve Üniversite okumamıştı. Onun için baba mesleği çiftçilikte güzel bir meslekti. Ama kara sevda ve kızın babasının inadı onu buralara sürüklemişti işte Arkadaşları da bir bir Üniversite okumuş ve hayata avukat, Mühendis olarak atılmış ve kendileri gibi bir meslek sahibi ile evlenerek kimisi köylerinin bağlı olduğu şehre yerleşmişler, kimisi de İstanbul’ a yollanmıştı. Ama Metin gururlu adamdı. Kendi kendine söz vermişti. Asla lisede beraber okuduğu arkadaşlarına iş istemek için gitmeyecekti. Köyden ayrılmadan bu konuda kendisine söz vermişti. Söz demek namus demekti. Onur demekti. Köylerinde bir insan bir şeye söz verdiği zaman artık o konuda sözünü yerine getirmekle mükellefti. Yoksa insanlar artık onunla konuşmaz ve selam sabahı keser , yalnızları oynardı.

Bu düşünceler içerisinde, yürürken, üzüntüden yemek yemediğini unutmuş, karnının açlığını hissetmeye başlamıştı. Vakit ikindiye doğru geliyordu.Köyden geleli 3 gün olmuştu. Gelince hemen bir pansiyona yerleşmiş ve 3 günden bu yana iş aramaktaydı. Vasıfsız, mesleki eğitimi olmayan bir köylünün iş bulması ne kadar da zordu bu memlekette. Bunun bilincine ancak yeni ermişti ama iş işten geçmişti işte . Bu memlekette tutunmak için bir Üniversite tamamlamak gerektiğini , ya da meslek sahibi olmak gerektiğini yeni anlamıştı. Üniversite tamamlamak bile yetmemekte ve bunun yanında gelişiminde önemli olduğunu yeni anlamaktaydı.

Bu düşünceler içerisinde bir pideci aradı. İstanbul’da öyle her adım başı pideci yoktu. Dürümcüler vardı. İşin gerçeği o da dürüm yemeye alışkın değildi. Diğer yemeklerde ona pahalı gelmekteydi. Yürümeye devam ediyordu. Ne demişti eski siyasiler “ Yollar yürümekle aşınmaz” o da yürüyor , yürüyordu.Yollar aşınmıyordu ama ömrü , hayatı , umutları , sevgileri aşınmaktaydı bir bir bu memlekette…

Bu düşünceler içerisinde bir pideciye girdi. Pidesini ısmarladı. Pideyi yedikten sonra karnı doyunca biraz kendisine gelmişti. Nefeslendi. Hazır ayrandan bir yudum içince yüzünü buruşturdu. Tatsız tuzsuz bir ayrandı. Annesinin yağlı yayık ayranına hiç benzemiyordu. İnsan ilişkileri gibi bu memleketin ayranı da ona yavan gelmekteydi. Ayranı istemeye istemeye , yüzünü ekşiterek içti. Biraz soluklanıp nefeslendikten ve kendini toparladıktan sonra hesabı ödeyerek çıktı. Bulunduğu yer Taksim Meydanına yakındı. Yürüyerek Taksim Meydanına çıktı. Oradan İstiklal Caddesine çıktı. Vakit akşam olduğu için cadde kalabalıktı. Turistler etrafa baka baka geziyordu. İnsanlar iş çıkışı çevrelerine aldırmadan hızlı adımlarla yürürken, turistlerin ve Metin gibi eve varma telaşı olmayanlar sallana sallana caddede yürüyorlardı.

Metin yavaş yavaş yürüyerek tünelden Karaköy’e doğru indi. Sonra ara sokaklardan geçerek Galata Köprüsünü geçip Eminönü’ de işçi ve köylülerin bekar odalarının olduğu semtte bulunan pansiyonuna ulaştı. 3 gün boyunca iş bulamamanın yorgunluğu ile hemen odasına çıkmak istedi. Pansiyon sahibi kadın Ona bir mektubu olduğunu söyleyerek bir zarf verdi.Metin donmuş kalmıştı.Bu ne mektubuydu? Kimseden mektup falan beklemiyordu ki. Bu pansiyonda kaldığını ailesi bile bilmemekteydi. O halde bu mektup neydi. Pansiyoncu kadın yemek hazır olmadığını söyleyince odasına çekildi.

Bu kadın ona annesini hatırlatmaktaydı tıpkı. Bu gurbet elde annesine olan hasreti bu yaşlı ve görgülü kadında arıyordu. Bir nebze kadında Metin’e anne şefkati göstermekteydi.

Metin odasına çıkınca zarfı masasına koydu. Yatağına uzandı. Çok yorulmuştu. Bilmediği, tanımadığı bir ilde bu kadar yorgunluk karşısında bir an zarfı unutarak uykuya daldı. Rüyasında hep köyünü, annesini babasını , sevdiğini görüyor, çoğaldıkça çoğalıyordu köyüne olan hasreti.

Yemeğin hazır olduğunu öğrenince hemen aşağı indi . O kadar yorulmuştu ki ikindi vakti yediği pide ile doymamış ve acıkmıştı. “Tanrım bu şehir bu kadar mı acıktırır insanı “ diye geçirdi ve yemeğini yedi.

Yemekte pansiyoncu kadın mektubun kimden geldiğini sordu. Bir an mektubu unuttuğunu , kadının sorması ile hatırladı.”Bilmiyorum, bakamadım.Uyumuşum da “ dedi. Yemekten sonra hemen odasına çıktı.Mektubu kimin bıraktığını bilemiyordu.Mektup posta ile gelmemiş , elden bırakılmıştı.Demek ki burada kaldığını bilen birisi idi. Kimin bıraktığını sormayı da akıl edemedi tabii ki.

Odasına çıkınca bir süre yatağına uzanarak mektubu kimin yazdığını düşündü. Mektubun içinde neler yazdığını merak etmekle beraber , mektubu açıp okumaya da cesaret edemiyordu. Memleket hasreti ile gözleri doldu.Bir ara hüzünlendi. Gözlerinden yaşların akmasına engel olamadı. Masmavi gözleri ve güneş yanığı kıpkırmızı teni ve sarıya çalan siyah saçları ile bir manken kadar alımlıydı. Köyde yaşadığından bunun farkına varamamıştı ama İstanbul’da iş ararken caddede yürürken kadınların ona biraz yan gözle alıcı gözle bakmasından bunu anlamıştı. Belki de şehirde yaşamış olsa , eğitim alsa tiyatrocu veya sinema oyuncusu olabilirdi.Ama o bunun farkında değildi. Derdi iş bulmak ve sevdiği kızla evlenerek mutlu bir yaşantı kurmaktı.

Metin gözlerinden yaşları sildi. Ağlayınca biraz rahatlamıştı. Gözlerindeki yaşlar onun içindeki sıkıntıyı bir derinin denize dökülmesi gibi akıtarak rahatlatmıştı. Kendini toparlayarak yatağından kalktı. Masada duran zarfı elleri titreyerek merak ve heyecanla açtı. Mektupta el yazısı ile şunlar yazılıydı.

“ Sevgili Kardeşim Metin,

Bu mektup sana eski bir dosttan gelmekte. Senin İstanbul’da olduğunu biliyorum. Yarın sabah seni aşağıdaki adresime bekliyorum

Meçhul dostun.”

Mektubu yollayan belli değildi. Ama dosttu. Ama nereden dosttu. Onun bildiği İstanbul’da dostu yoktu. Liseden ortaokuldan belki arkadaşları vardı ama Metin onların izini yıllar önce kaybetmişti. Onlardan birisi olamazdı.

Bir süre bu mektubun kimden geldiğini düşündü. Düşünürken bir yandan da mavi gözleri ile odanın tavanına bakmakta, gözlerinin önüne köyü, annesi babası tekrar tekrar gelmekteydi. 3 günlük hasret ona 30 yıllık hasret gibi gelmişti.

Biraz düşününce , günün yorgunluğu ile gözleri kapanmaya başladı. Bir süre sonra derin uykuya daldı.

Sabah erkenden uyandı. Önce güzel bir traş oldu. Kendine çeki düzen verdi. Saçlarını taradı. Elbisesini düzeltti. Verilen adresin yakın olduğunu öğrendi. Taksim’de idi ve yürüye yürüye İstanbul’u geze adrese ulaşabilirdi. Uzunca uyuyup, mektubun verdiği moralle , dinamikleşmiş ve tarlaya çalışmaya giderken takındığı tavır gibi dinamikleşmişti. Çalışmayı seviyordu ama şu an geziyordu sadece. İçinden “ Keşke okumayı sevsem de çok çalışarak buraya bir Üniversiteli olarak gelseydim .” diyerek için için de İstanbul’a hayranlık beslemekteydi. Bu İstanbul’a yavaş yavaş duyulan bir hayranlık mı yoksa duygu karmaşası mı anlamıyordu.

Yürüyerek Galata Köprüsünü geçti. Sonra Karaköy vapur iskelesinden , deniz kenarından yürüyerek Bankaların olduğu caddeden Taksim’e çıkan dik yokuşu tırmanmaya başladı. Mektubun verdiği moral , merak ve heyecanla yürüyor, yürüdükçe yaşama sevinci geliyordu Metin’e.

Verilen adrese geldiği zaman büyük bir bina çıktı önüne. Reklam ajansı yazmaktaydı üstünde.

Merakla kapıda sekretere sordu kendisini kimin davet ettiğini sekreter:

-İsminiz neydi efendim ? diye sordu

-Metin.

-Ali bey sizi beklemekte efendim yukarda .

Metin şaşırmış ve gene hayret ve merakla.

-Ali bey de kim ya ?

Demekten kendisini alamamıştı.Sekreter gülümseyerek .

-Ali Atak , efendim, dedi.

Metin bir an durakladı. Hayretle gözleri faltaşı gibi açıldı. Sonra aniden hiçbir şey söylemeden dışarı attı kendisini. Verdiği sözden dönemezdi.

Ali Atak O’nun ortaokuldan arkadaşıydı. Yıllar önce Ortaokul’da beraber okumuşlardı. Metin Ali’nin ayağının sakat olmasından dolayı O’nu çok üzmüş, her zaman alay etmişti. O’nunla alay etmesine ilerleyen senelerde pişman olmuştu ama köyden ayrılırken de “ Asla Ortaokul ve lise arkadaşlarımdan yardım almayacağım” diye yemin de etmişti.Metin hışımla binadan çıkarken sekreter hemen Metin’in binadan çıktığını Ali Atak’a bildirmişti.

Metin biraz dalgınlık, biraz pişmanlık ile binadan çıkıp Karaköy’e doğru tekrar yokuş aşağı inmeye başladı. İzlendiğinden habersizdi. Ali Atak O’nun peşinden gelmiş izlemeye başlamıştı. Metin bunun farkında değildi. Karaköy’e gelince , havanında güzelliğinden faydalanarak sahil kenarında bulunan bir banka oturdu. Bir simit aldı. Hem denizi seyrediyor, hem de 3 gün boyunca yaşadıklarına bir anlam vermeye çabalıyordu ama anlam veremiyordu.

Tek başına oturduğu banka gelip bir insanın oturduğunu fark etmedi bile.Yanına oturan adam O’na sigara ikram etmiş ve Metin adamın yüzüne bile bakmadan sigara kullanmadığını söylemişti. Adam bir süre sigarasını yakarak denizi seyretti. Metin ‘de adam da birbirinden habersiz denizi seyretmekteydiler. Metin sadece ufuklara bakmaktaydı. Adam bir süre Metin’ i süzdükten sonra :

-İstanbul güzel mi ? diye sordu .Metin beklemediği bu soru karşısında adama hayretle baktı. Önce tanıyamadı. Biraz dikkatle baktığı zaman karşısındaki adamın Ortaokul arkadaşı olduğunu hayretle gördü. Ne yapacağını şaşırmıştı. Kaçsa mı , yoksa Ali arkadaşına sarılsa mı ne yapacağını bilemiyordu. Sadece .

-Evet güzel diye cevap verdi.

Böylece aralarında diyalog başlamıştı. Konuşmaya ve hasret gidermeye başladılar. Ali Atak onu nasıl arayıp bulduğunu , Metin neden ondan kaçtığını ve köyden ayrılmadan önce verdiği sözü hatırladı. En yakın çay bahçesine doğru yürümeye başladılar. Aradaki buzlar eriyince Metin’in düşünceleri de değişmeye ve tabular yıkılmaya başladı. Yaşadığı olaylar ona daha mantıklı düşünmeye itmişti.

Arkadaşı Ali Atak bir reklam ve mankenlik ajansının koordinatörü idi ve İstanbul’da Metin’i hemen tanımış ama belli etmeden sürpriz mektupla onu davet etmeye karar vermişti.Uzun yıllar görmediğinden dolayı da O’nun manken gibi yakışıklı olduğunu görünce şaşırmıştı.

Aradan bir süre geçtikten sonra Ali Atak arkadaşı Metin’in mankenlik kursu almasını sağladı ve O’nun bu piyasada tutunması için çabaladı. Metin ünlü bir manken ve oyuncu olma yolunda hızlı adımlarla mesafe kat etti. Ünlü olunca, parası da oldu. Sevdiği kızla evlenerek İstanbul’a yerleşti.

Aradan bir 10 yıl geçtikten sonra İstanbullular gazetede şu haberi okudular

“köyünden sadece bir bavulu ile istanbul’ a gelen Metin sinema oyuncusu ve manken Metin oyunculuktan ve mankenlikten kazandığı para ile köyünde yaşayan babasına ve ailesine ve karısının ailesine Türkiye’nin en modern mandıralarını kazandırarak süt ve ürünleri üretilmesine ve bölgesinin kalkınmasına büyük katkısı oldu.”

TURAN YALÇIN-TOKAT

 
Toplam blog
: 1096
: 1558
Kayıt tarihi
: 28.12.07
 
 

1967 Tokat'ın  Pazar ilçesi doğumluyum. İşitme engelliyim. İstanbul Üniversitesi iktisat Fakültes..